Türk Edebiyatında Yergi (Hiciv)
Türk Edebiyatında Yergi (Hiciv)
Yazınımızda (Edebiyatımızda) Yergi
Hiciv, Arapçası hecv olsa da Türkçeye hiciv olarak girmiştir. Bugün yergi olarak da tanımlıyoruz. Karşıtı ise mehdiye (övgü)dür.
Bu tür şiirlere halk edebiyatında “taşlama“, modern edebiyatta ise “satir/satirik” terimleri kullanılmıştır.
Bir kimse, bir bina, bir yer, bir olay nasıl gerçeğin üstüne çıkılıp övülürse, yergide gerçekler bir yana atılarak yerilir, ikisinin de birleştiği nokta abartıdır, övgüde, övgü övülenin lehine, yergide ise aleyhine kullanılır…….
Hicvi (yergi) mizahtan ayırt etmek, her zaman kolay değildir. Özellikle eski yazınımızda yermek, şiirle birinin ayıplarını saymak anlamına gelen hiciv lâtife, şaka demek olan mizah, çoğunlukla iç içe girmiş gözükür. Bununla birlikte, “Şeyhî” gibi, hicve kaçmayan mizahçılarla, “Nefi” gibi hicivden ayrılmayan şairler de vardır.
Hiciv yani yergi olayı doğrudan doğruya ele almaz, konu olan şahsın olumlu yanlarını değiştirerek, tersini söyleyerek yererler. Buna bazen yapay bir övgü biçiminde dile getirirler Günümüzde birçok sanatçı şiirlerinde göstermiştir. Burada hepsinden örnekler vermek olanaksız olduğundan, yalnızca en önemli üç tanesini ele alacağız. Nef’i, Eşref, Neyzen Tevfik.
Yergi yalnızca bize özgü bir durum değildir. Bütün dünyada egemenler için söylenmiş, söyleyenler bunu ya gözden düşmek, sürülmek, çoğu kez de yaşamları le ödemişlerdir. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Fransız yazar Edmond Rostand Cyrano Bergerac adlı ölümsüz yapıtında bunun örneğini vermiş, yapıtın kahramanı hep egemenleri yermiş, sonunda saldırılara uğramış, çok usta kılıç kullanması sonucu bu saldırılardan kurtulmuş fakat kafasına düşürülen bir kalas yüzünden yaşamını yitirmiş.
Gerçekleşmiş örnekleri çok:
Şair İbnurrumi’nin iğneli dilinden bıkan hükümet başkanı, onu davet edildiği bir şölende zehirletiyor. Zeki şair, zehirlendiğini anlayınca meclisi terk ederken, “emir” ile aralarında şu konuşma geçer:
“Böyle birdenbire kalkıp nereye gidiyorsun?”
“Gönderdiğin yere”
” Bizim pedere selam söyle.”
“Cehenneme uğrayacak değilim.”
Bu yanıt hicvin en acı ve en ince biçimidir.
Başka bir örnek vermek gerekirse:
Tahir Nadi adlı şairi, vali Arif Paşa huzuruna çağırtıp kendini çok beğeneni kibirli müdürünü herkesin huzurunda hicvetmesini ister. Şair bir süre gösterilen kişiyi süzer.
“O kimseye bütün dikkatimle bakıyorum. Onda soyut bir güzellik, iyilik adına bir şey görmüyorum ki onları tersine çevirip, zıt olan çirkinlikleri uygulayabileyim.” der.
Hicvin bundan daha güzeli olamaz.
Türk yazınındaki övgüler, yergiler genelde manzum yazılırdı, fakat hepsini yazının içine sokmak da olanaksızdır. Arapça, Farsça uygun sözcükler kulağa hoş gelse de, anlam bakımından bir şey ifade etmez. Ayrıca çok ince yapı/an yergiler yanında, çok kaba ve çirkin, söğüntüleri yazının dışında görmek gerekir. Yazınımızın temel üç yergicisinde de üzülerek belirtmek isterim ki zaman zaman bunu görürüz.
Türkiye’de çıkan ilk mizah gazetesi:“Letâif-i Asar” bağımsız bir gazete olmayıp, Terakki” adlı gazetenin eki idi. 1868’de Ali Raşit ve Filip Efendilerce kurulan gazete, Arapça bir yazıyı yayımladığı için kapatıldı.
Şiir yüzünden üzgü gören, yaşamını yitiren pek çoktur. Bazen din, kimi kez siyaset neden yapılarak, yani; dinsiz ya da muhalif gösterilerek cezalandırılıyordu.
Osmanlı yönetiminin ilk astığı şair “Figani‘dir.”
Figani, Kanuni Sultan Süleyman döneminde ün kazanan sanatçılardandı. Farsça bir beyt’i bir edebi mecliste anlamlı biçimde dile getirdiğinden dolayı Sadrazam İbrahim Paşa’ya hücum etmiş olmakla suçlu görülmüş ve idam edilmiş. Bu olay sonucudur ki yüzyıl süresince yazın alanında kan döküldüğü görülmüyor.
Dördüncü Murad’ın yönetimi ele almasıyla, şairlik âlemi yine kurban vermeye başladı. Hem kadı hem şair olan “Mantıki” bu kurbanlardan biriydi. Yazdığı yergiler yüzünden, hedefte olduğunu anladı. Bir dörtlük ile kaçışını İstanbul’a bildirdi:
“Şam’da bilmediler kıymetimi,
İltica ettim halebüşşehba’ya
Harlerin çifte, iz’acından,
iltica ettim Öküz Paşaya.”
Takma adından anlaşılacağı üzere Öküz Paşa’da onu koruyacak bir görgü ya da bir ekinsel donanım yoktu.
Mantıkî’den sonra ölümü olay olan şair Nefi’dir.
Nefi üzerinde duralım:
Yergi ve divan edebiyatımızın en ünlülerinden ilki, şüphesiz Nefi‘dir.
Nefi, Erzurum’un Hasankale’sindendir. (1572-1636) yılları arasında yaşamış, asıl adı Ömer’dir. Erzurum’da iyi bir öğrenim görmüştür. IV. Murad döneminde ünlü bir şair olmuştur. Kaside biçiminin en büyük ozanı sayılır. Bakî ve Nedim arasındaki şiirin doruğunu temsil eder. Kimi resmi görevlerde bulunur. Son görevi İstanbul’da Cizye (vergi) saymanlığıdır. Nef î övgü ve yergi alanında tektir. Kasidelerinde şiir tekniği güçlüdür. Şiirlerinde gür bir uyum sezilir. Şiirlerinin kimileri büyük bestekârlarca bestelenmiş. Musikimizin en büyük bestekârı Itrî “Tûti-i mûcize-gûyem ne desem lâf değil“ini segah makamında; Hacı Arif Bey “Esti nesîm-i nevbâhâr açıldı güller subh-u dem“ini rast makamında besteledi.
Yergilerinde zaman zaman, sövgüler, hakaretler de eksik değildir. Dönemin ileri gelenlerini yermeden edemiyordu. Hakkında çok şikayetler oldu; sonunda hicivden vazgeçeceğine üzerine padişaha söz verdi. Verdiği sözü tutamadı. Cezalandırılmak üzere Bayram Paşa’ya verildi. Onun adamı Boynu Eğri Mehmet Çavuş’ça sarayın odunluğunda idam edildi. Ondan bir beyi:
“Bahar erse yine seyr-i gülistan olduğun görsem
Güzel seyreylemek uşşâka âsân olduğun görsem.”
Ne yazık ki düşlediği ilkyazları bir daha hiç göremedi.
Yapıtları:
Türkçe ve Farsça “Divan”. Divan’ında, altmıştan çok kaside, ondan çok gazel, on beşe yakın rubai ve başka şiirler vardır.
Divanlar’la hicivlerini toplayan “Sihâm-ı Kaza” (kaza okları) adlı yapıtını IV. Murad sarayın bahçesinde okuyordu. Büyük bir fırtına çıkmıştı, şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu. Çok yakınına bir yıldırım düştü. Elindekini fırlatıp attı. Bunu bir uğursuzluk saydı. Nefi’ye hiciv yazmasını yasakladı. Yıllar sonra yüzyılın ince şairlerinden biri şöyle yazdı:
“Gökten nazire indi siham-ı kazâ’sına
Nefi diliyle uğradı hakkın belâsına
Döneminin korkusuz şairi Eşref, 1846 yılında Manisa’nın Kırkağaç ilçesine bağlı Gelenbe nahiyesinde doğmuş ve 22 Mayıs 1912’de yaşama gözlerini yummuştur. Gömütü Bahçıvanpazarı’nda istasyon yolu kıyısında…
Eşref ölümünden önce mezarının taşına yazılacak şu dörtlüğü hazırlıyor:
“Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billâh öz kardaşımı;
Gözlerim ebna-yı âdemden o rütbe yıldı kim,
İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı.”
Nitekim merhum korktuğuna uğramış ve ne acıdır ki, mezarının bu taşı çalınmıştır.
(O taş, bir ara Teknik Üniversite önündeki parkta bulunmuş, bunun bir şaka mı, bilinçsizce mi yapıldığı anlaşılamamıştır. A.F.O
Eşref Gelenbevi soyundan zarif ve nüktedan bir insan olarak tanınan ve Hafız diye anılan Hacı Mustafa Efendi ile Arife Hanımın oğludur.
Gelenbe’deki yaşam okulunda ilk öğrenimini yapan Eşref, Manisa’daki “Hatuniye medresesi”nde öğrenimini sürdürüyor, Arapça, Farsça öğreniyor. 1860 yılında “Manisa Vilayeti Tahrirat Kalemi”ne memur olarak giriyor. 1873-1875 yıllarında, Akçahisar ve Akşehir Mal müdürülüklerinde görev yaptıktan sonra, istanbul’a giderek Kaymakamlık sınavına giriyor ve üçüncü sınıf kaymakamlık ehliyetnamesi alıyor.
1878-1900 yılları içinde Çapakçur, Hizan, Ünye Tirebolu, Akçadağ, Garzan, Batı Karacaağaç, Kula kaymakamlıklarında bulunduktan sonra Adana vali muavinliğine tayin ediliyor.
Gördes kaymakamı bulunduğu sırada Hizmet gazetesi yazarlarından avukat Tevfik Nevzat ve Hafız ismail Beylerle sakıncalı faaliyetlerde bulunduklarına ilişkin verilen bir “jurnal” üzerine evi arandı, dönemin ileri gelenlerini yeren dörtlüklerle kimi kâğıtlar ve mektuplar bulunarak İstanbul’a gönderildi, hapse atıldı, istanbul’da Sultanahmet cezaevinde bir yıllık mahkûmluğunu bitiren Eşref, çıkan izinle İzmir’e gitti.
Fakat yaşadığı baskılara dayanamayarak Mısır’a kaçıtı. Bu arada Paris, İsviçre ve Kıbrıs’a gittikten sonra yeniden Mısır’a döndü. Eşref, meşrutiyetin ilanı ile ülkesine döndü.
Mısır’da iken, İstanbul’da; “istimdat”, “Şah ve Padişah , “Eşref ve Kemal”, “İran’da Yangın Var”, “Deccal” adlı yapıtları yayımlandı.
Eşrefi çok seven, koruyan, İzmir Valisi Kâmil Paşa’nın kalem başkatipliğini yaptı. Çalışltığı her ildeki öbür valiler hep onunla uğraşmışlar, ona rahat vermemişlerdir. Akhisar’da oturmaktan memnundu, fakat bir gün Sivrihisar’a ataması çıkınca, şunu yazdı:
‘Beni Sivrihisar’a merhamet eyle oturtturma,
Kerem kıl Akhisar’ı dersen İzmir’den ırak olsun.
Mücerret bir hisara gönderilmekse eğer maksut,
Efendim başı sivri olmasın da bari ak olsun.”
Eşref’in dili, öbürlerinde olduğu gibi ağırdır. Yeni kuşakların rahat okuma olanağı yoktur. Günümüze değin de dil içi çevirileri yapılmamıştır, incelendiğinde, büyük bir yergi ozanı olduğu görülür. Çok ileri görüşlü bir sanatçıdır. Onun:
‘Şimdi birçok tekkeler tembel yatağıdır bütün,
Medrese sakinleri asker kaçağıdır bütün.”
diyecek denli cesurdur.
Eşref, dili ile, kalemi ile, o baskıcı dönemlerde, düşmanları için bir “bela” olmuş, belaya uğramıştır. Onun içindir ki, yaşamının büyük bir bölümü sürgülerde geçmiştir. Eşref kalemi için şunları söylüyor:
‘Kahr için hasmımı bir ra’d-ü kazadır kalemim.
Lekeler zalimi püsküllü beladır kalemim.
Karşısında nice erbab-ı, denâet titrer
Hâkim-i mahkeme-i hükm-ü cezadır kalemim.”
Onun için: «Nev-i şahsına münhasır denilen adamlardandır. Kimseden korkmaz, bir şeyden gözü yılmaz, ateş içinde kalsa yanıyorum, denize düşse boğuluyorum demez, değişik tipte bir insandır.» diye yazıyorlar.
“Eylemem ölsem de kizbi ihtiyar,
Doğruyu söyler gezer bir şairim;
Bir güzel mazmun bulunca,
Eşrafa! Kendimi hicveylemezsem kâfirim.”
Bütün bu özelliklerinden ayrıca ondan ürkerler, yergisine uğramaktan çekinirlerdi. Halbuki o; hoş bir insan, şakacı, namuslu insanlara karşı, çok saygılıydı. “Tasvir-i Ahval” adlı uzun şiirinin bir yerinde, şöyle diyor:
“Ağarmış saçlarım bir dağ başında kara dönmüştür,
O dağın dâmeninde gözlerim enhâra dönmüştür,
Tenimde cevher-i can bir çekilmez bara dönmüştür.”“Duyan yok, söyleme başında bin türlü bela olsa,
Emin olma sakın bir şahsa, hatta evliya olsa;
Sokar akrep gibi fırsat bulunca akraba olsa.
Bütün ebna-yı adem bir zehirli mara dönmüştür.”
Eşref, Tanzimat edebiyatının Namık Kemal, Ziya Paşa gibi başlıca kişilerinin izinde yürüyerek, memleketin ancak Avrupalılaşma sayesinde ilerleyebileceği inancını savunmuştur. Hasbihal-yahut, Eşref ve Kemal adlı dizelerinde Namık Kemal gibi söylemiştir:
“Otuz yıldan beri biz kestik ümidi selâmetten,
Rezaletle çekilmek üzereyiz artık hükümetten.
Gelir elbet nakise şanına millet hakir oldu,
Silik beşlik gibi düştükçe düştü kadr-ü kıymetten.”
İki çılgın deha… İkisinin yaşam tarzı birbiriyle örtüşüyor. Çılgın dehalarını ne yazık ki alkolle frenliyorlar.
Yaratıcılıkları az da olsa zarar görüyor. Belki çok daha başka yerlerlerde olurlardı. Her ikisinin hayatlarının bir bölümü ya akıl hastanesi veya hapishanede geçmiş. Deha ile delilik arasının çok yakın olduğunu söylerler.
Size Neyzen Tevfik ve ressam Fikret Mualla’dan bahsediyorum. Paraya pula hiç önem vermemiş iki çılgın derbeder.
Tevfik Kolaylı, bilinen adıyla Neyzen Tevfik, neyzen ve şairdir. Taşlama eserlerinin yanı sıra müzisyen ve besteci.
Osmanlı döneminde, baskıcı yönetime karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere, taşlamalarıyla tanınmış. Haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Son dönemlerinde, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesinde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır.
Bodrumda geçirdiği çocukluk yıllarında neye ilgi duymaya başladı, ancak babası izin vermedi. On üç yaşında Urla’ya taşındıktan sonra, Neyzen Kâzım’dan dersler almaya başladı ve ilk sara nöbetini geçirdi. Hastalığı okulu bırakmasına sebep oldu.
İstanbul’daki bir doktor sayesinde hastalığı kontrol altına alındı. Eğitimini bitirmesi için babası tarafından yatılı olarak İzmir idadisi’ne gönderildi. Fakat, sara nöbetleri yüzünden eğitimini tamamlayamadı, izmir Mevlevihane’sine giderek kendini ney’e verdi.
Sürgün yeri olarak kullanılan orada, İstanbul’dan kovulanlarla tanıştı. Tokadizade Sekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref, Nuri Baba gibilerden, Türkçe, Arapça, Farsça dersleri aldı. Eşref, ona hicvi öğretti.
1898’de Muktebes dergisinde ilk şiiri yayınlandı.
On dokuz yaşında iken babası onu, eğitim için bu sefer istanbul’a gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata, Yenikapı Mevlevihane’lerinde geçiriyordu. Mehmet Akif in yardımıyla dönemin seçkin sanatçılarıyla tanıştı.
Akif’ten Fransızca, Arapça, Farsça dersleri aldı. Ney öğrendi. “1901’de plak doldurdu. Yavaş yavaş tanınmaya başlamıştı. Saray çevrelerinden bile davet alıyordu. 1902 yılında Bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi tekkesine devam ettiği zamanlarda Şeyh Mümin Paşadan nasip aldı.
“Çok şükür” adlı şiirinde, Eşrefin etkisi sezilir:
Deli gönül, neyi özler dururusun?
Acınacak dostun, cananın mı var?
Dünya yansa yorganın yok içinde,
Harap olmuş evin, dükkânın mı var?Hatır, gönül bulamazsın birinde,
Dama dedi dişisinde, erinde,
Vatan dedikleri yangın yerinde,
İnsanlığa hâlâ imanın mı var?
Cumhuriyetin ilanı sıralarında, kardeşinin yanına Ankara’ya gitti ve 1926 yılında tanışacağı Mustafa Kemal’i ve Kurtuluş Savaşını yücelten şiirler yazdı.
1940’larda valinin izni ve doktor olan bazı dostlarının yardımı ile Bakırköy Sinir Hastanesi’nde 21 nolu koğuşa yerleşti. O sıralarda yazdığı:
“Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyleyemez hânde-i hurrem de geçer,
Devr-i şadi de geçer gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, an-ı demadem de geçer.
1946’da basın yararına bir konser verdi. 1949 yılında eserleri (Azabı Mukaddes) adı altında yayınlandı. 1950’de iki filmde rol aldı, arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yıl olan 1952’de Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübilesi yapıldı. Şu kıt’a da kendini bize en güzel bir ifade ile anlatıyor:
“Felsefemdir kitab-ı imânım,
Taparım kendi ruhumun sesine,
Secde eyler hakikatin her ân
Kalbimin ateş-i mukaddesine.”
28 Ocak 1953 yılında müzmin bronşitten kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu. Kartal mezarlığına gömülen ve mezarı başında hem Mevlevi, hem de Bektaşi ayini yapılan Neyzen Tevfik için, Kurt Stringler’in bestelediği bir parça da Dresden radyosunda çalındı.
Remzi Dede onun için:
“Remzi tarihin yazarken çekdi bir ah-ı hazin,
Gitti Neyzen elde ney, Kevser şarabı içmeye.”
Neyzen her yönüyle bu kısa satırlara sığmayacak kadar engin bir deniz… Burada sadece kronolojik bir sıralama yapıldı. Paraya pula hiç önem vermemiş, Türkiye’nin en büyük kalenderi…
Ne zaman paradan puldan bahsedilse aklıma Neyzen’in şu dizeleri gelir:
“Câh u mevki kârı, çok oldu gözümden düşeli,
Bunların hiçliğini ben bilerek öğrendim.
Şimdi de kalmadı nakdin nazarımda kadri
Kirli ellerde görünce paradan iğrendim.”
Kaynak: Ahmet Oker, Türk Dili Dergisi, Sayı 157
———————————————————–
Ayrıca bakınız ⇒