Yusuf Hayaloğlu Kimdir?

Yusuf Hayaloğlu Kimdir? Yusuf Hayaloğlu’nun Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri, Şiirleri

Yusuf Hayaloğlu

15 Aralık 1953 yılında Tunceli’de doğan Yusuf Hayaloğlu, 3 Mart 2009 tarihinde 56 yaşında hayatını kaybetti. Hayaloğlu, Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya’nın ağabeyiydi. Flash TV ve Kral TV ‘de programlar yapan Hayaloğlu’nun cenazesi 4 Mart 2009 tarihinde önce Küçükarmutlu Cemevi’nden daha sonra ikindi namazının ardından Yeniköy mezarlığına defnedilmiştir.

Gözleri İntihar Mavi” adlı şiir kitabı bulunan Hayaloğlu’nun, “Hani Benim Gençliğim, Başım Belada, Adı Bahtiyar, Başkaldırıyorum, Ayrılığın Hediyesi, Yüreğim Kanıyor” gibi şiirleri başta Ahmet Kaya olmak üzere birçok sanatçı tarafından bestelenmiş ve yorumlanmıştı.

Hayaoğlu’nun şiirleri, Ahmet Kaya’nın besteleriyle birlikte popülerleşir. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu’na ait olduğu “Yorgun Demokrat” isimli Ahmet Kaya albümü 1987 yılında yayımlanır. Ahmet Kaya’nın 1988 yılında yayınlanan “Başkaldırıyorum” adlı albümünde yer alan iki şarkının söz yazarı yine Yusuf Hayaloğlu’dur. Hayaloğlu, Ahmet Kaya’nın ölümünün ardından Ahmet Kaya’ya hitaben “İşte Gidiyorum” adlı şiiri yazmıştır.

Akciğerindeki tümör nedeniyle kanser tedavisi gören Yusuf Hayaloğlu 3 Mart 2009 tarihinde 56 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.

Yusuf Hayaloğlu’nun Eserleri

Şiir:

  • Gözleri İntihar Mavi

Şiir Albümleri:

  • Ah Ulan Rıza
  • Bir Acayip Adam

Şiirleri:

  • İstanbul Acılar Kraliçesi
  • Demek Şimdi Gidiyorsun*Ah Ulan Rıza
  • Merhaba Nalan
  • İşte Gidiyorum
  • Asi Bir Küheylan
  • Topal Sevda
  • Beni Düşün,Unutma
  • Biz Üç Kişiydik
  • Bir Veda Havası
  • Ayrılığın Hediyesi
  • Başım Belada
  • Bir Anka Kuşu
  • Ceylan Seni Vuramam
  • İncinen Gurur
  • Dağlarda Kar Olsaydım
  • Adı Bahtiyar
  • Hani Benim Gençliğim
  • Hangi Ayrılık
  • Hayat Nedir Anne
  • Can Dostum
  • Mezarcı kardeş

Yusuf Hayaloğlu’nun Şiirlerinden Örnekler ve Şiir Videoları

HANİ BENİM GENÇLİĞİM

Hani benim sevincim nerede;
Bilyelerim, topacım,
Kiraz ağacında yırtılan gömleğim?
Çaldılar çocukluğumu habersiz..

Penceresiz kaldım anne,
Uçurtmam tel örgülere takıldı..
Hani benim gençliğim nerede?

Ne varsa buğusu genzi yakan,
Ekmek gibi, aşk gibi,
Ah, ne varsa güzellikten yana,
Bölüştüm, büyümüştüm.
İçime sığmıyordu insanlar..

Bu ne yaman çelişki anne,
“Kurtlar sofrasına” düştüm..
Hani benim direncim nerede?

Hani benim övüncüm nerede;
Akvaryumum, kanaryam,
Üstüne titrediğim kaktüs çiçeği?
Aldılar kitaplarımı sorgusuz..

Duvarlar konuşmuyor anne,
Ve açık kalmıyor hiçbir kapı..
Hani benim gençliğim nerede?

Daha kapılmamışken rüzgara,
Tatmamışken rakıyı,
Şiire yeni-yeni başlamışken,
Koştum, dağlara koştum;
Daha öpmemişken hiçbir kızı..

Yağmurları biriktir anne,
“Çağ yangınında” tutuştum..
Hani benim bilincim nerede?

İYİMSER BİR GÜL

Uyandım, seni düşündüm
Birdenbire duvar
Birdenbire gece yarısı

Sonra devriye parolası
Ve rüzgar
Ve birdenbire kalp ağrısı…

Uyandım, seni düşündüm
Ey yar
Ey göğsümün sol yarısı!

Su bulanınca
Meydanlarda sesin yırtılınca
Hiç dostun kalmayınca
Sarsılmış bir ömrün
Basamaklarında
Görüşüme gel ne olur
İyimser bir gül olsun
Dudaklarında…

Dert etme, iyiyim ben
Ara sıra mahşer
Ara sıra yaşama hırsı…

Sonra mazgal altı zulası
Ve mektuplar
Ve ara sıra hasret belası…

Dert etme, iyiyim ben
Ey yar
Ey hüznümün tütün sarısı…

Kan bulaşınca
Yangınlarda yüzün harlaşınca
Saçların tutuşunca
Zorlanmış bir hükmün
Tutanaklarından
Görüşüme gel ne olur
İyimser bir gül açsın
Yanaklarımda…

KOD ADI: BAHTİYAR

Geçiyor önümden, sirenler içinde,
Ah eller üstünde,
Çiçekler içinde.
Tabutunda mor dağların büyüsü,
Dudağında yarım bir sevdanın hüznü;
Aslan gibi göğsü, türküler içinde.

Rastlardım avluda, hep volta atarken,
Cıgara içerken
Yahut coplanırken.
Sırtını duvara verip öyle tünerdi.
Kimseyle konuşmaz, dal gibi titrerdi;
Çocukça sevdiği çiçeğini sularken.

Diyarbakır’lıymış, kod adı: Bahtiyar.
Suçu saz çalmakmış, öğrendiğim kadar.

Beni tez saldılar, o kaldı içerde.
Çok sonra duydum ki
Yozgat’ta sürgünde.
Ne yapsa, ne etse, üstüne gitmişler;
Mavi gökyüzünü ona dar etmişler.
İki dişi de kırıkmış öldüğünde.

Gazetede çıktı, üç satır yazıyla;
Uzamış sakalı,
Ve çatlamış sazıyla.
Birileri ona “ölmedin” diyordu,
Ölüm ilanında kan gülüyordu,
Yüz-yüzeydim, bir devrim enkazıyla.

Geçiyor önümden, gül yüzlü Bahtiyar.
Yaralıyım, yerde kalan sazı kadar.

YÜREĞİM KANIYOR

Sakin göllerin kuğusuyduk,
Salınarak suyun yanağında.
Ve okşayarak nilüfer saçlarını gecenin.
Sonumuzun adım-adım
Yaklaştığını görürdük…

Yarılan ekmeğin buğusuyduk;
Paylaşılan zeytin tanesinin,
Yüzümüze saldıran yağmur avanesinin.
Biz hep üşüyen burnumuzu
Avucumuzda hohlayarak yürürdük.

Hiçbir hesabımız yoktu kimseyle.
Hiçbir aykırı yanımız,
Hiçbir yalanımız…
Gözüm yaşarıyor,
Yüreğim kanıyor…
Olmasaydı sonumuz böyle!..

Biri, saksımızı çiğneyip gitti.
Biri, duvarları yıktı,
Camları kırdı.
Fırtına gelip aramıza serildi.
Biri, milyon kere çoğaltıp hüzünleri
Her şeyi kötüledi,
Bizi yaraladı…

Biri şarabımızı döktü,
Soğanımızı çaldı.
Biri, hiç yoktan vurdu,
Kafeste garip kuşumuzu!
Ciğerim yanıyor,
Yüreğim kanıyor…
Solmasaydı gülümüz böyle!.

Dağlarda çoban ateşiydik,
Sarmalayarak acı bir sevda masalını
Ve hıçkırarak
Hırçın rüzgârların kavalını…
Namlunun, bağrımıza
Sinsice sokulduğunu bilirdik…

Ceylanın pınara inişiydik,
Vedalaşan birkaç damla gözyaşının;
Tenine kan bulaşan
O masum çakıl taşının…
Oysa biz dualarımızda hep
Birbirimizden daha önce
Ölmeyi dilerdik…

Bazı sorumluluklarımız vardı,
Hayata ilişkin.
Bazı basit sorularımız,
Anlaşılır bazı sorunlarımız…
Göğsüm daralıyor,
Yüreğim kanıyor…
İncinmeseydi gençliğimiz böyle…

Birer yolcuyduk,
Aynı ormanda kaybolmuş.
Aynı çıtırtıyla ürperen birer serçe.
Hep aynı kaderde buluşurduk
Sevmeye tutuklu gibi…

Birer tomurcuktuk hayatın kollarında.
Birer çiğ damlasıydık,
Bahar sabahında,
Gül yaprağında…
Dedim ya,
Hiç yoktan susturuldu şarkımız!
Yüreğim kanıyor,
Yüreğim kanıyor…
Bitmeseydi öykümüz böyle!..

BAŞIM BELADA

Bugün, düşünemeyeceğin kadar
Başım belada!
Köşe başları tutulmuş,
Üstelik yağmur yağmada..
İler-tutar yanı yok!
Fişlenmişim, adım-eşkalim bilinmekte.
Üstelik, göğsümde, yani tam şuramda,
Kirli sakalıyla
Bir eşkıya gezinmekte..

Başım belada!
Adamın biri vurulmuş sokakta,
Cebinde adresim bulunmuş..
Başım belada!
Tabancamı unutmuşum helada.
Nerden baksan tutarsızlık,
Nerden baksan ahmakça!

Sevdim, inanamayacağın kadar,
Sevdim seni esmer kız..
Kirpiklerimde çırpınan
Şu tuzlu gözyaşımda
İhanetin adı yok!
Neylersin ki çember daralmakta..
Şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim.
Yasal mermisiyle,
Bir komiser yaklaşmakta..

Başım belada!
Üzerime kan sıçramış doğarken.
Uykularım yarıda kalmış.
Başım belada!
Senelerce kuralsız yaşamışım,
Nere gitsem çaresi yok,
Nere gitsem yanmışım..

TEZGAHTAR NEBAHAT

Tezgahtar bir kızdı o,
Perma kırığı saçlarıyla.
Kime baksa gülümserdi,
Prova ettiği bakışlarıyla.
Haftalığından ne düşerse,
Koparıp anasının elinden,
Konserlere giderdi,
Çılgın haykırışlarıyla.
Kır çiçekli bluzuyla
Poz-poz resimler çektirirdi.
Keşfedilmek için belki de,
Hep Beyoğlu’nda gezerdi.
Her akşam o pop şarkıcı,
Duvardaki posterden,
Uzanıp bir rüya gibi,
Dudağından öperdi.

Ah Nebahat, hiç görmedi rahat.
Düşünür, bulamazdı;
Kimdeydi bu kabahat?

Tezgahtar bir kızdı o,
Evi, bir kenar mahallede.
Altı kardeş, bir de ana-baba.
Babası, bir iş kazasından
Kötürüm kalmış bir usta.
Karı-kumar peşinde,
Boş vermiş abisi.
Devlete karşı gelmiş,
Diğer abisi mahpusta.

O kır çiçekli bluzuyla,
Artık resim çektirmese de
Zaman her şeyi eskitti.
Duvardan söküp posteri,
Rüyasını sandığa kilitledi.
Derken, mahalleden biriyle
Heveslendi evlenmeye;
Hayırsız çıktı oğlan,
Zengin bir dula gitti.

Ah Nebahat, ona gülmedi hayar.
Sonunda anladı ki,
Kendindeydi kabahat.

BİR VEDA HAVASI

Vakit tamam!.. seni terk ediyorum.
O bütün alışkanlıklardan
Ve bütün sıradanlıklardan öteye,
Yorumsuz bir hayatı seçiyorum.
Doyamadım inan,
Kanamadım sevgiye…

Korkulu geceleri sayar gibi,
Deprem gecesinde bir yıldız,
Birdenbire kayar gibi;
Ellerim kurtulacak ellerinden,
Bir kuru dal, ağacından
Çatırdayıp kopar gibi…

Aşksa bitti…
Gülse, hiç dermedik.
Bul kendini kuytularda, hadi dal!
Seninle bir bütün olabilirdik…
Hoşça kal gözümün nuru,
Hoşça kal…

Vakit tamam!.. seni terk ediyorum.
Bu, kırık ve incecik
Bir veda havasıdır.
Tutuşan ellerimden
Parmak uçlarına değen sıcaklık,
İncinen bir hayatın yarasıdır…

Kalacak tüm izlerin hayatımda.
Gözümden bir damla yaş,
Sızlayıp resmine aktığında;
Bir yer bulabilsem keşke
Bir yer, seni hatırlatmayan;
Kan tarlası gelincik şafağında…

Ölümse, korktun.
Savaşsa, hep kaçtın…
Vur kendini kuşkularda, hadi al!
Sen bir suydun oysa,
Sen bir ilaçtın…
Hoşça kal canımın içi,
Hoşça kal…

BİR ACAYİP ADAM

Fırtınadan arta kalmış bir teknede,
Tevekkül içinde;
Görkemli sakalı ve iğreti parkasıyla,
Gizlediği macerasıyla,
Bir acayip adam yaşardı.
Akşamları susardı,
Ben konuşsam kızardı…

Bir sürgün kasabasıydı,
Bir eski zamandı, Haziran’dı.
Çocuktum, evden kaçmıştım,
Gelip ona sığınmıştım…

Küçücük bir koydu, sığdı,
Burayı keşfeden belki de oydu.
Uzaktan, kasabanın ışıkları yanardı,
İçim anneyle dolardı, ağlardım..
Suphi şöyle bir göz atardı,
Gizli bir cıgara sarardı, ağlardı.
Sonra barışırdık,
Ben flüt çalardım, cıgara sönerdi,
Ağlardık…

Nereden geldiğini bilmezdim,
Kimsesizdi,
Belki kimliksizdi…
Onun macerası onu ilgilendirirdi;
Kimseye ilişmezdi…

Bir şeylere küfrederdi hep,
Tedirgin bir balık gibi uyurdu.
Bazen kaybolurdu, aradım,
Yağmurun altında dururdu.

Bir kalın kitabı vardı,
Cebinde olurdu, her gün okurdu.
Ben bir şey anlamazdım,
Kapağını seyreder, duymazdım.
Sakallı bir resimdi, kimdi;
Ne kadar mütebessimdi!
Sordum bir gün Suphi’ye:
Söylediklerini niye anlamıyorum, diye.
Bildiklerini, dedi, yüzleştir hayatla,
Ve sınamaktan korkma!.
Doğru ile yanlışı,
ancak o zaman ayırabilirsin
Ve O’nu anlayabilirsin…
Sonra gülerdi.
Günlerim, yüzlerce ayrıntıyı
Merak etmekle geçerdi.
Sonra yine akşam olurdu, Suphi susardı,
Ben konuşsam kızardı.
Tekneye martılar konardı,
Yüreğim Suphi’ye yanardı, ağlardım.
Suphi denize tükürürdü,
Gökyüzünü tarardı, ağlardı.
Sonra barışırdık,
Ben flüt çalardım, yıldız kayardı,
Ağlardık…
Bir sahil kasabasıydı,
Bir eski zamandı, Haziran’dı.
Çocuktum, evden kaçmıştım,
Gelip ona sığınmıştım…

Bir gün bir aksilik oldu,
Annem beni buldu!
Suphi kaçıp kayboldu.
Kasaba çalkalandı, olay oldu;
Ben sustum, kanım dondu!..

Polisler onu bulduğunda tekti,
Felâketti..
Herkes meydanda birikti.
Karakoldan içeri girerken
Sanki mağrur bir tüfekti!..
Ansızın dönüp bana baktı,
Anladın mı? dedi
Anladım, dedim; anladım…
Ve o günden sonra
Hiç bir zaman,
Hiç bir yerde,
Hiç ağlamadım…

DOKUNMA YANARSIN

Çocukluğum çıraklıkta geçti,
Kir-pas içinde.
Gençliğim korsan yürüyüşlerde, mitinglerde.
Hapse erken düştüm,
Copla erken tanıştım,
Küçük voltalardan bıktım usandım!

Şimdi uçsuz bucaksız ovalarda,
Adımlarımı saymadan,
Geriye dönüp bakmadan,
Usanmadan, bıkmadan,
Deli taylar gibi koşmak istiyorum!
Ve görüyorsun ki;
Aşkı beceremiyorum…
Beni kendi halime bırak, yavrucuğum,
Ben yolumu nasıl olsa bulurum…
Upuzun çayırlarda,
Yalınayak koşmak istiyorum.
Saçlarım rüzgâra konuk,
Yüzüm dağlara dönük…
Göğsümün çeperini,
Ölümle sınayan esaret,
Ve yüreğimi yararcasına zorlayan cesaret;
Kıyasıya vuruşsun istiyorum!
Koşmak… koşmak istiyorum, sevgilim
Dönemezsem, affet…

Firari gecelerin azmanı olmuşum,
Bütün istasyonlarda afişim durur.
Beni bir çocuk bile bulur…
Dokunma bana, çıldırırsın!
Dokunma bana, ellerin tutuşur!
Koşmak istiyorum;
Eksozların, molozların,
Yağmaların kıyısından.
Onca insafsızlıkların,
Onca haksızlıkların,
Manzarasızlıkların, parasızlıkların,
Allahsızlıkların kıyısından…
Kimseye ve hiçbir şeye değmeden,
Ciğerlerimi yok edercesine koşmak istiyorum!

Koşmak istiyorum;
Şiirimin ve yumruğumun namusuyla…
Kavgaya karışmadan, tutuklanmadan
Ve küfür etmeden
Kafamı kırarcasına koşmak istiyorum!.
Avucunu son bir defa,
Ağlamadan tutmak istiyorum;
Gözlerim yüzüne küskün,
Sazım sevgine suskun…

Saati ayrılığa kurmuşum,
Olmaz teslimiyet!
Ziyan aklımı senle bozmuşum,
İçerim felâket!.
Kurşunlara geleyim istiyorum,
Ölmek… ölmek istiyorum, sevgilim
Sağ kalırsam, affet!..

Firari acıların uzmanı olmuşum,
Bütün telsizlerde adım okunur;
Beni bir korkak bile vurur…
Dokunma bana, fişlenirsin!.
Dokunma bana, sen de yanarsın!..

AH ULAN RIZA

Neden halâ gelmedi, yoksa
Saati mi şaşırdı hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.

Cebimde bir lira desen yok,
Madara olduk meyhaneye!
Ah eşşek kafam benim,
Nasıl da güvendim bu hergeleye!

Gelse, balığa çıkacaktık,
Ne çekersek kızartıp birayla yutacaktık.
Kafamız tam olunca, şarkılar döktürüp
Enteresan hayâllere dalacaktık.

Bu sandalı geçen hafta denk getirip
Çalıntıdan düşürdük.
Arkadaşlar ısrar etti,
Biz de, iyi olur, bize uyar diye düşündük.

Saat sekizde gelecekti,
Bana birkaç milyon borç verecekti.
Yoksa o nemrut karısı kaçtı da
Onun peşinden mi gitti?

Eğer öyleyse yandık,
Gudubet gene yaptı yapacağını!
Geçen sene de merdivenden itip
Kırmıştı Rıza’nın bacağını.

Abi, kadında boy şu kadar;
Kalça fırıldak, göz patlak, kafa çatlak!
Korkuyorum, bir gün ya kendini asacak,
Ya horlarken Rıza’yı boğacak!

Bak, şimdi acıdım, aşkolsun adama,
Ben olsam, vallahi baş edemem!..
Hele beş tane velet var ki boy-boy,
Allah’tan düşmanıma dilemem!

Aslında iyi çocuktur Rıza, efendi huyludur,
Herkesin suyuna gider.
Yoksa, kalıba vursan hani,
Tek başına on tane adam eder!

Bir keresinde, hiç unutmam
Üç-beş zibidi haraca dadandı;
Rıza, sandalyeyi kaptığı gibi
Herifleri hastaneye kadar kovaladı!

Aynı mahallede büyüdük, aynı kızları sevdik,
Aynı kafadaydık.
Orta ikiden bıraktık, matematik ağır geliyordu,
Biz, başka havadaydık.

Aynı gömleği giyer, aynı sigaraya takılır,
Aynı takımı tutardık.
Fener’in her maçına iddialaşıp
Millete az mı yemek ısmarladık!..

Bir tek askerde ayrıldık,
Bana Bornova düştü, ona Gelibolu.
Döner dönmez evlendirdiler,
En büyük salaklığı da bu oldu!..

Bense hiç düşünmedim, zaten param yoktu.
Hep tek tabanca gezdim.
Benim beğendiğimi anam istemedi,
Onun gösterdiğini ben sevmedim.

Neyse, bunlar derin mevzu…
Anlaşıldı, bu herif artık gelmeyecek.
Ufaktan yol alayım
Anam evde yalnız, şimdi merağından ölecek!..

Gittim, vurup kafayı yattım;
Rüyamda gördüm, gülümseyerek geldiğini.
Ne bilirdim, yolda kamyon çarpıp
Hastaneye kavuşmadan can verdiğini!..

Vay be Rıza!..
Sonunda sen de düşüp gittin Azrail’in peşine!
Dün, boşuna günahını almışım,
Ne olur, kızma bu kardeşine!

Öğlen kahvede söylediler, Rıza öldü, dediler
Ne kolay söylediler!
Sanki dev bir taş ocağını
Kökünden dinamitleyip üstüme devirdiler!

Ah dostum… o kocaman gövdene
O beyaz kefeni nasıl kıyıp giydirdiler?
O zalim tabutun tahtalarını
Senin üstüne nasıl böyle çivilediler?

Yani sen şimdi gittin, yani yoksun,
Yani bir daha olmayacak mısın?
Yani bir daha borç vermeyecek,
Bir daha bira ısmarlamayacak mısın?

Peki, beni kim kızdıracak,
Kim zar tutacak, kim ağzını şapırdatacak?
Peki, beni bu köhne dünyada
Senin anladığın kadar kim anlayacak?

Ulan Rıza… ne hayâllerimiz vardı oysa,
Ne acayip şeyler yapacaktık…
Totoyu bulunca dükkân açacak,
Adını Dostlar Meyhanesi koyacaktık.

Talih yüzümüze gülecekti be!..
Karıyı boşayıp sıfır mersedes alacaktık.
Hafta sonu iki yavru kapıp
Boğaz yolunda o biçim fiyaka atacaktık!

Ah ulan Rıza… bu mahallenin,
Nesini beğenmedin de öte yere taşındın?
Ara sıra gıcıklaşırdın ama inan ki,
Benim en kıral arkadaşımdın!..

Ah ulan Rıza… ben şimdi,
Bu koca deryada tek başıma ne halt ederim?
Senden ayrılacağımı sanma,
Bir kaç güne kalmaz, ben de gelirim!..

BAŞKALDIRIYORUM

Cevap veriyorum:
Eli böğründe analardan,
Mahpuslardan ve acılardan
Çokça bahsediyorum, çünkü;
Başını kumda saklayanlardan
Tiksindir, başkaldırıyorum!

Ve söz veriyorum:

Kırmızı rujlu sokakların,
Aşağılık pazarlıkların,
Adı anılmayacak benle.
Bir çiçeğim halk ormanında,
Fışkırdım, başkaldırıyorum!

Ben bir bıçak ucuyum,
Kavga vermiş halkına.
Başkaldırıyorum işte,
Varın benim farkıma.

Yine söylüyorum:

Gözü bağlanmış korkulardan,
Yasaklardan ve baskılardan,
Asla irkilmiyorum, çünkü;
Kan emici yarasalardan
Çıldırdım, başkaldırıyorum!

Yemin ediyorum:

Üçkağıtçının, pezevengin,
Teslimiyetin ve mihnetin
Yolu uğramayacak bana.
Bir dalgayım halk denizinde
Köpürdüm, başkaldırıyorum!

Ben bir namlu ağzıyım,
Omuz vermiş halkına.
Başkaldırıyorum hey!
Herkes varsın farkına.

DAĞLARDA KAR OLSAYDIM

Şu dağlarda kar olsaydım…
Bir asi rüzgar olsaydım…
Arar bulur muydun beni,
Sahipsiz mezar olsaydım?

Şu yangında har olsaydım…
Ağlayıp bizar olsaydım…
Belki yaslanırdın bana,
Mahpusta duvar olsaydım…

Şu bozkırda han olsaydım,
Yıkık, perişan olsaydım…
Yine sever miydin beni,
Simsiyah duman olsaydım?

Şu yarada kan olsaydım,
Dökülüp ziyan olsaydım…
Bu dünyada yerim yokmuş,
Keşke bir yalan olsaydım!..

BİR ANKA KUŞU

Yüzlerce soğuk namlu
Üzerime çevrildi.
Yüzlerce demir tetik
Aynı anda gerildi.
Anne, beni söğüdün gölgesinde vurdular.
Öpmeye kıyamadığın,
Dal gibi oğlun yere serildi..

Üşüştü birer-birer
Çakallar üzerime.
Üşüştü dört bir yandan,
Göğsüme, ciğerime.
Anne, beni bir leş gibi
Yiyip talan ettiler.
Teşhis edilmem için,
Parçamı koydular önüne…

Ben bu acılar ülkesinin
İnsana reva görülen
Bütün acılarını tattım.
Aç yattım, ekmeğime sabır kattım.
Beni milyon kere dövdüler üst-üste!
Ben bu yolu, kendim seçtim anne,
Ben ömrümü kendim kanattım…

Geceler tanır beni,
Konarım, göçerim ben.
Geceler tanır, kan damlar içerim ben.
Anne, sen beni unut, karanlığın bağrında.
Kırmızılar ekerim,
Siyahlar biçerim ben..

Suçüstü yakalandım,
Bölüşürken kalbimi.
Suçüstü kelepçeyle yardılar bileğimi.
Anne, ben diyar-diyar, umudun savaşçısı..
Bir tutam sevgi için
Dağladım gözlerimi..

Prometheus’tum zincire vurulurken dağlarda,
Ciğerimi kartallara yedirdim.
Spartaküs’tüm köleliğin çığlığında,
Arslanlara yem oldum, tükendim.
Kör kuyuların dibinde Yusuf’tum,
Kerbela çölünde Hüseyin.
Zindanlarda Cem Sultan,
Sehpalarda Pir Sultan.
Ve Madımak’ta otuzyedi can…

Kaçıncı yok oluşum,
Kaçıncı var oluşum bu?
Tanrılardan ateş çaldım
Yüzyıllarca tutuştum, üst-üste yandım.
Bir anka kuşu gibi anne,
Bir anka kuşu gibi;
Kendimi külümden yarattım..

YAĞMUR İÇEN KIZ

Baldırı çıplak bir akşamüstüydü
Kime selam verdiysem yüzüme küstüydü.
Yalnızlığa susmuştum, yağmura üşümüştüm..
Belli belirsiz ve hiçbir makamsız,
Hiçbir kelimesiz ve hiçbir anlamsız,
Kırılgan bir şarkıydı, tılsımına düşmüştüm..
Ve ben sanki ömrümde yaşamadığım
Ve yaşamadan yaşlandığım bütün aşkları
Bu ilk defa karşılaştığım, bu ilk defa yabancı,
Ve bu son defa tutunduğum kızla bölüşmüştüm..

Yağmur içen kız.. gece kuşu
Atmacaya benzer duruşu..
Bir omuzu el-ense çekerken azraile
Bir omuzu sokak lambasından da biçare..
Kimliğini sorarsan;
Barbar sokakların en barbar kızı,
Ve hortumlu karakolların en arsızı..

O destursuz yağmur, taş gibi iniyordu,
O fütursuz cadde, pür-telaş deviniyordu.
Başını çevirip bakıyordu ara sıra
Hiçbir şey sormadan gidiyordum ardı sıra..
Bir karyola, bir sobadan ibaret 102 nolu odada
Buluştu gözlerimiz, sırları dökülmüş tozlu aynada..
Cebimdeki şişeyi yudumlarken sessizce
Saçlarını okşadım yavaşça ve teklifsizce..
Azıcık huylanmıştı, söylemedi ama şaşırmıştı.
Sanırım ki o, hep değişen tiplere
Ve fakat hiç değişmeyen triplere alışmıştı..

Yağmur içen kız.. vahşi kısrak
Göğsü falçata krizi, öfkesi tavlı bıçak..
Soluğunda ıslak çimenlerin buğusu
Soluduğunda kundaklanmış ormanların yalazı.
Güzelliğini sorarsan;
Dişleri kar kuşundan da beyaz
Dudakları vampirden de kırmızı..

Alışkın bir otel odasıydı, kenarda soba yanıyordu,
Tutkunun tasma koparan köpekleri
Arsız bir çarşaf gibi üstümüze abanıyordu..
Küçücük ama çok küçücük bir ağzı vardı,
Küçücük ama çok küçücük bir öpüşte bile
Bir vişne ısırığı gibi kanıyordu..
Çaparinin çengelinde çırpınan çipuranın
Yakaran gözlerindeki o tarifsiz kederle,
Bu küçücük ömründe, belki de ilk defa
Birisinin gözlerine bakmaktan utanıyordu..

Yağmur içen kız.. kaldırım meleği
Hüznün yirmidört saatlik beyhude kelebeği..
Her akşam sunarak kendini hoyrat ağızlara
Ve her sabah yunarak bedenini yağmurla
Ve boğarak o narin göğsünde hıçkırıklarını
Bir çalpara gibi yeniledi kopan yanlarını..
Yağmur içen kız.. çılgın kedi
Komalara girdi, jiletler yedi, ölmedi..

Hiç sormadım adını, kendisi de söylemedi.
Ben şişeyi boşalttım, o ağzını sürmedi.
Gitme vakti gelince uzatıp küçücük elini
Hoşça kal, dedi, almadan o malum bedelini..
Boş bir şişeden daha aptalca ne olabilirdi hediye?
Uzun uzun bakakaldı, bu adam deli mi ne, diye..
İyi ama bu şişe boş be arkadaş, dedi, bu şişe boş!
Her şey boş güzelim, dedim, her şey boş!
Sen de yağmur koyarsın belki bu şişenin içine,
Ve güneşin ışırsa bir gün, bir yerlerde, bir ihtimal,
Düşlerini yudumlarsın artık yağmurun yerine…

Yağmur içen kız.. gönül hırsızı
Hiç kimseler bilmeyecek sırrımızı..
Sen tutunmaya çalışırken gecenin eteklerine
Yine acıtacak güzelliğini, o çirkin maça papazı..
Ve yine kıyacaksın belki, o incecik bileklerine..
Yağmur içen kız.. sahipsiz bebek
Elbette bir gün herkes bir şekilde gidecek.
Ama bu yağmur var ya, bu yağmur, inan ki
Nereye gidersen git, hep ardından gelecek..

Ne zaman tokatlasa yağmurlar penceremi,
NE zaman sersem ve buruşuk bir pardösü gibi
Dökülsem kaldırımlarına bu duman karası kentin;
Hep o kıza rastlarım, aynı kuytu köşede.
Gözyaşlarını biriktirir usanmadan
Düşleriyle aynı şişede..
Hatırını sorarım, sessizce kaldırır yüzünü,
Tablolardan çalınmış gizemli bir gülücüktür.
Yağmur içer yudum-yudum, kanasıya.
Mezesi, eski bir geceden, vişne yarığı kırmızı
Ve hala kanayan o vişne ısırığı öpücüktür..

Yağmur içen kız.. mağrur yürek
Bu yağmurlar yalan ama ölüm gerçek..
Sen yine avucunda sakla, çaldırma cevherini.
Ve sakın gösterme kimseye, o yağmur incilerini
Hep şarkını söyle; hiçbir kelimesiz ve makamsız,
Hep orda bekle; bir akşam belki apansız,
Gelir de alırım şişemi senden geriye:
O biriken yaşlarını içmek için damla-damla
Ve geciken bedelini ödemek için kendi hayatımla…

KİM SUSTURABİLİR

Kim susturabilir bizim türkümüzü, kim?
Biz ki bu hasreti,
Semahların seyrinden alıp gelmişiz,
Biz ki onu sitemkar anaların
Kirpiğinden derlemişiz;
Süzülsün de acının derin izler bıraktığı
Gül yanaklardan,
Yere dökülsün istememişiz!

Bizim türkümüzü rüzgâr söyler her gece
Ay vurdukça parıldar,
Gün doğdukça hız alır.
Nevruz ateşleriyle sağaltarak
Çırpınan yarasını,
Can havliyle, kardaş,
Kan içinde bir kartal gibi,
Vadilere saldırır!

Türkülere ilişmeyin!
Türküler nehirdir, gecenin bağrına akar.
Fazla eşelemeyin kardaş,
Taşınca ne siperler kalır,
Ne dev barikatlar.
Deşmeyin diyorum… deşmeyin!..

Kim susturabilir bizim türkümüzü, kim?
Biz ki nice amansız badirelerde,
Serden geçmişiz.
Biz ki, ilmikler boynumuza takılıyken bile
Türkü söylemişiz.
Sonra ırmak boylarında gövertip,
Körpe otların serinliğinde,
Dağlara emanet etmişiz!

Biz ki her yangının külünden,
Diri canlar yaratmışız.
Biz ki mazlumların defterine
Kanlı resimlerle sıralanmışız.
Banaz yaylasından Kerbela’ya
Kar götürsün turnalar!
Ölürüz sanma kardaş,
Dostun attığı gülden yaralanmışız…

Türküleri dövmeyin!..
Türküler gökyüzüdür, karanlığa yıldızlar çakar..
Üstümüze gelmeyin kardaş,
Namuslu bir delikanlının
Alnında kavga ışıldar!
İncitmeyin diyorum… incitmeyin!..

Kim susturabilir bizim türkümüzü, kim?
Biz ki Karacaoğlan’ı aşkla,
Veysel’i toprakla yüceltmişiz…
Biz ki Köroğlu’nun narasıyla nice beyleri
Yere çökertmişiz!
Yine de masum bir bebek gibi,
Avuç-avuç sevdamızı,
Kalanlara vasiyet etmişiz…

Adam dediğin, sapına kadar yiğit olmalı,
Ne karıncayı incitmeli,
Ne de ozanları yakmalı…
Öyle sansar gibi pusu kurup
Punduna getirmek de neymiş?
Adam dediğin, kardaş,
Yüreği varsa eğer,
Getirip ortaya koymalı!..

Türküleri yakmayın!..
Türküler çiçektir, en umutsuz zamanlarda açar.
Kavgayı uzatmayın kardaş,
Yüzyıllardır tuz döke-döke
Çürüdü bu yaralar,
Kanatmayın diyorum… kanatmayın!..

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK

Biz üç kişiydik:
Bedirhan, Nazlıcan ve ben.
Üç ağız.. üç deli yürek.. üç yeminli fişek!
Adımız belâ diye yazılmıştı dağlara, taşlara
Boynumuzda ağır vebal,
Koynumuzda çapraz tüfek!

El tetikte, kulak kirişte,
Ve sırtımız toprağa emanet…
Baldıran acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
Yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık..
Deniz çok uzaktaydı
Ve dokunuyordu yalnızlık…

Gece, ırmak boylarında uzak çakal sesleri,
Yüzümüze, ekmeğimize,
Türkümüze çarpar geçerdi.
Göğsüne kekik sürerdi Nazlıcan,
Tüterdi buram-buram.
Gizlice ona bakardık, yüreğimiz göçerdi…

Belki bir çoban kavalında yitirdik Nazlıcan’ı
Ateş böcekleriyle bir oldu,
Kırpışarak tükendi…
Bir narin kelebek ölüsü bırakıp tam ortamıza
Kurşun gibi, mayın gibi,
Tutuşarak tükendi…

Oy, Nazlıcan… vahşi bayırların maralı…
Oy, Nazlıcan… saçları fırtınayla taralı…
Sen de böyle gider miydin yıldızlar ülkesine?
Oy, Nazlıcan oy… can evinden yaralı…
AĞIT:
Serin yayla çiçeği, oy Nazlıcan..
Deli-dolu heyecan, oy Nazlıcan..
Göğsümde bir sevda kelebeği,
Ölüme sunduğum can, oy Nazlıcan..
Artık, yenilmiş ordular kadar
Eziktik, sahipsizdik..
Geçip gittik, parka ve yürek paramparça!.
Gerisi ölüm duygusu,
Gerisi sağır sessizlik..
Geçip gittik, Nazlıcan boşluğu aramızda..

Bedirhan’ı bir gedikte sırtından vurdular,
Yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları..
Omuzdan kayan bir tüfek gibi usulca,
Titredi ve iki yana düştü kolları..

Ölüm bir ısırgan otu gibi
Sarmıştı her yanını…
Devrilmiş bir ağaçtı, ay ışığında gövdesi..
Uzanıp, bir damla yaş ile
Dokundum kirpiklerine..
Göğsümü çatlatırken nabzının tükenmiş sesi..

Sanki bir şakaydı bu!.. birazdan uyanacaktı,
Birazdan ateşi karıştırıp bir cıgara saracaktı…
Oysa ölüm, sadık kalmıştı randevusuna, ah…
O da Nazlıcan gibi,
Bir daha olmayacaktı!..

Hey, Bedirhan.. katran gecelerin heyulası!..
Hey, Bedirhan.. kancık pusuların belâsı!.
Sen de böyle bitecek adam mıydın, konuşsana,
Hey, Bedirhan hey.. mezarı kartal yuvası!..

AĞIT:
Mor dağların kaçağı, hey Bedirhan!.
Mavi gözleri şahan, hey Bedirhan!.
Zulamda bir suskun gece bıçağı,
Beyaz gömleğimde kan, hey Bedirhan!.

Biz üç kişiydik.. üç intihar çiçeği..
Bedirhan, Nazlıcan,
Ve ben: Suphi!…

NEYLERSİN

Bazen acı dinmez, bazen de yağmur
Sevgilim gülümse, her şey unutulur
Suskunuz bu akşam üstü
Hasrete yanmışız, neylersin

Bir gün, bu mahzun sevdadan geriye
Kalırsa, sadece o hüzün kalır..
Sen de anladın ki yapayalnızız…
Buluşmamız yasak,
Görüşmemiz uzak…
Devrilmiş kadehler gibi, dönüyor başımız,
Neylersin…

Ah güzelim,
İncinmiş bir sesi vardır yağmurun;
Yanaklarına vurduğunda hissedersin.
Ve bir veda sözcüğü, saçlarına,
Titreyen bir öpücükle dokunduğunda;
Bu anı dondurmaya yetmez nefesin.
Bir film sahnesi gibi
Akar gider ayrılık,
Neylersin…

Biz zaten hiçbir romanda
Kendi hayatımıza rastlamadık.
Bütün şarkılar bizi yanlış anlatmıştı.
Ve bitin bulmacalar yarım bırakılmıştı.
Tenha sokaklarda üşüyüp durdu sırtımız.
Oysa, tuttuğumuz balıkları bile
Yeniden denize bağışlamıştık.
Biz, hayata dair
Hiçbir yanlış yapmamıştık…
Neylersin…

Biz bu sonucu hak etmedik,
Hayır etmedik…
Ömrümüz bu talana lâyık değildi.

Bazen acı vurdu, bazen de yağmur
Hiç gülmedi yüzümüz,
Hiç büyümedi gülümüz…
Bizi yalnızca akşamlar kucakladı,
Biliyorsun,
Sabaha çıkmayan bir yoldu yürüdüğümüz…

Bir gün, bu öykünün sonuna gelince
Ansızın desem ki: hoşça kal canım!
Unutursun,
Mecburen unutursun…
Yıldızlar söner, bu aşk da biter!
Bazı gün hatırlayınca, sessizce ağlarız.
Neylersin…

Ah bebeğim, ah.. .
Kekremsi bir tadı vardır gözyaşının,
Dudaklarına sızınca fark edersin.
İçindeki vurgun aşklar mezarlığında,
Ayrılık, ölümden üste yazılınca,
Gideni durdurmaya yetişmez sesin…
Bir inme gibi
Dolanır bedeninde pişmanlıklar,
Neylersin…

Biz zaten hiçbir sinemaya
Tam vaktinde yetişemedik.
Bütün vapurlar bizden önce kalkmıştı.
Ve bütün biletler biz gelmeden satılmıştı.
Boşuna telaşlarda yorduk günlerimizi.
Oysa Nuh’un gemisinde bile
Bize yer kalmamıştı.
Ve hiçbir mutluluğa adımız kaydolmamıştı.
Neylersin…

Biz bu aşkı sürdüremezdik,
İnan, sürdüremezdik…
Kalbimiz bu heyecana müsait değildi.

Bize hep acılar kaldı, bize hep yağmur…
Unutmasan bile artık
Unutur gibi yapacaksın.
Ve buruşturup-buruşturup attığım kağıtlarda,
Hiç bitiremediğim
Bir şiir olarak kalacaksın…

İŞTE GİDİYORUM

İşte gidiyorum…
Karşılıksız bir aşka kurban ettim ömrümü!
İşte gidiyorum,
Toprak alsın benim de bu hazin öykümü…

İşte gidiyorum… gurbet yorgunu gövdemi,
Çukura kim indirecek?
İşte gidiyorum,
Bu menfur cinayeti, şimdi çıkıp kim üstlenecek?

Çürüdü gözlerim,
Çürüdü yüreğim, bu yağmurlu şehirde.
İşte gidiyorum,
Beni kaldırın, hicranım kalsın teneşirde.

Size, yüzyıllardır sesini kaybetmiş
Bir türküyü söyleyecektim;
Ve bir yayla rüzgarı şefkatiyle
Kirpiğinizin ucundan öpecektim…

Bir masum türküydü sadece
Yüz binlerce mağdurun gönlünde;
Belki söyleriz hep birlikte
Belki… mahşerin birinci gününde.

Nasıl sevmiştim hepinizi,
Nasıl böyle oldu akıbetim?
Ve nasıl çöle döndü,
O benim gül-gülistan memleketim?

İşte gidiyorum,
Hiçbiriniz, hiçbir dilde beni anlamadınız.
Ben başımı verdim, sizinse
İnsafsız bir linç oldu karşılığınız.

İşte gidiyorum,
Penceresiz bir dünyanın bilinmez labirentine…
İşte gidiyorum,
“Saçlarındaki yıldızları artık koparabilirsin anne!”

Sonunda kaptırdım gönlümü
Ölüm denen o kaypak türküye.
Ve işte kurtuldun benden
Şen olasın ey sevgilim; Türkiye!

Elbet benim de vardı,
Kendime ve yurduma dair umutlarım.
Belki bıraktığım yerden sürdürür;
Dostlarım, karım ve çocuklarım…

Çatladı yüreğim, çatladı sazım.
Demek ki böyleymiş yazım.
Sizlere armağan olsun
Sizlerden ödünç aldığım bu yürek sızım.

Bu nasıl hapis Tanrım
Sabah-sabah bu ne hikmet, bu ne sis?
Kalbime son mermiyi sıkmak
Sana mı düştü, ey güzel Paris?

İşte gidiyorum,
Kalmadı söyleyecek son bir sözüm.
Dediğiniz gibi olsun be!
Dediğiniz gibi olsun gözüm!

İşte gidiyorum,
Tükenmişti inancım, bu nankör hayata dair.
Belki benim için birkaç mısra döktürür
Hayaloğlu diye bir şair!

GİDİYORUM – Yusuf Hayaloğlu

BİR İNTİHAR GİBİ – Yusuf Hayaloğlu

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu