Türk Edebiyatında Kadın
Türk Edebiyatında Kadın
Eski Türk topluluklarında kadın, gerek ailenin üyesi, gerekse toplumun bir bireyi olarak önemli yer tutmaktadır. Tarihsel araştırmalara göre törenlerde kadınların en itibarlı yer olan sağ tarafta bulundukları görülmektedir. Bu durum Türk mitolojisine, destanlara da yansımıştır. Bir yaratılış efsanesinde Ülgen’e evreni yaratma esinini veren kadındır. Ayrıca bir de Umay adlı kadın tanrı vardır. Göktürk Yazıtlarında Bilge Kağan, anasından “Umay gibi anam hatun” diye söz eder. Divanü Lûgati’t-Türk‘teki “Umay’a tapınsa oğul bulur” atasözü ise adı geçen tanrıçanın Türklerce unutulmadığının kanıtıdır. Destanlarda rastladığımız kadınlar (ana ve eş olarak) evin koruyucusudur. Destan kahramanının iki yakını vardır: Atı ve eşi. Soğukkanlılığını yitirip kötü bir iş yapacak kahramanı kadın önler. “Kadın sözüne kulak asmadığı gün kahramanın ölümüdür” (Abdülkadir İnan).
“Dede Korkut hikâyelerinin hepsinde, sarsılmaz bir karı-koca sevgisi ve sadakati görülür. Gerdeğe girdiği gece murat alıp vermeden terk edilen gelin bile kocası dönünceye değin bekleyecektir. (…) Bu destanların kadınları da, erkekleri gibi, aynı karakterde ve aynı derecede kahramandırlar.” (Orhan Şaik Gökyay). Yine de kadının ikinci cins olduğu görülmektedir. Oğlan çocukların kız çocuklardan üstün tutulduğu bellidir. Bunda babaerkil aile yapısının ve İslamlığın etkisi olsa gerektir.
Divan edebiyatı döneminde ise toplumsal yaşamdan çekilişiyle orantılı olarak, kadının aşağılandığına tanık olunmaktadır. “Örneğin, eski devirde şairler kadını daima küçümsemişler, ondan kaşık düşmanı, baş belâsı diye hakaretle söz etmişler, kadından sakınmayı, onun sözlerine aldanmamayı eserlerinde tekrarlayıp durmuşlardır. Nev’î-zade Atayî’nin Sohbe-tü’l-Ebkâr adlı mesnevisinin yirmi birinci sohbetinde: ‘Zen âr-ı merdan olduğunu beyan ider’ başlıklı manzumeyi okuyalım:
Ey olan mâ’il-i ruhsâre-i zen
Olma ‘iffet evine âteş-zenZene meylitme ziyânı çokdur
Karı dünya gibi rahmi yokdurO tecerrüdle Mesihâ-yi zamân
Hâr gibi çekme yüri bâr-ı girânDil virüp ‘avrete meftûn olma
Kays veş göz göre mecnûn olmaOlma üftâde-i dâm-ı evlâd
Ekme bu mezre’ada tohm-ı fesâdKakma ol bâbı ki ola peydâ
Nice ‘uryân iderek vâveylâTutalum kim kimisi ola kerîm
Nâdire hükm-i ‘adem virdi hakîmMekrümetle ola ger câhdan e’az
Özr-hâhı gam-ı mâder olamaz
“XIV. yüzyıl şairlerinden Tutmacı, Gül ü Hüsrev mesnevisinde şöyle söylüyor:
Bu sözi sen fesâne sanma sâdık
Bu kavle nass-ı Kur’ân oldı nâtıkSize düşmandur oğlınuz kızınuz
Gerekse söğünüz gerek kızınuzSevisi sizi dâyim şerre yilter
Budur nef’i ki herdem zarra yilterKıyâmet güni âmennâ ve saddak
Ki olası durur şeksüz muhakkakSeni da’viye çeken tutıban el
Kızun u oğlun oliserdür evvel
“Arif adında biri H. 842 = M. 1438’de yazdığı Mürşidü’l-Ubbad mesnevisinde şöyle diyor:
Mâlınuz o oğlınuz düşman size
Bil ki kalan hoş ‘amel durur bize
“Bunu, yalnız eski devirde kadının hayatta yeri olmamasıyla açıklamak, işin kolayına gitmektir. Peygamber bir hadisinde şöyle buyuruyor: ‘Allah kadınlara saygı göstermenizi size emreder. Çünkü onlar analarınız ve halalarınızdır’. Bu hadis ortada iken kadının toplumdaki yerinin böylesine düşük olmasını, yalnız Müslüman ailedeki ‘pederşahî’ (babaerkil) geleneğine bağlayabilir miyiz? Bu manzumede şairin, evlâtla malı fitne saymasını da, Kur’an’daki (Enfal suresi, âyet 28). ‘Biliniz ki evlâdınız ve mallarınız sizin için fitnedir’ âyetine bağladığı anlaşılıyor. Gerçi mal insan için bir fitne nedeni olabilir. Ama Tanrı’nın ‘Evlât sizin için fitnedir’ diyeceği düşünülebilir mi? Tefsirciler ‘fitne’ kelimesine Osmanlıcadaki anlamı vermişlerdir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an çevirisinde bu âyetteki ‘fitne’ kelimesine ‘sınav’ anlamını veriyor ki, daha doğru olsa gerektir. (Agâh Sırrı Levend)
Halk şairlerinin kadına karşı tutumu Divan şairininkinden farklıdır. Saz şairi için kadın sevgilidir. Canlıdır, her türlü övgüye değer. Özellikle güzellemelerde onun nitelikleri içtenlikle dile getirilir. Köroğlu‘nun Nigar Hanım’la ilişkisi de kadına duyulan saygının gelenekselliğini göstermektedir. Emrah’tan:
Bir nazenin bana gel gel eyledi
Varmasam incinir, varsam incinir.
Nazik miyanından, ince belinden
Sarmasam incinir, sarsam incinir.Kaşına çekilmiş kudret kalemi
Görmemiş dünyada derdü elemi
Her sabah her sabah verir selâmı
Almasam incinir, alsam incinir.Yine görünüyor yârin illeri
Başımızda esen sevda yelleri
Yârın bahçesinde konca gülleri
Dermesem incinir, dersem incinir.Nereden nereye sevmişim onu
Ateşi koymuyor yakıyor beni
Aşık Emrah sever böyle bir canı
Sevmesem incinir, sevsem incinir.
“Yazınımızda (edebiyatımızda) kadının farkına varılması ve sorunlarının irdelenmesi, toplumsal formasyonu biçimlendiren dinsel ideolojinin ve bu bağlamdaki örgütlenmenin çözülmeye başlamasıyla birliktedir. Yani Tanzimatla. Sorun, edebiyata ilkin ‘düşkün kadın’ tipiyle yansır ve onun da insan olduğu, kurtarılması gerektiği gibi ahlaki kaygılardan kaynaklanır. Bu izlek (tema) Ahmet Mithat‘ın Henüz Onyedi Yaşında adlı romanıyla başlar. Gerçi Ahmet Mithat romanının kişisini azınlık arasından seçmiştir ve orospuluğu Müslüman kadına yakıştıramamıştır ama, kadının düşkünlüğüne yoksulluğun yol açtığını da vurgulamaktan geri kalmamıştır. Gelgelelim, sorun yine de kadının erkek tarafından kurtarılması söylemine bağlı kalmıştır. Kalyopi iyi bir gençle evlenerek kurtulur, yani bir ‘eş’ olmaktan başka yolu yoktur. Ne var ki günümüze kadar sürüp gelen bu bakış açısı şunu görmez: kadın kocasının da, kendisinin de, toplumun da gözünde oropsu olarak kalır. Çünkü fuhuş, toplumsal kuruluşun zorunlu bir öğesi durumuna getirilmiştir ve dış-talayıcı egemen ahlak, mal olarak alınıp satılabilen kadını güdülendirmenin zorunlu bir öğesi olarak kullanmaktadır.
“Bu bakış açısını kırma yolunda güçlü bir girişim Füruzan‘dan gelir. Olayı toplumsal formasyonun ve fuhşun örgütlendiği kurumların içinde anlamaya çalışır, dahası; şu imlemeyi yapar Füruzan: Sınıfsal açıdan fuhuş kimi zaman konum değiştirmenin, sefaletten kurtulmanın bir yoludur, kadın bilerek seçebilir fuhşu. Kendini aldatmaksızın. Ah Güzel İstanbul’un Cevahir’i şöyle der: ‘Orospu kısmı niye güler? Yanılır da güler.’ Füruzan bu öyküsünü genelev gerçekliği içinde kurar ve tutumunu sonuna kadar sürdürür: Bilir Cevahir aşk ve evlilik umudunun bir olmazlık, bir aldatmaca olduğunu. Kendisine de, benzerlerine de kurtuluş önermez.
“Metalaşma olgusunun izlenebileceği tek düzey fuhuş kurumu değildir elbet. Üretim ve mülkiyet ilişkileri kadını aile içinde de metalaştırır. Kadın ekonomik açıdan gelir sağlayıcı olsa da ikincil durumdadır, erkektir evin reisi. Kadın iş saatleri dışında da sürekli çalışır. Koca ve çocuk daima önde gelir. Bu durum, kuşkusuz çalışmayan kadın için çok daha geniş boyutlu sorunlar yaratır. Burada kölelik en geniş anlamda uygulanır. Kadının aile içinde cinsel açıdan da kullanılışı, hiç metres olmayı seçer. Bu tam bir kısır döngüdür elbet.
“Kadını hem meta, hem asalak konumunda yetkinlikle betimleyen ilk yazar Halit Ziya‘dır kuşkusuz. Aşk-ı Memnu‘da Firdevs Hanım bir iş kadını gibi pazarlar Bihter’i. Bu roman, alt katmanında evlilik dışı ilişkinin hem kınanması, hem onanması gibi ikili bir ideolojik işlev gerçekleştirir. Aynı eğilim ve yönseme Kırık Hayatlar‘da da görülür. Ve yasak aşk, egemen ahlakın kendisine biçtiği cezaya çarptırılır: Ölüm.
Evlilik kurumu adına aşkın cezalandırıldığı bir başka roman Mehmet Rauf‘un Eylül‘üdür.
Yasak aşk, uygunsuz evlilik gibi izlekler son yılların anlatılarında da kullanılmaktadır elbet. Gerçi kadınlar da, erkekler de sanayileşme ve demokratikleşme süreci içinde daha özgür davranmakta ve bilgilenmektedirler ama ‘çifte ahlak’ anlayışı da dizgesel olarak işlemektedir. Örneğin erkek karısını aldatırsa bu yapılmaması daha iyi olacak bir hata sayılmakta, kadın aynı işi yaptığında orospu olmaktadır. Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına‘sının kahramanı Kenan, yıllar sonra yanlış bir evlilik yaptığını anlar: ne duygularını anlamaktadır karısı, ne düşüncelerini. Bu noktada kurtarıcı sevgili imgesi devreye girer elbet, ama sevgili son kertede, ‘çocuğun anası’ karşısında metres olarak kalır. Üstelik bu konumu sevgili de benimser. Kenan tarafından sevilmek yetmektedir ve devrimci kıza. Aşık söylemi metreslik olgusunu perdelemektedir, şu da var, Kenan Nesrin’in kendisiyle ilişki kurmasını ve bir garsoniyerde yatmasını aşk olarak görür ama Refia’nın böyle bir istek öne sürmesini orospuluk olarak niteler. Söylemek bile fazla: burada gariplik ya da terslik Nesrin’in devrimci, Kenan’ın eski bir solcu olmasından kaynaklanır.
Adalet Ağaoğlu‘nun Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi ve Yaz Sonu adlı anlatıları da evlilik kurumunu alt katmanlarında bir temel izlek olarak barındırırlar. Bu romanlarındaki evli kadınların bir bölümü aydın kimliklerini öne sürerler durmadan ve bu kimlikleri dolayısıyla da toplumu ve toplum içindeki yerlerini soruştururlar. Bu kadın kocasına karşı özerkliğini, hatta kimi zaman özgürlüğünü öne sürmekte, eşit birey olarak toplumsal ve kültürel yaşamda yer almak, maddi-manevi üretime katılmak istemektedir.
“Kimlik kavgası veren kadını, daha altmışlı yıllarda, üstelik cinsel özgürlük boyutunu da içererek öne süren Leylâ Erbil‘i özellikle anmak gerekir. Erbil Hallaç, Gecede, Tuhaf Bir Kadın ve Eski Sevgili adlı kitaplarında genel anlamda toplumsal formasyonu, özel anlamda da ‘erkekler toplumu’nu eleştiri konusu yapar. Bu kitaplarda kadınlar ikincil durumlarına katlanmak istemezler, erkeğe bütünleşmeyi (integration) reddederler. Cinsel isteklerini belirtirken de, yaşarken de kendilerini dıştalamak isteyen erkekler gibi saldırgan ve kışkırtıcıdırlar.
Her düzlemde, cinsel düzlemde bile kendi özerkliklerini ve özgürlüklerini öne sürerler. Örneğin Erbil’in öykülerinin bir kahramanı otobüste yediği bir çimdiğin morunu akşam gelip kocasına gösterir ve bunun kışkırtıcı bir tavır olarak üzerinde durulması gerekir. Yani kadının cinsel düzeyde de öne sürmesinin bir belirtisidir.
“Küçük burjuva kadın aydınının yazınsal serüveni bağlamında şu eki yapmak gerekiyor, daha doğrusu genellemeyi: Sorun yazınsal metinde daha çok ruhsal boyutuyla ele alınmakta, hep kadının tinsel varlığı imlenmektedir. Bu eğilim, kuşkusuz kadını büyük ölçüde üretim sürecinden koparmakta, dolayısıyla genel şeyleşme olgusu romanlardaki ilerici anlatıcılar tarafından bile yeterince vurgulanamamaktadır. Kadının emek dünyasında başından geçenler, toplumsal örgütlenmenin dıştalayıcı öğeleri ve kurumsal dışarda bırakılış yeterince nesnelleşememektedir yazınsal metinde. Dolayısıyla iş hayatının kadına verdiği yorgunluk, kazancın tüketime yetmeyişinin doğurduğu gerginlik gibi öğelerin aile içi ilişkiler üzerindeki baskısı da somutlaşamamaktadır. Bu yüzden de son yıllardaki anlatılar tinsel ve tensel doyumsuzluk gibi kaypak bir zemine kaymaktadır; bana kalırsa. Dahası, yukarıda söz konusu ettiğim bu süreçlerin anlatısal ve öyküsel düzlemde belirememesi, kadının kimi konum değiştirmeleri, örneğin ‘yanlış evlilik’ yapmış bir burjuva kadının ilerici bir gençle ilişki kurarak sınıfını reddetmesi, kabul edilebilecek bir mantıksal ve yazınsal tutarlılıktan yoksun kılmaktadır.
Burada bu değinmeleri yaptıktan sonra sözlerimi bağlamak üzere şunları söylemek istiyorum: Yazınsal düzeyde unutulmaz kadın kişiler, sorunu üretim süreci bağlamında kavrayan yazarlarca anlatılmıştır. Orhan Kemal‘in Cemile‘si, Yaşar Kemal‘in Meryemce‘si, Fakir Baykurt‘un Irazca‘sını hemen analım. Bu yazarlar, çözülen köylülüğü, özgür emeğin pazara açılışını ve kapitalistleşme doğrultusunda gelişen toplumsal evrilmeyi yazınsal düzlemde yeniden üretirken, kadının emekçi ve sömürülen kimliğini yetkinlikle vurgularlar ve onları genel sömürü olgusunun içinden alımlarlar (Ahmet Oktay).
KAYNAKÇA
Atilla Özkırımlı,Türk Edebiyatı Tarihi: (Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, 1968; Orhan Ş. Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, 1973; Agâh S. Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, I, 1973; Ahmet Oktay, Yazko Edebiyat, s. 8, Haziran 1981.)