Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.
|
Kimler Çevrimiçi |
Şu anda 6 aktif kullanıcı var. » (0 Üye - 6 Ziyaretçi)
|
|
|
Gezgin Şehmuz İznik'te - Serdar Yıldırım |
Yazar: Serdar Yıldırım - 02.03.2024Saat:16:36 - Forum: Hayata Dair
- Yorum Yok
|
|
GEZGİN ŞEHMUZ İZNİK'TE
Gezgin Şehmuz bir gün İznik'e gitmiş. İznik sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra göl kıyısına gelmiş. Atını bir ağaca bağlayıp, kıyıdaki büyük taşların bulunduğu yere gidip oturmuş. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, suyun içinde bir deniz kızı peydah olmuş. Gezgin Şehmuz şaşırmış, şimdi bu deniz kızı da neyin nesi, diye düşünmüş.
Deniz kızı: " Selam Gezgin Şehmuz, nasılsın? " deyince Gezgin Şehmuz daha çok şaşırmış. Öyle ya hadi gölden deniz kızı çıktı, bu olabilir gibiymiş ama deniz kızının kendisine adıyla hitap etmesi olacak şey değilmiş. Nereden tanıyormuş ki, bu deniz kızı Gezgin Şehmuz'u?
Gezgin Şehmuz kendini toparlayıp şöyle demiş: " Sağ ol güzel deniz kızı. İyiyim de şu anda epey şaşkın durumdayım. Ben deniz kızlarının sadece masallarda var olduğunu bilirdim. Daha önceden tanışık olmadığımız halde adımı bilmeniz beni çok şaşırttı. Konuyu açıklığa kavuşturmanızı istemek hakkım sanırım. "
Deniz kızı gülümsedikten sonra şunları söylemiş: " Tabii Gezgin Şehmuz, bu senin hakkın. Gölün altında büyük bir yeraltı şehri var. Dipteki su kanallarından geçilerek yeraltı şehrine inilir. Sokaklar ve evler suyun içinde kurulmuştur. Su kanallarının kapakları özel bir durum yoksa daima kapalıdır. Ender olarak bizden biri göle çıkar. Biz oradan burayı yani dünyadaki insanların yaşayışlarını inceleriz. Daha doğrusu sizi seyrederiz. Konuşmalarınızı duyarız. Sizleri tanırız, biliriz. Yaşantınıza karışmayız. Olaylara müdahale etmeyiz. Bu bir çeşit sihirli aynalar aracılığıyla gerçekleşir. Ben yeraltı şehri kralının kızı Prenses İrona'yım. Gezgin Şehmuz'un göl kıyısına geldiğini görünce durur muyum? Hemen çıkıp geldim. Ne dersin, gelmekle iyi etmedim mi sence? "
" İnan bana deniz kızı gelmene çok sevindim. Ayrıca anlattıkların düşünce ufuklarımı genişletti. İnsanlar çoğunlukla günübirlikçidir, günü yaşamaya, günü kurtarmaya bakarlar. Gelecek hırs vermez, geçmiş ders vermez. Düşünceler belli kalıplar içinde sınırlanmıştır. Bu dar kalıplar içindeki düşünceler körelmiştir. İleri gitme şansı yoktur, tersine daima geriye gider. Bu dar kafa zihniyetinden kendini kurtarabilen, düşüncelerini belli kalıpların dışına taşırabilen özgün düşünme yeteneğini elde eder. Özgün düşünme, kişiye özel sadece o kişinin beyinsel fonksiyonlarının ürünü olan bir sistemdir. Bu yeteneğin kazanılabilmesi için, önce okuyup öğrenmek sonra da öğrendiklerini doğru olarak yorumlayıp, öğretebilecek duruma gelmek gerekir. Gezip dolaşmanın, yeni insanlar tanımanın konu üzerindeki önemi inkar edilemez. "
" Gezgin Şehmuz, sen bir söz ustasısın, bir filozofsun. Şu anda yeraltı şehrinde konuşmalarımız dinleniyor ve yazıcılar bunları kaleme alıyorlar. Az önce söylediklerin bizlere hayatımız boyunca yol gösterici olacaktır, yolumuzu aydınlatacaktır. Bir önerim olacak, bilmem nasıl karşılarsın? Bu konuşmalar masal havası içinde kitap olarak hazırlansa, torbalara konup buraya getirilse, sen atına yükleyip, bu şehirde ve gideceğin şehirlerde, köylerde halka parasız olarak dağıtır mıydın? Bitince geçerken uğrar, yenilerini alırdın. İnsanlara faydası büyük olurdu bu fikirlerin. "
" Prenses İrona, gerçekten asilce bir davranış içindesiniz. Karşılık beklemeden insanlara iyilik yapmak güzel bir duygudur. Önerini kabul ediyorum. "
Daha sonraki günlerde Prenses İrona'nın getirdiği torbalar dolusu kitabı Nicea'da ( İznik'te ) ve çevre köylerde dağıtan Gezgin Şehmuz mutlu bir şekilde oradan ayrılmış. Yeni şehirler görmek üzere yola düşmüş.
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
|
|
|
Altın Elma - Serdar Yıldırım |
Yazar: Serdar Yıldırım - 02.03.2024Saat:16:35 - Forum: Hayata Dair
- Yorum Yok
|
|
ALTIN ELMA
Genç bir adam bisikletiyle, dedesini görmek için, Elmalı Köyü’ne gidiyormuş. Genç, uzun süre yol aldıktan sonra toprak yola girmiş. Toprak yolda giderken, bisikletin lastiği patlamış. Bisikletini ilerideki çalılıklara saklamış, dönerken bisikletini almayı umuyormuş. Kestirme olsun diye patika yola girmiş ve sonunda yolunu kaybetmiş. Genç adam günün ilerleyen saatlerinde gördüğü elma ağacına doğru yürümüş. Işıl ışıl, sapsarı bir elmayı koparmak için uzandığında: “ Dur insanoğlu! O altından bir elmadır, sakın koparma! “ diyen elma ağacının sesini duymuş. Genç adam hangi elmayı koparmak istese aynı sesi duyuyormuş.
Bunun üzerine genç adam: “ Elma ağacı, iyi, güzel diyorsun da, senin dallarında altın olmayan elma yok mudur? “ Diye sormuş.
Elma ağacı: “ Yoktur. Elmalarım altındandır, çünkü ben altından elmalar üreten bir elma ağacıyım. Bu kadar altın elmayı görüp de altın olmayan elma aramanı şaşkınlıkla karşıladım. Demek ki, gözü tok bir gençsin. Elmaların hepsi senin olabilir ama üç şartımı yerine getirmen gerekir. “
Genç adam: “ Neymiş o üç şartın çabuk söyle. “ demiş.
Elma ağacı: “ Birincisi, kanaat et; ikincisi, yalan söyleme; üçüncüsü, canlıların hayatına saygı duy. Bu şartlarımı kabul ediyorsan elmaları toplamaya başlayabilirsin. Sakın unutma, gölgem seni takip edecek. “
Genç adam şartları kabul etmiş ve altın elmaları toplamaya başlamış. Oralarda bulduğu bir çuvala elmaları doldurmuş ama elli elmayı yeterli görmüş, kalan on dört elmayı dallarda bırakmış, kanaat etmiş. Genç adam yolda giderken, önüne eşkiyalar çıkmış. Eşkiyaların reisi, çuvalda ne olduğunu sormuş. O da, çuvalda altından elmalar var, demiş. Yalan söylememiş. Eşkiyalar, gencin cevabına gülmüşler, sonra üstünü aramışlar ama para-pul bulamamışlar. Çuvalın içine bakmak akıllarına gelmemiş. Al çuvalını git yoluna, demişler. Genç adam daha sonra yolun iyice daraldığı bir yerde yüzlerce karınca görmüş. İleriye gitmek için yürümesi pek çok karıncanın hayatına mal olacağı için, çuvalı yere bırakmış, karıncaları seyre dalmış. Canlıların hayatına saygı duymuş. Karıncalar az sonra yuvalarına girip gözden kaybolmuşlar. Ağacın gölgesi, üç şart yerine geldi, altın elmalar senin oldu, yolun açık olsun, demiş ve geri dönmüş.
Genç adam yolda bir köylüye rastlamış ve dedesinin köyünü sormuş. Şansa bak, köylü dedesinin köyündenmiş. Tanışa, konuşa köye varmışlar. Dede, torununun ziyaretine gelmesine çok sevinmiş. Gözlerinden akan iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışmış. Yaşlılar böyleymiş işte, bir küçük ziyaret onları duygulandırırmış. Akşam komşular dedenin evinde toplanmışlar. Genç adam başından geçenleri anlatmış. Anlattıklarına kimse inanmamış. Şehir hayatı sana yaramamış. Gel, bu köyde yaşa, demişler. Genç adam ispat için, çuvaldaki altın elmaları odanın orta yerine dökmüş. Altın elmaları gözleriyle gören komşular, çaresiz fikir değiştirip, genci övmüşler, göğsünü kabartmışlar: “ Biz sana şaka yapmıştık, beyim. Yoksa anlattıklarına tastamam inanmıştık. İnsanın bir çuval altın elması olur da, onun dediklerine inanılmaz mı? Her dediği doğrudur ve peşinden gidilir. Sen komutanımız ol, biz seninle savaşa gideriz. “
Bunun üzerine genç adam, dedesine ve komşulara birer altın elma vermiş. Hepsi mutlu olmuş. Dede tef çalmış, komşular oynamış. Genç adam ertesi gün öğle vakitleri uyanmış. Bakmış dışarıda bir gürültü var. Olayı duyan köy halkı, biz de altın elma isteriz, diyerek kapının önünde uzun kuyruklar oluşturmuş. Genç adam, dedesini uyandırıp kalan kırk altın elmayla birlikte arka bahçeden kaçıp gitmişler. Şehirde gencin babası, annesi ve iki kardeşi olanlara çok sevinmişler. Neleri varsa eski evlerinde bırakıp, malikâne satın almışlar ve uzun yıllar mutlu ve zengin olarak yaşamışlar. Bu masalı okuyan herkesin bir çuval altın elması olması dileğiyle Serdar Yıldırım saygılar sunar.
SON
|
|
|
Uludağ Tarzanı Ahmet - Serdar Yıldırım |
Yazar: Serdar Yıldırım - 02.03.2024Saat:16:34 - Forum: Hayata Dair
- Yorum Yok
|
|
ULUDAĞ TARZANI AHMET
Bursa Hayvanat Bahçesi'nde çalışmakta olan Kemal dürbünüyle Uludağ'ı gözlemliyordu. Kemal birden irkildi. Gördüğüne inanamadı. Ağaçlar arasında bir boşluk vardı ve orada ağaç yoktu. Halbuki geçen gün orası ağaç doluydu. Dürbününü sağa doğru kaydırdı. Birtakım adamlar, ellerinde baltaları ağaç kesiyordu. Yutkundu. Sağ yumruğunu salladı: " Benim adım Kemal, ben size orada ağaç kestirmem, " diye söylendi. Yan taraftaki tel örgülerin arkasında duran arkadaşı Hayri'ye seslendi: " Hayri, Uludağ'da ağaçları kesiyorlar. Fırla koş, Uludağ Tarzanı Ahmet'e git. Tarzan, bu kesimi engeller. "
Hayri: " Bunlar bir fidan dikmişler mi, ağaçları kesiyorlar? İnsan olmanın erdemine ulaşamamışlar sanırım. Geri zekalılar, " dedi ve tel örgülerin üstünden atladı. Hedefi Uludağ'dı ve Tarzan'ı bulmalıydı. Tarzan bu işin üstesinden gelirdi.
Hayri, Tarzan'ı buldu. Olanları öğrenen Tarzan çok kızdı ve şunları söyledi: " Dededen, babadan kalan ağaçları, sen de çocuğuna, torununa ulaştır. Ağaçlar kesilirse, soluduğumuz hava kirli olur ve çeşitli hastalıklara yakalanırız. Ağaçları kesmeyip korumak lazım. Boş arazilere fidan dikmemiz gerekir. "
Tarzan şimşek hızıyla harekete geçti ve ağaç katliamına dur dedi. Toprağa bağımlı yaşayan, kaçamayan, kendini kollayamayan, var olmaktaki amaçları canlılara yaşam sunmak olan ağaçlar sevindiler. Nihayet onlara arka çıkan biri olmuştu. Tarzan'ın gelmesiyle ağaç kesmeyi bırakıp baltalarını yere atan adamlardan biri şöyle dedi: " Tarzan, bu bizim ekmek kapımız. Ne kadar çok ağaç kesersek, o kadar çok para kazanıyoruz. "
Bir başkası ise, şöyle dedi: " Ya bırak Tarzan, kırp gözünü görmezden gel. Görmezsen bizi, görürüz seni. Şu yüz lirayı al, bozdur bozdur harca. "
Tarzan: " Arkadaşlar, öncelikle bu sizin ekmek kapınız değil. Gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Gidin başka iş bulun. Şu yaptığınız iş sayılmaz, kazandığınızın bereketi olmaz. Yer yer doymazsınız, hiç bir zaman mutlu olmazsınız. Bir ağaç kesen bir baş keser, o ağacı kesen el taş kesilir. "
Uludağ Tarzanı Ahmet'in gür sesi ve kararlı konuşması başları öne eğdirdi. Zaten ağaç kesen adamlar inanmadıkları şeyler söylüyorlardı. Tam gidiyorlardı ki, onları buraya getiren, bir ağacın gölgesine sığınıp orada yatmakta olan ve duyduğu konuşmalar üzerine kalkıp gelen Hasan Ağa: " Selam Tarzan, ben Hasan Ağa'yım. İsteyerek konuşmalarınızı duydum. Biraz üzüldüm, biraz sevindim. Üzüldüm, keşke gelmeseydin ve kesebildiğimiz kadar ağaç kesip gitseydik. Sevindim, senin gelmen iyi oldu. Nice zamandır Bursa'dan bu ormanlara bakar ve iç geçirirdim. Şu ağaçları kessem de küpümü doldursam, diye düşünürdüm. Uludağ Tarzanı Ahmet derlerdi, o ağaçları, ormanları korur. Senin korkundan buraya çıkamamıştım. Bugün bir cesaret bulup geldim ve epey ağaç kestirdim. Demin yüz dedilerdi, az dediler. Sen karanlığa kadar izin ver, al şu bin lirayı harca, ye, iç. Bana bir ay izin versen Uludağ'da kesilmedik ağaç bırakmam. "
Bunun üzerine Tarzan: " Bana bak Hasan Ağa, ayaklarının dibine bıraktığın ve benim eğilip almamı beklediğin o parayı al cebine sok. Değil Uludağ, burada bulunan bir ağaç için, milyon versen fikrimi değiştirmem. Senin bundan sonra ağaç kesmene izin vermem. Parayla satın alınan insanlar vardır ama dünyadaki bütün paraları toplayıp gelsen, ben satılık değilim. "
Tarzan'ın sözleri karşısında Hasan Ağa insanlığından utandı. Başını önüne eğdi ve iki damla gözyaşı göz pınarlarından süzüldü. Param çok olsa dünyayı satın alırım derken, işte gelmiş Tarzan'a toslamıştı. İşçilerine gündeliklerini ödeyip evlerine yolladı. Derin bir çukur kazıp baltaları gömdü. Kestirdiği ağaçlardan özür diledi. Tarzan'dan izin alıp, ağaçları korumak için, Uludağ'ın batı tarafına yöneldi. Yaşam zincirini kırmış, kimliğini değiştirmişti. Artık Hasan Ağa yoktu, Tarzan Hasan vardı.
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
|
|
|
DİL DEĞİŞİMİ VE TÜRKÇE KULLANIMI TARTIŞMALARI |
Yazar: tde_ogretmeni - 25.12.2023Saat:23:39 - Forum: Türk Dili ve Edebiyatı Genel İçerik
- Yorum Yok
|
|
DİL DEĞİŞİMİ VE TÜRKÇE KULLANIMI TARTIŞMALARI
Tüm dillerin zamanla değiştiği, bazılarının öldüğü, yeni kuramsal ve teknolojik gelişmeler sonucunda özel alan dillerinin doğduğu ve kullanıldığı artık herkes tarafından bilinmektedir. Değişim süreci yaşanırken aynı dili konuşanlar için alışılmadık kullanımlar ortaya çıkar. Çeviri yoluyla yeni alanların gerektirdiği terimler ve sözcükler türetilir. Bazıları dilde kabul görür, türetildiği bağlam dışında da kullanılmaya başlar ve yaşar. Bazıları unutulur gider, bazıları ise ait oldukları alanlarda kalır ve o alanla ilgilenenlerin sözlüklerinde yerlerini alır. Dil, iletişimi sağlayan en önemli araç olduğu için dildeki değişim, belli bir dilin tüm kullanıcılarını, değişik ölçülerde (değişimden etkilenme derecesine, yaptığı işe bağlı olarak) ilgilendirir. Bazıları bu değişimleri yadırgar ve çeşitli değer yargıları ile mahkûm eder. Bazıları kuralcı bir tutum izleyerek sürekli bir yanlış avcılığı yapar. Bazıları değişime uygun bir gelişim için çalışır.
(…)
Dil değişiminin doğallığını kabul etmek, yanlış dil kullanımlarını onaylamak anlamına gelmemektedir. Dildeki gözle görünür yanlışlar, dil dizgesine uygun olmayan kullanımlar ve yabancı sözcük kullanımları dil değişimi değil, kamuoyunda bir değer yargısı ile “dil kirlenmesi” olarak nitelenen “dil sapmaları” olguları olarak değerlendirilebilir. Ancak, asıl sorun dil değişimi ve “dil sapmalarını” karıştırmak, birini diğerinin ölçütlerine göre kabul edip değerlendirmektir. Bu, her iki alan için de tehlikelidir. Dil sapmaları ve yanlış kullanımların dil değişimi alanında değerlendirilmesi, sadece dilimizi değil tüm Avrupa dillerini tehdit eden İngilizcenin kültürel egemenliğini bir olgu olarak yok saymak, yanlış kullanımların ise yerleşip kurallaşmasına yardımcı olmak anlamına gelir.
İngilizcenin tüm dünya üzerindeki kültürel egemenliği, ülkemizde de hissedilmektedir. Mağaza ve tüketim maddeleri isimleri, çeşitli alan terimleri ve kavramları İngilizceden dilimize yeni karşılıklar aranmaksızın girmekte ve bazen bu sözcükleri kullanmak “prestij” sorununa dönüşmektedir. Yabancı bir dilin anadil üzerindeki etkisi sadece yeni sözcük boyutunda değildir. Anadilin sözdizimsel ve anlambilimsel yapısına aykırı kullanımlar da çeviri yolu ile yerleşmekte ve kullanılmaktadır. Ekonomik ilişkilerin ve popüler kültür ürünlerinin dilimize yerleştirdiği kullanımların doğruluğu ya da yanlışlığı, yararı ya da zararı tartışılır. Ancak bunlar yaşanan gerçekliklerdir. Kuralcı yaklaşımlar ya da değer yargıları bu sürecin yaşanmasını engelleyememektedir.
Dilde yazım, söyleniş ve dil bilgisi ölçütlerinin belirgin, geçerli bir modele göre oluşturulması kuralcı olmayı gerektirir. En azından eğitim alanında değer ölçütleri belirleyebilmek, düşüncenin belli sözdizimsel ve anlambilimsel kurallara göre aktarımını sağlamak gerekir.
Anadili eğitimindeki kuralcılık, eğitsel ve kamusal alanda dilsel birliği sağlamaya yönelik olmalıdır. Belli bir kültürel ya da siyasal düşüncenin diğerlerine göre üstünlüğünü ya da etkinliğini belirgin kılmaya yönelik olmamalıdır. Dilsel birliği sağlamaya yönelik çabalar, belli söz dizimsel ve anlam bilimsel kurallarla iletişimin gerçekleşmesini hedeflemelidir. Herhangi bir amaç ya da kültürel hedef bağlamında değerlendirilmemelidir.
Dilin yaşayan canlı bir düzenek olması ve adlandırmadaki keyfîlik nedeniyle Türkçe ve tüm diğer diller için dilin kurallarına göre işlemesi ve “korunması” adına yapılan çalışmalar akademik alanlarla sınırlı kalmakta ve toplumsal gerçeklikle örtüşmemektedir. Ekonomik ve kültürel gelişmenin özellikle “popüler” kültür ve “tüketim” nesneleri anlamında sınırları kaldırdığı bir dönemde değişime müdahale şansı azalmaktadır.
(…)
Ülkemizde, dilin sadeleştirilmesi ve anlaşılırlığının sağlanması ile ilgili çalışmalar Tanzimat Dönemi’n-de başlamıştır. Tanzimat aydınları Fransız kaynaklı bir kültürel model seçtiklerinden gelişme, yenileşme ve demokratikleşme alanında yapılacak çalışmaların halkın anlayabileceği düzeyde olması için öncelikle dilde sadeleşme ve yenileşme hareketine gerek duyulduğunu düşünmüşler ve bu alandaki çalışmalarını Fransız kültürel modeline göre sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet Dönemi, Tanzimat Dönemi’nden farklı olarak yeni bir alfabe ile bu gelişimi ve değişimi sağlamıştır. Her iki dönemde de amaç halkın anlayabileceği bir dil kullanmak, eğitimi yaygınlaştırmak ve dili yabancı sözcüklerden arındırarak sadeleştirmektir.
(…)
Özetle X. yüzyıldan başlayıp günümüze uzanan Türkçenin yabancı dillerin egemenliğinden kurtarılması ve sadeleştirilmesi sorunu tarihsel gerçeklik olarak üç aşamadan geçmiştir: Arapça ve Farsçanın etkisi, Fransızcanın etkisi ve günümüzde İngilizcenin etkisi. Değişen kültürel ve ekonomik koşulların dilimizde yarattığı bu süreç sadece bize özgü değildir. Dünya üzerindeki bütün diller benzer etkileşimlerle değişikliğe uğramış ve benzer tartışmaları yaşamıştır.
Dilde sadeleşme, yenileşme ve özenli dil kullanımına yönelik çabalar, iletişimi sağlamayı amaçladıkları sürece başarılı olabilir. Belli modeller ve kalıpların yaygınlaşmasını ve dayatılmasını önerdiklerinde başarı şansları azalır. Dilin sadeleşmesi, dil aracılığıyla yaşanan kültürel yabancılıktan kurtulmak anlamına da gelebilir. Bu nedenle ülkemizde yaşanan dilsel değişim dönemleri, hangi kültürün etkisinde olursa olsun, bizlere kendi kültürümüz ve dilimizle ilgili soru sorma ve yenilenme fırsatı tanımıştır. Kültürel değişim ve gelişimin önemli basamaklarını oluşturmuştur. Bu nedenle değer yargısından uzak bir biçimde, bilimsel ölçütlerle değerlendirilmeleri kültürel kimliğimiz konusunda da yeni verilere ulaşmamızı sağlayabilir.
Betül Parlak, Dil Değişimi ve Türkçe Kullanımı Tartışmaları, Muğla Üniversitesi SBE Dergisi (Kısaltılmıştır.)
|
|
|
Divanü Lügati't-Türk nasıl bulundu? |
Yazar: tde_ogretmeni - 23.12.2023Saat:20:31 - Forum: Türk Dili ve Edebiyatı Genel İçerik
- Yorum Yok
|
|
Divanü Lügati't-Türk nasıl bulundu?
"Meşrutiyet'in ilk yıllarında (1910-1911) Sahaflar'da kitapçı Burhan Efendi'ye bir kitap gelmiştir. Kitabı getiren, eski maliye nazırlarından Vanizade Nazif Paşa'nın akrabası bir kadındır. Kitapçı, yapıtı satmak üzere dönemin Eğitim Bakanlığı'na başvurur. Bakanlık istenen otuz sarı lirayı çok görerek almaz. Bunun üzerine kitapçı onu Ali Emiri Efendi'ye gösterir. Ali Emiri Efendi kitabın değerini hemen anlar, otuz sarı lirayı bastırır. Burhan Efendi'ye de aracılığından ötürü üç lira verir.
Bu, bir ikinci örneği bulunmayan Divanü Lügati't-Türk'tür. Emiri Efendi onu ele geçirdiği için sadrazamlıkla sevindirilmiş gibi olmuştur. Artık herkese kitabın öneminden söz ediyor, ama onu kimseye göstermeye yanaşmıyordur. Kitabı bir kez görmek isteyenlere de, ona bir şey olur korkusuyla olumsuz bir karşılık verir. Sonunda, Sadrazam Talat Paşa'nın işe karışmasıyla buna evetlik gösterirse de basım işlerine Kilisli'nin bakmasını önkoşul olarak ileri sürer.
Şu bir düşüncedir ki, bu kitap Ali Emiri Efendi'den başka birisinin eline geçseydi, bugün belki kitaplıklarımız Divanü Lügati't-Türk'ten yoksun kalacaktı.
Ali Emiri Efendi su katılmamış bir kitap kurdudur. Bütün yaşamı boyunca kitap toplamıştır. Parasıyla elde edemediği kitapları bin bir rica ile bin bir yalvarmayla ödünç olarak alır, onları el yazısıyla kopya ettirdikten sonra geri verir. Yaşamının sonlarına doğru Millet Kütüphanesi'ne armağan ettiği on dört bin kitabın içinde 721 tanesi bu el yazması kitaplardır.
Ali Emiri Efendi o tek yazma Divanü Lügati't-Türk'ü Macar Bilim Akademisi'ne satmaya yanaşmaz. Oysa akademi bu iş için hazrete tam on bin sarı altın önermiştir. Türklük dünyasına yeni ufuklar açacak kitabın öyküsü böyle bir rastlantıya dayanır.
Kaşgarlı'nın Mahmut'un kendi eli ile yazdığı özgün yazma değildir. 1266 yılı 1 Temmuzu'nda Muhammed İbni Ebu Bekir İbni Ebu'l-Feth es-Savi'nin örneklediği yazmadır. Yazma, günümüzde İstanbul Millet Kütüphanesi'nde korunuyor. İlk kez Kilisli Rifat 1915-1917 yıllarında üç cilt halinde yayımlıyor.Günümüze dek birçok kez basılıyor. 1940 yılında Besim Atalay yeni bir çeviriyle yayımlamaya başlıyor. Sovyetler Birliği'nde 1960, 1961, 1963 yıllarında Muttalibov Özbekçe yayımlıyor. 1981'de Sincan'da Uygurca çevirisi basılıyor. 1982 yılında Harvard Üniversitesi yayınları içinde Robert Dankoff ile James Kelly yeni bir yöntemle İngilizce çevirisini yayımlamaya başlıyorlar.
Divanü Lügati't-Türk, Türklük biliminin en önemli yapıtaşlarındandır. O, 'Türk'ün Divanı'dır; 'Türklüğün Divanı'dır. Bir ülkünün, bir bilincin ürünüdür. Türk'ün kültür savaşının öncüsüdür. Böyle bir yapıtın doğması için, sanki Göktanrı on birinci yüzyılda bir bilgeyi görevlendirmiştir. Bilge, yapıtı aynı yüzyılın son yarısında bitirecektir. Bu bilge Kaşgarlı Mahmut'tur. Yaşamı üzerine bilgiler kendi yapıtında serpiştirilmiştir.
Alman doğubilimcisi Martin Hartmann, Divan'ın birinci cildi basıldığı yıllarda Milli Tetebbular Mecmuası'nda bir makale yazar ve Kaşgarlı Mahmut'un yaşamına değinir. Divan'da, Kaşgarlı Halefoğlu Hüseyin adında bir bilgin, Mahmut'un hocası olarak gösterilir. Tac ül İslam Semani'nin Kitab ül-Ensabı'nda bilgiler verildiğini belirtir. Semani, Kaşgar'da yetişen bilginlerden söz ederken Hüseyin'i de anar. Onun erdemli zahit bir şeyh olduğunu bildirir. Ne var ki, anlattığı rivayetlerden dinlemeye değer olmadığını da vurgulamaktan geri kalmaz.
İşte gerek Semani'nin kitabından, gerekse başka tarihsel kaynaklardan, o sıralarda Karahanlı Devleti topraklarında, doğu illerinde bile İslam bilimlerinin yüksek bir gelişme gösterdiği anlaşılır. Martin Hartmann bunu açık yüreklilikle söyler. Hartmann bununla da kalmaz, o sıralarda Müslümanlar arasında yalnız din bilimlerine değer verildiğini de ekler. Bunun dışında sözlük, tarih, soy bilgisi, coğrafya gibi bilgilere önem verilmez. Ve bunun büyük olasılıkla bir çöküş belirtisi olduğunu ekler. Hartmann, yalan yanlış hadis anlatanların adlarının yaşamöyküsel kaynaklarda anılmasını, Kaşgarlı Mahmut gibi bir bilgine yer verilmemesini buna bağlar. Böylece Kaşgarlı üzerine bilgiler, Divan'da verilen bilgilerle sınırlı kalır.
Kaşgarlı Mahmut'un babası Hüseyin, dedesinin adı ise Muhammet Barshanlı. Babası Barshan'dan Kaşgar'a göçmüş. Mahmut burada doğmuş. Nitekim Divan'da Barshan'ı anlatırken, 'bu şehir Mahmut'un babasının şehridir. Yani, Mahmut'un babası oradandır' diye açıklıyor. Ünlü Türk hanı Gazneli Mahmut'un babası Sevük Tekin de, kökende Issık Gölü dolayındaki bu Barshan kentinden. Mahmut da soylu bir aileden. Divan'da bunun içindir ki, 'bizim atalarımız olan beyler emir sözcüğüne hamir derler, çünkü Oğuzlar emir diyemezler' diye yazar. Öyleyse Mahmut kendi soyunun Oğuzlarca bu ağızda e sesi yerine h sesi kullanılması nedeniyle Hamirler diye tanındığını, bunun 'emirler' anlamına geldiğini söylüyor. Soyunun Oğuzlar'ın oturduğu illeri yönettiğine mi değinmek istiyor? Yoksa onların buyruğundaki ordular Oğuzlar'dan mı oluşuyor? Bunu Divan'dan çıkarmak olanaksız. Ancak Mahmut Divan'ın bir yerinde, atalarının Emir Berherkin olduğunu söyler. Ataları Türk ülkelerini Samanoğulları'ndan almıştır.
Tüm bu verilere göre Kaşgarlı, Karahanlı Ailesi'nden değilse bile o aileye yakın yüksek Türk soylularından. Nitekim kendisi de yapıtının başında soyca Türk ileri gelenlerinden olduğuna değinir. Kendisinin iyi silah kullananlardan olduğunu ekler. Karahanlı soyuna giren kimi tanınmış adamlardan söylentiler iletir. Ve de yapıtında savaş şiirleri, askeri terimler, Karahanlı devlet örgütü ve saray gelenekleri üzerine bilgi verir. Tüm bunlar söz konusu yargımıza kanıttır.
Kaşgarlı Mahmut'un doğum ve ölüm yılları kesin bilinmiyor. Yapıtını Bağdat'ta yazmaya başladığına göre Kaşgar'dan Irak'a göçmüş olmalı. Ne ki, niçin geldiğini söylemiyor. Yalnız Türk bozkırlarında gezi yaptığını, birçok Türk lehçesini, görenek ve geleneklerini yerinde öğrendiğini söylüyor. Tarım, İli, Çu ve Siriderya ırmakları yöresindeki Türk kentlerini doğrudan gördüğünü belirtiyor. Türlü şehir ve boy halkının ağız ayrımlarını,sözcük konusundaki kimi ayrılıklarını bildiğini anlatıyor. Bağdat'a gelip yapıtını yazmaya başladığında tüm bunları öğrenmiş, saptamış, yaşı da ilerlemiştir. Arapça'yı eksiksiz yazabilir. İslam bilimlerini büyük olasılıkla Türk illerinde Karahanlı döneminin İslam Türk bilginlerinden okumuş olmalıdır. Hartmann'ın da belirttiği gibi bu durum Kaşgar ve Bargsan bölgelerinin o zaman uygarlıkça ilerlemiş olduğunu gösterir.
Karahanlılar, 960 yılında Budacılığı bırakıp İslamlığı seçiyor. Arapça'nın İran ve Orta Asya dilleri üzerine yoğun egemenliği başlıyor. Sogotça gibi yok olma tehlikesi ile yüz yüze. On birinci yüzyılda Karahanlı'dan iki kişi Balasagunlu Yusuf ile Kaşgarlı Mahmut, Türkçe'nin gönüllü savunmasını ele alıyorlar.
Kaşgarlı, 1072-1074 yıllarında yapıtını Bağdat'ta yazıp bitiriyor. Abbasi Halifesi El-Muktedi'ye sunarak şöyle diyor: 'Tanrı yeryüzündeki erki Türkler'e vermiştir. Bunların dilini öğrenmekte yarar vardır. Bu kitabı Araplar'a Türkçe öğretmek için yazdım, buyrun.'
Uzun bir birikimden sonra yapıtını, büyük olasılıkla 25 Ocak 1072'de Bağdat'ta yazmaya başlar. 10 Şubat 1074'te* bitirip Bağdat'ta Abbasi halifesine sunar.
Kaşgarlı Mahmut, yapıtını iki aa amaç için kaleme alır: Araplar'a Türkçe öğretmek ve Türkçe'nin Arapça gibi büyük bir dil olduğunu kanıtlamak. Tüm amacı ve düşüncesiyle Mahmut, büyük bir Türk ulusçusudur. Nitekim o yapıtında yazış yöntemini şöyle anlatır:
'Türkler'in hemen tüm illerini, obalarını,bozkırlarını inceden inceye gezip dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini tümüyle belleğime yerleştirdim. Bu konuda her boyun dilini eksiksiz öğrenecek ölçüde başarılı oldum.'
Türk dilleri sözlüğü, karşılaştırmalı dilcilik yöntemine uyan bir çalışma. Türk dil ve kültür tarihinden üstün bir yapıt. Divan, genel çizgileriyle o dönem Türk dili ve uygarlıklarını betimleyen eşsiz bir yapıttır. Yazar yapıtında çok değişik bilgileri bize akıcı bir anlatımla vermeyi başarır. O çağda Türk boylarından derlenmiş sözler yanında Türk gelenek, görenek, inanç ve coğrafyası konusunda bilgileri de içerir. Derlenmiş Türkçe sözler Arapça'nın sözcük düzenine göre, ünsüz sayısınca vezin kalıplarına ayrılarak sıralanır. Sözcük açıklamalarında ağızlarda karşılaştığı anlam sapmalarını ve ses değişmelerini karşılaştırır. Sözgelimi,
'Yagma,Tohsı, Kıpçak, Yabagu, Tatar, Kay, Çumulve Oğuzlar her zamanz'yi söz içinde y'ye dönüştürür. Hiçbir zaman z ile söylemezler. Buyüzden onların dışındakiler kayı ağacına kazın der. Bu boylardan kişiler kayın der.'
diye açıklar. Evet sözcüğünü ise şöyle açıklar:
'Bu sözcük üç türlü söylenir. Yagma, Tohsı, Kıpçakar evat, Uygurlar emet ya da evat der. Başka Türkler yemet der.'
Kaşgarlı, sözlükte dilbilgisi kuraları üzerinde de durur. Sözgelimi,
'Oğuzlar zaman ve yer adlarındaki -gu ekinin yerine -ası ekini kullanır, bargu diyecek yerde -'varacak yer anlamında' anlamında- barası derler.'
diye bilgi verir.
Yalnız halk ağzından seçilmiş sözcüklerle kalınmaz, o dönemin klasik yazı dilinden de alıntı yapılır. Nedir, alıntıların kimden alındığı belirtilmez. Yalnız Çuçu adlı bir Türk ozandan söz edilir.
Seçilen sözcüklerde konu ve anlam bakımından ayrım yapılmaz. Sesbilgisi,yapıbilgisi ve ağız ayrılıkları birbirine bağlı olarak ele alınır. Yansıma sözcükler, saray dilinden kimi öğeler, dilbilgisi kuralları bu ayrıma girmez. Yer ve ülke adlarından yalnız belli başlıları alınır. Bu adlardan kimileri Divan'a eklenen haritada gösterilmez.
Yapıt, söz varlığı bakımından olağanüstü zengindir. Sözlükte dokuz bini aşkın sözcük ve sözbirliği verilir. Halk yazınından örnekler sunulur. Boy, halk ve yer adları sıralanır. Bulgar lehçesine oldukça az yer verilir. Orhun ve Hazar Türkçelerine hiç değinilmez. Türkçe olmayan sözcükler üzerinde durulmaz.Ancak kimi yabancı sözcükler Türkçe sanılarak açıklanır.
Söz başı olarak seçilen Türkçe sözler Arap yazısı ile verilir. Bu sözlerin Türkçe'ye özgü ses özelliklerini belirtmek için Arap yazısının duraksama, dış ünlüleme, çift ünlüleme ve yineleme (sükun, hareke, med ve teşdid) imlerinden yararlanılır. Arap yazısından bulunmayan Türkçe'ye özgü kimi sesler için özel çevriyazı imleri konur. Sözgelimi, Türkçe'nin uzun a ünlüsü için iki elif yazacı yan yana yazılır. W sesini göstermek için üç noktalı f kullanılır. Böylece Kaşgarlı, Arap yazım geleneği ile yetinmez. Türkçe sözlere özgün yeni bir yazım yaratır.
Uzun ünlü: Kaşgarlı, Türkçe'nin kimi ses özelliklerini başarıyla saptar. Türkçe'nin uzun ünlülü yapısını ilk kez o ortaya koyar. Sözgelimi kimi sözleri şöyle gösterir:
aaw 'av' aaq 'ak'
aasmaq 'asmak' aal 'hile'
aaç 'aç' aaş 'yemek'
aat 'ad, san' aay 'ay'
aaz 'az' baal 'bal'
baalıg 'yaralı' baar 'var'
baaş 'yara' çaal 'laca, kır'
qaan 'kan' qaar 'kar'
saag 'sağlam, sağ' saan 'sayı'
taan 'inkar etmek' taaş 'taş'
taaz 'kel' yaap 'hile'
çııq 'nemlenmek' qıın 'kın'
qıız 'kız' tıın 'nefes'
beeg 'bey' nee 'ne'
iil 'memleket' iin 'çukur, iniş'
bood 'boy, vücut' bool- 'olmak'
soogun 'soğan' yoog 'yas'
kööz 'göz' ööç 'öc'
söök 'sövmek' buut 'but, bacak'
küü 'ün, şöhret' küüç 'güç, zor'
Türkçe sözbaşları Arapça olarak açıklanır. Açıklama örnekleri genellikle atasözlerinden ya da halk yazınından seçilir. Bu yüzden yapıtta Türk halk yazınından dört önemli uzun ağıt ile birlikte birtakım destan, hikmet, özdeyiş, pendname ve bahriyeler bulunur. Sözgelimi, Türk abecesine göre yeniden düzenlenmiş bir kesit şöyledir:
Alıq/er alıqtı: Adam alçaldı. Baş alıqtı: Yara azdı, bozuldu. Cünup aybaşı, loğusa olan kimselerin bakmasından bozulan her şeye de böyle denir. Alıqar, alıqmaq. Şu kesitte de geçer:
Başı anıñ alıqtı Yarası onun azdı
qanı yozup turuqtı Kanı çok akıp durdu
balıg bolup tagıqtı Yaralanıp dağa çıktı
emdi anı kim yeter Şimdi ona kim yetişir
alış: Su ağzı ve buyun havuza döküldüğü yer.
Alış: Borçluyu borcu yüzünden sorguya çekme.
Alış bériş: Bir hakkı alma, bir hakkı verme.
Alışdı/ ol maña alım alışdı: O, bana alacağını almakta yardım etti. Başkası da böyledir. Alışur, alışmaq.
Almıla: Elma.
Alp: Yiğit. Alp yagıda alçak çogıda 'yiğit düşman karşısında, yumuşak huylu adam savaşta belli olur.' Şu kesitte kullanılmıştır:
Alp er toña öldü mü Alper Tunga öldü mü
Êsiz ajun qaldı mu Kötü dünya kaldı mı
Ö?lek öçin aldı mu Felek öcün aldı mı
Amdı yürek yırtılur Şimdi yürek yırtılır
(Afrasiyap Han öldü mü? Kahpe dünya kurtuldu mu?Zaman ondan öcünü aldı mı? Şimdi onun ülkesi üzerine -zamaneye kızarak- yürek parçalanır.)
alpagut: Tek başına düşmana saldıran, hiçbir yandan yakalanmayan yiğit. Şu kesitte de geçer:
bu?raç yeme qudurdı Budhraç yine kudurdu
alpagutın a?ırdı Yiğitlerini ayırdı
süsin yana qadırdı Askerini yine döndürdü
kelgelimet irkişür Gelmek için toplaşıyorlar
(Yabaku oymağının beyi Budhraç yine askerleriyle döndü, yiğitlerini seçti, gelmek için toplandı.)
alqaldı/begke alqış alpaldı: Bey öğüldü, alkışlandı./ alqalur, alqalmaq.
Alqaşdı/ ol menig birle alqış alqaşdı: O, benimle alkış alkışladı. Öğmekle alkışta yarış yapmak da böyledir. Alqaşur, alqaşmaq. Şu kesitte de geçer:
Alplar arıg alqışur Yiğitler temiz öldürüşür
Küç bir qılıp arqaşur Güç birleştirip arka verir
Bir bir üze alqaşur Birbirini övüşür
E?germedhip oq atar Düşünmeksizin ok atar.
Alqındı/ alqındı neñ: bir şey tümden bitti, tükendi./ er alqındı: Adam öldü./ alqınur, alqınmaq.
Alqış: Dua etme, övme, birinin iyiliklerini sayma. Ol bagke alqış bérdi: o beyi övdü. Yalavaçqa alqış bérgil Yalvaç Muhammet'e salavat getir.
Alqıştı/boy êkki bile alqıştı: İki boy birbiriniyok etti. Herhangi bir şeyi yok etmek için,yarışmak da böyledir. Alqışur,alqışmaq.
Alptı/ol tavarın alqtı: O malının bitirdi./ Başkası da böyledir. Alqar, alpmap
Alsadı/ol at alsadı: O, at almak istedi./ Başkası da böyledir. Aslar, alsamaq.
Alsıqtı/ol tawarın alsıqtı: Onun malı alındı, soyundu./ alsıqar, alsıqmaq.
Altın: Aşağı, alt.
Altun tarım: Büyük kadınlara verilen bir san.
Alturdum/men andan yarmaq alturdum: Ben ondanpara aldırdım. Altururmen alturmaq.
Aluç: Soğutulmuş nesne.
Aluçın: Yenilen, boğumlu ot.
Aluş: Kaşgar'da bir köy adı.
Altun: Altın.
Divan'da bir de dünya haritası bulunur. Bu, ilk Türk dünya haritasıdır. Haritada, 11. yüzyılda Türkler'in oturdukları alanlar ve ilişkide bulundukları uluslar pek az yanılgı ile sağlıklı bir biçimde gösterilir. Türkler'le ilişkisi olmayan uluslara yer verilmez. Denizler yeşil, bozkırlar sarı, ırmaklar mavi, dağlar kızıl ile gösterilir. Haritanın merkezi Türk hanlarının oturduğu Balasagun kentidir. Dünyanın merkezi olarak da orası gösterilir. Öbür Türk ülkeleri ona göre yerleştirilir.
Divan'da Türk boylarının yirmi ana kökten geldiği belirtilir. Ama asıl boylar göz önüne alınır. Ayrıca her boy birkaç uruğa ayrılır. Uruğlar çok olduğu için adları verilmez. Yalnız herkesin bilmesi gerektiği vurgulanan yirmi iki Oğuz boyu damgalarıyla birlikte açılanır. Yerleşme durumlarına göre Türk boyları sıralanır. Yer, ulus, kişi adları ile boy, soy, uruğ, aşiret adları gösterilir. Türk yaşam biçimi ve yerleşmesi üstüne bilgi verilir.
Kaşgarlı o dönem Türk lehçeleri arasındaki ayrılıkları şöyle özetler: 'Asıl sözde değişiklik az olur. Değişmeler yalnız birtakım seslerin yerine başka sesler gelmesi ya da kimi seslerin atılması nedeniyle doğar.' Buradan çıkarak yer yer kimi lehçe ayrılıklarına değinir, birtakım yargılara varır. Ona göre en doğru Türkçe, Tuhsı ve Yağma boylarınındır. Uygur bölgesine dek uzanan alanda Ila, Ertiş, Yamar, İtil ırmakları çevresindeki Türkler'in dili doğru dildir.
Kaşgarlı, Hakaniye diye adlandırdığı Karahanlı Türkçesi'ni 'çağın en ince ve açık Türkçesi' olarak tanımlar. Bu dil ona göre Hakaniye şehzadeleri ile çevresinin dilidir. Gerçekten Hakaniye Türkçesi, Karahanlı Devleti'nin yazın ve resmi devlet dilidir. Nitekim, Yusuf Has Hacip ünlü yapıtı Kutadgu Bilig'i 'Han tilince' yazdığını bildirir. Kaşgarlı ayrıca Çiğil, Yağma, Argu ve Uygur ağızlarını, Hakaniye'yi esas alır. Öbür lehçelerdeki ayrılıkları ona göre açıklar. Çiğiller'in, Karluklar'ın bir boyu olduğunu belirtir. Issık Gölü'nün kuzeybatı kıyılarında yaşadıklarını söyler. Kent ve köyleri olduğunu, üç boya ayrıldıklarını belirtir.
Kaşgarlı, Oğuzca'ya başka bir ayrıcalık tanıyor. Oğuzlar, Oğuzeli ve Oğuzca üzerinde oldukça fazla duruyor. Bu Oğuzlar'ın 10-11. yüzyıllarda Orta Asya dünyasındaki önemlerinden kaynaklanıyor. Oğuz Türkmen boyları daha 10.yüzyılda Siriderya kıyısındaki bozkırlardan başlayıp Siriderya, Maveraünnehir, Harezm ve Horasan bölgelerinde önemli bir yer tutmuşlardır. 11.yüzyılda Selçuklular batıya göç etmişlerdir. Yeni toprak kazanımları ile Oğuz egemenliği Azerbaycan, Irak bölgelerine ve dönemin büyük kültür merkezlerinden biri olan Bağdat'a dek uzanmıştır.
O çağda Oğuzca, Karahanlıca'dan bütün yönleriyle ayrılmış değil. Bu yüzden Kaşgarlı, yapıtında ortak özellikler üzerinde ayrıca durmuyor. Karahanlı Türkçesi için verdiği yüzlerce örnek aynı zamanda Oğuzca için de geçerli. Kaşgarlı, 'Oğuzca'dır' uyarısı ile salt Karahanlı yazı dili ve öbür ağız ve lehçelerde bulunmayan ve Oğuzca'ya özgü sözcüler veriyor.
Oğuz Türkçesi'ni Kaşgarlı, 'Dillerin en yeğnisi Oğuzlar'ın, en doğrusu ise Tohsı ve Yağmalar'ın dilidir' der. Yağmalar'ın dilini 'en kolay Türkçe' olarak tanımlar. Hakaniye'den sonra ikinci Türk yazın dili söyler. 'Oğuz Türkçesi'ne Kıpçak, Yimek, Peçenek, Bulgar lehçeleri girer. Oğuzlar Farslar'la çok karıştıkları için, birçok Türkçe sözü unutup Farsçları'nı almışlardır' diye açıklar. Bu konuda bir de atasözü verir:
Başsız börk bolmas, tatsız Türk bolmas.
Başsız Türk olmaz, Farssız Türk olmaz.
Kaşgarlı, Oğuzca ve öbür Türk lehçelerinin dil özelliklerini ise şöyle verir: Oğuzca ve Kıpçakça'da Hakaniyece'ye göre y- ulaması vardır. Sözgelimi.
yılıg suv ılıg suv ılık su
yelkin/elkin konuk
Oğuzca ve Kıpçakça'da ön ve iç y-, -y- sesinin c-, -c- sesine dönüştüğü olur.
cincü-yincü inci
cugdu- yugdu deve kılı
Oğuzca, Kıpçakça ve Suvarca'da m- önsesi b- biçimindedir:
Karahanlıca Oğuzca
men ben ben
mün bün çorba
manyak baynak pislik
Ne ki, b-> m- değişimine uğramış mınar sözcüğünü de Oğuzca gösteriyor. Oğuzca'da önde ve içte t-, -t- sesleri d-, -d- sesine dönüşür. Böylece 11. yüzyılda Oğuzca'da bu değişim başlamıştır.
Bögde-bökte hançer
Yigde-yikte iğde
Nitekim karşı örnekleri de verdiği olacaktır. Kaşgarlı'ya göre t- ile başlayan şu sözcükler de Oğuzca'dır:
tamar damar tarıg darı
tamak damak telü deli
tön- dönmek tubul delinmek
Oğuzca ve ona yakın ağızlarda eski Türkçe'nin b sesi v ile karşılanır:
ev ev suvıg/suvuk cıvı
tavar cansız mal savaş savaş savçı
sevük sevgili yavlak kötü, düşkün
Ancak Kaşgarlı'da, Oğuzca'da söz başındaki b- sesleri korunuyor. Henüz v- sesine dönüşmüş değil.
barmak varmak
birmek vermek
bolmak olmak
Oğuz, Yağma, Tuhsı, Kıpçak, Yabgu, Kay, Çumul lehçelerinde Çağatayca'daki d sesi yerine y sesi kullanılır. Kimi zaman ise hiç kullanılmaz.
kayın/kadın kayın ağacı
ayıg ayı (adıg)
ayrık ayrık otu (adrıg)
Burunsal ñ sesi Oğuzca'da da korunur. 11.yüzyılda Eski Türkçe'nin burunsal ñ ünsüzü Oğuzca'da kullanılır.
iñek inek yaña dere kıyısı
yalñuk cariye teñgelgüç dölengeç kuşu
bardıñız vardınız
Hakaniye Türkçesi'nde kimi zaman yer adlarının sonunda -g sesi bulunduğu durumlarda Oğuzca'da elif:a bulunur.
Bargu yir/barası yir 'varılacak yer'
Turagu ogur/turası ogur 'kalkılacak zaman'
Oğuz ve Kıpçakça'da ad ve eylemlerde söz içindeki -g- sesi düşer.
çumuk/çumguk ala karga
tamak/tamgak damak
o evge baran ol/ol evge bargan ol 'o eve gidicidir'
ol er kulını vuran ol/ol er kulını urgan ol 'o adam kulunu dövücüdür'
Argu lehçesinde Hakaniye Türkçesindeki iç ve sondaki -y- sesleri -n-, -n ile karşılanır.
kon/koy koyun
çıgan/çıgay yoksul
kanu nen/kayun nen hangi
Çiğiller'de ve Bizans'a dek uzaman kimi Kıpçak ağızlarında Çağatayca'nın d sesi z sesine dönüşür. Bu ses Oğuzca ve kimi başka lehçelerde y sesi ile karşılanır:
Hakaniye Türkçesinde a- ile başlayan kimi sözlere Peçenekler'de ve Hotanlılar'da h- ulaması olur.
hata/ata baba
hana/ana ana
Türkçe'de h- ile başlayan sözcük bulunmadığı için Kaşgarlı, yukarıdaki örnekleri Türkçe saymaz ve üzerinde pek durmaz.
Fuat Bozkurt, Türkler'in Dili, s.164
* Bu konuda değişik görüşler var. Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi 2'de yapıtın 1077'de tamamlandığını söyler.
|
|
|
Boksör Kanguru Das - Serdar Yıldırım |
Yazar: Serdar Yıldırım - 14.11.2023Saat:22:29 - Forum: Hayata Dair
- Yorum Yok
|
|
BOKSÖR KANGURU DAS
Avustralya Kıtası’nda pek çok kanguru yaşarmış. Bazı zamanlar kanguruların sayısının dört milyonu bulduğu olurmuş. Ormanda, dağda, bayırda, çölde nereye baksan kanguru görürmüşsün. Kangurular, denizin ortasında büyük bir ada olan Avustralya Kıtası’nda öylesine çoğalmışlar ki, bu durum bazı genç kanguruları yeni yaşam sahaları aramaya yönlendirmiş. İşte bu genç kangurulardan biri de Das’mış. Das’ın yakında bir gemiye binerek Kanada’ya gideceği haberi kangurular arasında hızla yayılmış. Das’ın iki yıl sonra geri döneceği ve neler anlatacağı merakla bekleniyormuş.
Das bir gece Sydney Limanı’na gelerek, Kanada’ya giden gemiye gizlice binmiş ve geminin ambar dairesine saklanmış. Burada yiyecek, içecek depoları bulunuyormuş. Gemi, Büyük Okyanus’tan geçerek günler sonra Kanada’daki Prince Rupert Limanı’na varmış. Das geceleri şehrin karanlık sokaklarında gezmiş, dolaşmış. Ama bir gece oradan geçmekte olan, kangurulara boks yapmayı öğretip, onları ringlerde birbiriyle dövüştüren bir menajerin dikkatini çekmiş. Menajer, Das’ı, adamlarına yakalatıp, ringe çıkarmış. Das boks öğrendikçe bu konudaki yeteneği ortaya çıkmış. Çok güçlüymüş ve yumrukları demir gibiymiş.
Das daha sonraki aylarda ringde kangurularla pek çok maça çıkmış. Rakiplerini birer birer yenen Das, final maçına çıkmaya hak kazanmış. Şimdiki şampiyonu yenerse dünya şampiyonu olacakmış. Şampiyonluk maçı tam da Das’ın Avustralya’dan yola çıktığı günün ikinci yıldönümüne denk gelmiş. Arkadaşları, birkaç gündür Das’ın dönüşünü Sydney Limanı’nın karşısındaki tepede bekliyormuş. O gün gelen gemilerin hiçbirisinden Das çıkmamış. O akşam kangurular arası dünya şampiyonluğu maçını pek çok ülke televizyonu yayınlıyormuş. Bunlardan biri de Avustralya televizyonuymuş. Prince Rupert’ten gelen gemi yolcularını boşaltmış ve limanda demirlemiş. Kaptan ve gemi çalışanları boks maçını televizyondan seyrediyormuş. Arkadaşları, Das’ın bu gemiyle mutlaka gelmesi gerektiğini düşünerek, acaba ambarda kilitli mi kaldı yoksa bir aksilik oldu da yakalandı mı, diyerek gece karanlığında gemiye çıkmışlar ve televizyondaki boks maçını görmüşler. Arka ayakları üstünde duran ve ön ayaklarında eldiven olan iki kanguru birbirlerine kıyasıya yumruk atıyormuş. Bazen uzun kuyruklarıyla yere tutunarak, arka ayaklarıyla rakibinin karnına tekme vuruyormuş. Bir kanguru, şu sarı eldivenli bizim Das değil mi, deyince, ötekiler, evet, demişler, bu bizim Das.
Maç sonunda rakibini yenen Das, dünya şampiyonu olmuş ve altın madalya boynuna takılmış. Seyirciler, çılgınca Das’ı alkışlamışlar. Omuzlarda taşımışlar. Yumruklarını havada sallayan ve göğsüne vuran Das, hayatından memnun görünüyormuş. Das’ın dünyanın öbür ucunda olduğunu bilen arkadaşları gece yarısından sonra yola çıkıp sabaha kadar koşmuşlar ve ertesi gün nerede bir kanguru görseler Das’ı anlatmışlar. Das’ın dünya çapında şöhrete ulaştığından bahsetmişler. Onun geri gelmesini ister misiniz, sorusuna kangurular: “ Hayır, gelmesin. Das, kanguruların spor elçisi olsun ve bizi dünyaya tanıtsın. Burada kanguru sürüsüne katılmadığı için, ayrı dururdu. Ayrışmak istedi, bir, tek olmak istedi ve aramızdan ayrıldı. Bizden koptu. Das şimdi hak ettiği yerde, zirvede. Zirvedeki yerini uzun yıllar koruyacaktır. “
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
|
|
|
Simitçi Çocuk - Serdar Yıldırım |
Yazar: Serdar Yıldırım - 14.11.2023Saat:22:28 - Forum: Hayata Dair
- Yorum Yok
|
|
SİMİTÇİ ÇOCUK
1970 yılının mayıs ayının bir öğleye doğru vaktinde herkes kendi alemindedir. Büyük soğukların hüküm sürdüğü, kar yağışının manzarayı beyaza boyadığı, tipinin, fırtınanın bol olduğu bir kış mevsimi etkisini kaybetmiştir. Yaz gelmiştir. Ağaçlar dallanmış, kovanlar ballanmıştır. Yemyeşil çimenler bitmiştir. Tomurcuklar ilk nefeslerini derin derin içlerine çekmektedirler. Kırlar, parklar, bahçeler, insanla dolmuştur. Kışın sokaklarında hayaletlerin, cinlerin kartopu oynadıkları, kardan adam yaptıkları bu şehir yazın gelmesiyle birden bire heyecanlanmıştır. Dam altlarını, kapı eşiklerini, insan nefesini bir heyecan kasırgası etkilemektedir.
İskender, 11 yaşında iş almak için Beyaga'nın fırınına gelir. Kapı ardına kadar açık hemen kapının bitişiğinde geniş ve uzun raflar vardır. Kapının üzerinde - İşi olmayan girmesin - yazılı tabela bulunuyordu. Fırının orta yerinde tahminen bir metre yüksekliğinde genişçe göbek taşı, bu taşın üzerinde de üç tane uzunlu kısalı fırın küreği ve koklayanın ah ettiği taptaze, bol susamlı simitler duruyordu. Fırın ocağının başında 40 yaşlarında, orta boylu, saçlarının önü tamamen dökülmüş, topluca yüzü ateşin etkisiyle kiremite çalan bir tavır takınmıştı. İçeride ayrıca gençten dört kişi vardı. İkisi simit satmak için bekleyen seyyar simitçi diğer ikisi hamur açıp simite şekil veren fırında çalışanlardı.
İskender içeri doğru birkaç ürkek adım atıp Ali Dayı'ya sordu: ---- Ben, dedi, simit alıp satmak için gelmiştim. Şöyle bir yutkundu. Eğer satıcıya ihtiyacınız varsa çalışmak istiyorum, dedi. Ali Dayı şöyle bir göz ucuyla çocuğu süzdü. Kısa saçlı, esmer yüzündeki buruk ifade onun bundan önce geçen hayatının pek kolay olmadığını gösteriyordu. Normal boylu, hafif zayıftı. Üzerinde eski ve siyah renkte biraz bol ve uzunca bir ceket ve pantolon vardı.
Ali Dayı: ---- Simitçilerimizden birisi gelmedi. Onunkileri sen satarsın. Simitler 25 kuruş. Simit başına 10 kuruş kar veriyoruz. Söyle bakalım kaç simit almak istiyorsun?
İskender şöyle bir düşündü. Kararını verememişti. Hamurcu Cafer söze karıştı:---- İstersen 50 simit al. Bugün pazar. Yıldız Sineması saat 2' ye doğru dağılır. Ayrıca bugün top sahasında maç var. Oraya gidersin, dedi. İskender, Cafer'in konuşmasından güç alarak şöyle gerindi. Ali Dayı'ya dönerek " Tamam " dedi. " 50 tane satarım. "
Fırında bir yandan simitler fırına verilirken diğer yandan da sohbet koyulaşıyordu.
İskender gün boyu sinema, maç, kahvehane, mahalle, sokak demeden dolaşmış ve elindeki simitleri satmış fakat oldukça yorulmuştu. Eline hesap kitaptan sonra kalan 5 lirasını aldı. Hava iyice kararmıştı ve sokaklar hala insan doluydu, çünkü o akşam pazar akşamı olduğu için üç-dört yerde birden düğün vardı. İskender ele güne aldırmadan evinin yolunu tuttu. Yol üstündeki bakkaldan içeri girdi. Tanesi bir lira olan ekmekten iki tane aldı. Koltuğunun altına ekmekleri sıkıştırarak dışarıya çıktı. Evleri şehir merkezinden oldukça uzaktı. İnegöl Belediyesi'nin göçmen evleri olarak yaptırdığı aynı tipte evlerden oluşan şehir kenarında kurulmuş bir mahalleydi. Halkı fakir insanlardı. Evlerde iki oda mevcuttu. Ayrıca evin yanında tuvalet ve çitle çevrilmiş küçük bir bahçesi vardı. Bahçeye daha çok mısır, domates, biber, fasulye ekerlerdi. Daracık, tenha sokaklar karanlıktı. Daha elektrik gelmemişti. Mahalleli odalarını kandil veya gaz lambalarıyla " eh işte " aydınlatarak karanlığı kovuyorlardı. İskender evin kapısını çaldı. Kapıyı anası açtı. Çocuğunun elinde iki tane ekmek görünce gözleri ışıdı: ---- Oğlum, ekmekleri nasıl aldın? diye sordu.
İskender buruk bir şekilde: ---- Ana bugün simit sattım. Kazandığım paranın bir kısmıyla bu ekmekleri aldım, dedi. Annesi kapıyı kapadı. Birlikte odaya girdiler. İskender'in babası, sedirin üstünde köşeye büzülmüş, oturuyordu. Sobanın üzerinde tencere kaynıyordu. Oda mis gibi kuru fasulye kokuyordu. Koku, İskender'in açlığını bir kat daha arttırdı. Çünkü sabah içtiği çorbadan sonra ağzına lokma koymamıştı. Ekmekleri anasına verdi ve sobanın yanına oturdu. Bahar aylarında olmasına rağmen üşümüştü. Geceleri nispeten soğuk oluyordu. İskender'in babası, 38 yaşında ve orta boylu idi. Çektiği sıkıntılar onu yaşından 10 yaş daha yaşlı gösteriyordu. Sırtı hafif çökmüş, saçları kırlaşmaya yüz tutmuş, beti benzi solmuştu. Gençliğinden beri tarlalara çapaya gider, ne iş bulursa çalışırdı. Yaptığı işin karşılığını alamamış, devamlı ezilmişti. Bilirdi ki kendisinden çok daha mutlu ve rahat yaşayanlar vardı. Bilirdi ki nefes almak, üç beş kuruş kazanıp anca karın doyurmak yaşamak değildi. Ama ne yapsındı ki ne yapsın!
2 yıl sonra: Sonbaharda yavaş yavaş soğuklar başlamakta kış gelmektedir. İskender'in anası hamile kalmıştır. Fakat diğer yandan soğuktan iyi korunamamış, grip olmuş, devamlı öksürmektedir. 1972 yılı ocak ayında evinde doğum yapar, bir oğlu olmuştur. Çocuğun adını İsmail koyarlar. Yaptığı doğum ve gıdasızlık nedeniyle kadın çok halsiz düşmüştür. Doktora gidecek, ilaç alacak paraları yoktur. Bir hafta sonra hastalık zatürreye çevirmiş ve hasta perişan olmuştur. O gece devamlı sayıklamış, inlemiştir. Sabahı komşulardan birkaç kişi aralarında para toplarlar. Öğleye doğru baba kadını sırtlar, İskender de beraber İnegöl Devlet Hastanesi'nin yolunu tutarlar. Kapıdan içeri girerken, ayakkabılarının çamurunu kenarda silerler. İçeride görevli adama doktoru sorarlar, yukarıda sola sapın, ilerde, diye tarif eder. Baba zor zahmet merdivenleri çıkar. Doktorun kapısını çalar, içeri bir adım atar ki, ayağı kenardaki masaya takılır. Zaten yorgunluktan bitmiş, tükenmiş olan baba sendeler ve sırtında karısıyla beraber yere yuvarlanır. Kadının kafası sert zemine çarpar ve kanlanır. İskender anasının üstüne kapaklanır: ---- Ana, ana, diyerek feryat eder. Seslere birkaç doktor ve hemşire gelir. Baba yerinden yavaşça doğrulur, şaşkındır. Ne yapacağını bilemez. Oğlunu tutar, kaldırır.
Doktor: ---- Kadın zaten çok hastaydı. Adam birden düştü. Adamın bu işte bir suçu yok, der. Polise haber verilir.
Anasının hastalığı ve hastanede vefat edişi İskender'in tertemiz yüreğinde derin yaralar açmıştı. Kolay değil yıllarca insanlık tarafından terk edilmiş vaziyette ipe sapa gelmez kaderinle baş başa yaşa, tam yeni işe girmiş az buçuk ekmeğini kazanmaya başlamış ve kardeş sahibi olmuşken, anacığını, o hep iyiyi düşünen, yaşamının en güzel yıllarını onu büyütmek için feda eden anasını kaybetmek... Babası ve kardeşi İsmail ile yalnız kalmışlardır. Kardeşi daha küçüktür ve bakıma ihtiyacı vardır. Şefkate ihtiyacı vardır. Yakın komşularının yardımıyla durum birkaç gün idare edilir ve komşu mahalleden kocası 1 yıl önce kızı Kisme ile yüzüstü bırakıp kaçmış olan Ardüş Hanım'ı İskenderlerin evine getirirler. Kadın çocuğa bakacak, ev işlerini yapıp o evin hanımı olacaktır. 1 yıldır kızıyla birlikte yalnız yaşamaktadır. Hayat şartları zordur. Kızı Kisme 7 yaşında, zayıf ve siyah saçlıdır. Eve üç yaşlı kadınla Ardüş Hanım ve Kisme misafir gibi gelirler, konuşurlar,anlaşırlar. Akşam üstü kadınlar giderler ve Kisme anasıyla yeni evinde kalırlar. Kisme çok sever İsmail'i, İskender'i de sever. İskender ne olduğunun farkındadır. Eve yeni bir kadın gelmiştir. Acaba iyi insan mıdır? Ana diyebilecek midir? Soruları kafasından geçerken sofra kurulur, babasının sesini duyar. ---- Haydi bakalım oğlum, gel de yemeğimizi yiyelim. İskender oturduğu yerden kalkar, sofraya oturur.
İskender ertesi gün erkenden fırına gelir. İskender'i gören Ali Dayı:---- Ooo İskender, kaç gündür nerelerdesin? Seni çok özledik... Gel bakalım, şöyle azıcık konuşalım, diye seslenir. İskender usul usul, mahsun tavırla Ali Dayı'nın yanına yaklaşır.
Durumu fark eden Ali Dayı: ---- Ne o, yoksa kötü bir şey mi oldu? Söylesene oğlum, der. İskender o gün annesinin çok hastalandığını, babasıyla hastaneye götürdüklerini, orada anasının vefat ettiğini ağlayarak anlatır.
Bu duruma Ali Dayı çok üzülmüştür: ---- Her neyse, başınız sağ olsun, istersen bugün simit satma da yarın başlarsın, diye söylenir. Fakat Ali Dayı düşünmeden konuşur.
İskender: ---- Öyle deme Ali Dayı, akşam evdekiler ekmek bekler. Ne yer, ne içeriz sonra, der. Yarım saat sonra İskender simitleri tablaya doldurup yola çıkınca " Haydi, sıcak sıcak simitler, isteyen yok mu? diye bağırır. Son kelimesinde laf ağzının içinde düğümlenir. Anası, babası, evi, kardeşi aklına gelir. Gözleri dolar. Şöyle etrafına bakınır. Ohoo kimin umurundadır, anası vefat etmiş, babası, kardeşi aç, kendisi aç, soğuktan küçücük elleri, kulakları, burnu, ayak parmakları mosmor olmuştur. Kimse duymaz sanki onun sesini, belki de duymak istemezler.
Herkesin işi gücü var, geçim dünyasıdır, menfaat dünyasıdır, bu dünya... Elma İskender, kurt da kederi içini hızla sömürmekte ve çürümektedir. İskender, gözlerindeki yaşları siler buz kesmiş parmaklarıyla. Memur vardır, işçi, köylü dertleri farklıdır. Hepsinde dert tonla ekmek fakirde umuttur. Kasalar vardır, cüzdanlar vardır. Mis gibi hayat yaşamaktadırlar. Fakir fukaranın hakkı olan ekmeğin bir parçası toplanır toplanır, onların boyunlarına gerdanlık, kollarına bilezik, parmaklarına yüzük olur. Eşitlik bu değildir. Hak bu değildir. Kardeşlik bu değildir.
SON
Yazan: Serdar Yıldırım ( 1984 )
|
|
|
Roman yazmak istiyorum, nereden başlasam? |
Yazar: tde_ogretmeni - 17.07.2023Saat:15:21 - Forum: Türk Dili ve Edebiyatı Genel İçerik
- Yorum Yok
|
|
- Bir fikir bulun. Yazmak istediğiniz türde bir roman seçin. Romanınız ne hakkında olacak? Karakterleriniz kimler? Hikayeniz nerede geçecek?
- Araştırma yapın. Romanınızı yazmaya başlamadan önce, araştırma yapın ve konu hakkında bilgi edinin. Bu, romanınızın daha gerçekçi ve ilgi çekici olmasını sağlayacaktır.
- Karakterlerinizi oluşturun. Romanınızın karakterleri, hikayenizin en önemli parçasıdır. Karakterlerinizi iyi tanıyın ve onları okuyucularınıza sevdirin.
- Bir olay örgüsü oluşturun. Romanınızın olay örgüsü, hikayenizin akışını belirleyecektir. Olay örgüsünü ilgi çekici ve sürükleyici hale getirin.
- Yazmaya başlayın! Romanınızı yazmaya başlayın ve kendinizi durdurmayın. Her gün yazın ve hikayenizi geliştirmeye devam edin.
- Düzenleyin ve gözden geçirin. Romanınızı yazdıktan sonra, düzenleyin ve gözden geçirin. Bu, hikayenizi daha iyi hale getirmenize yardımcı olacaktır.
- Yayınlayın! Romanınızı yayınladıktan sonra, okuyucularınızla paylaşın ve onların geri bildirimlerini alın.
|
|
|
Ders çalışırken daha iyi odaklanmak için ne dinleyebilirim? |
Yazar: tde_ogretmeni - 17.07.2023Saat:15:18 - Forum: Rehberlik
- Yorum Yok
|
|
Ders çalışırken daha iyi odaklanmak için dinleyebileceğiniz bazı müzikler şunlardır:
Klasik müzik: Klasik müzik, genellikle oldukça sakin ve konsantrasyon için idealdir. Mozart, Beethoven ve Bach gibi klasik müzik bestecilerinin eserleri, ders çalışmak için harika bir seçim olabilir.
Enstrümantal müzik: Enstrümantal müzik, vokal olmadan olduğu için ders çalışırken daha fazla odaklanmanıza yardımcı olabilir. Caz, klasik müzik ve film müzikleri gibi enstrümantal müzik türleri, ders çalışmak için iyi bir seçim olabilir.
Doğa sesleri: Doğa sesleri, stresi azaltmaya ve odaklanmayı artırmaya yardımcı olabilir. Kuş sesleri, yağmur sesi ve dalga sesi gibi doğa sesleri, ders çalışmak için iyi bir seçim olabilir.
Beyaz gürültü: Beyaz gürültü, tüm frekansların eşit olarak karıştırıldığı bir sestir. Beyaz gürültü, dikkat dağıtıcı gürültüleri engellemeye ve odaklanmaya yardımcı olabilir.
Ders çalışırken müzik dinlerken, müziğin çok yüksek sesli olmamasına dikkat edin. Müzik çok yüksek sesli olursa, odaklanmakta zorlanabilir ve baş ağrısı yaşayabilirsiniz. Ayrıca, müziğin çok dikkat dağıtıcı olmamasına da dikkat edin. Müzik çok dikkat dağıtıcı olursa, ders çalışmakta zorlanabilir ve içeriği anlamakta güçlük çekebilirsiniz.
|
|
|
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Programı Bulunan Tüm Üniversiteler |
Yazar: tde_ogretmeni - 12.07.2023Saat:16:28 - Forum: Türk Dili ve Edebiyatı Genel İçerik
- Yorum Yok
|
|
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Programı Bulunan Tüm Üniversiteler
- ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1957, Erzurum)
- BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Necatibey Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1992, Balıkesir)
- DİCLE ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1973, Diyarbakır)
- DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Buca Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1982, İzmir)
- GAZİ ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Gazi Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1926, Ankara)
- MARMARA ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Atatürk Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1883, İstanbul)
- NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 2010, Konya)
- VAN YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ (4 Yıllık) - (Eğitim Fakültesi) (Kuruluş: 1982, Van)
Detaylı bilgi için bakınız -> https://yokatlas.yok.gov.tr/lisans-bolum.php?b=10212
|
|
|
|