Toplumcu Gerçekçi Romanın Siyasal Sosyal Arka Planı
TOPLUMCU GERÇEKÇİ ROMANIN SİYASAL SOSYAL ARKA PLANI
Türkiye’de toplumcu gerçekçi edebiyatın siyasal ve düşünsel arka planının Cumhuriyet öncesinden başladığı genel bir yaklaşım olarak kabul edilse bile, bu kabul, siyasal ve edebi metinlerle fazlaca desteklenebilecek, bir kabul değildir. Ahmet Oktay’ın dediği gibi Türkiye solunun geçmişinde kuramsal taban görme eğilimi romantik bir tavırdır (Oktay 2008:209). Edebiyatın sosyal işlevini öne çıkaran Tanzimat yazarlarından Sami Paşazade, Fransa’da ayak üstü tanıştığı Lenin’den çok önemsiz bir şekilde söz eder. Tanzimat aydını devleti ıslah etmek için meşrutiyete doğru giden yolu ararken Marksçı bir siyasal tasarımın Avrupa’da olgunlaştığının farkına bile varmaz. Oktay, Tanzimat aydınının esasında bir burjuva edebiyatı yaratmakta olduklarını Fuat Köprülü’den yaptığı şu alıntıyla destekler:
“Saraya ve onun dayanağı olan medreseye, tekkeye devlet adamlarına, ayan ve eşrafa dayanan feodal klasik edebiyata karşılık, fiinasi, Ziya Paşa ve Kemal mektebi, vatan millet ve halkçılık mefkurelerine hizmet eden ve tamamıyla Fransız edebiyatından mülhem yeni bir burjuvazi edebiyatı yaratmak istiyordu.” (Oktay, 2008: 211).
Türkiye’deki sosyalist fikirlerin kaynaklarına bakılırken Beşir Fuat’a da atıf yapılır. Onun biyolojik materyalizmi ve din karşıtlığı, bu atıfların yapılmasına vesile olmuştur.
Gerçekte Beşir Fuat’ın yazılarında Marks’a hiç atıf bulunmadığı gibi Avrupa ve Rusya’daki etkisine dair de bilgi yoktur. Tevfik Fikret’in devlet karşıtlığı, hürriyet ve yoksulluk şiirleri, zaman zaman Türkiye sosyalist edebiyatının öncülü gibi yorumlansa da esasen Fikret, pozitivist ve hümanist etkilerle yerleşik kültür ve siyasete tepki gösterir. Kaldı ki Osmanlı toplum yapısının din, tevekkül, devlet ve tebaa gibi ana belirleyicileri, sömüren ve sömürülen şeklindeki sınıflaşmanın doğurucusu olan sanayileşmeye ve kapitalistleşmeye imkân vermemiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte, başta toplumcu gerçekçi edebiyatın ana metni olan Das Kapital dahil olmak üzere sosyalizm etrafında da bir çeviri etkinliği olmamıştır.
Osmanlı Türkiyesinde sosyalist düşünce esas olarak İkinci Meşrutiyet döneminde görülür. Genel kayıtlara göre Türkiye’de sosyalist düşüncenin ilk yazarı, 1910’da çıkardığı İştirak adlı gazeteden dolayı İştirakçi Hilmi olarak bilinen Hüseyin Hilmi’dir. İştirakçi Hilmi’nin 1919’da kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası ve yayınladığı idrak gazetesi ile debbağhane, tersane ve tramvay grevlerinde önemli rolü olduğu belirtilmektedir. Oya Baydar, “İstanbul işçi hareketi üzerindeki etkinliği İngiliz işgal kuvvetlerinin desteğine sahip olduğu şaibesiyle gölgelenmiş olsa da, özellikle tramvay işçilerinin sonraki yıllarda da sürecek mücadele geleneğinde Hüseyin Hilmi’nin de payı olduğu söylenebilir” demektedir. Hüseyin Hilmi’nin İştirak dergisinde özellikle 1912 yılındaki sayılarda sosyalizm ve onun çevresindeki kavramları tartışılıyor olması, onun Osmanlı Türkiyesindeki ilk sosyalist yazar olarak anılmasını geçerli kılmaktadır.
İştirak Çevresi içinde Hüseyin Hilmi’den sonra adı üzerinde en çok konuşulan ikinci kişi Dr. Refik Nevzat’tır. Refik Nevzat, eski bir Jön Türk’tür; Paris’te bulunduğu sıralarda Fransız sosyalistlerinden etkilenerek solcu olmuş, Hüseyin Hilmi çevresi ile irtibata geçmiş ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın Paris şubesini kurumuştur (Tekin, 2002:176).
Cumhuriyet döneminde, hukuk, eğitim, milli ekonomi gibi alanlardaki modernleşmeler, birçok yönüyle, Tanzimat ve Islahat hareketlerinin, hız ve yaygınlık kazanmış şekli olarak görülebilirler. İttihat ve Terakki’nin 1913’lerden sonra milliyetçi ideolojiyi sistemleştirmesi ve bir yönetim tabanı olarak işlemesi düşünülürse, Cumhuriyetin, bu sürecin siyasal inkılâbı olduğu kabul edilebilir. Yeni devletin düşünsel yapısını ve hedeflerini anlamak için, 1922 ile 1938 arasında yapılan inkılapların belli başlılarını hatırlamak yeterlidir. Yeni devletin ve kültürün inşasında düşünsel temel Türk milliyetçiliğidir. Laik ve pozitivist karakterli bu milliyetçilik, yeni sosyolojinin tekliflerini taşımak durumunda olduğu gibi, yönetim ve kurumsal alandan itilen dinin bıraktığı boşlukları da doldurmak durumundadır.
Tek Parti döneminin edebiyat fikir hayatını belirleyen halkçılık düşüncesidir. Aslında halkçılık düşüncesini Mustafa Kemal, Gökalp’ten almıştır ve onun için halkçılık merkezinde halkı sınıfsızlaştırmak vardır. İnönü döneminde ise halkı “aydınlatmak, istenilen doğrultuda dönüştürmek” merkezinde kalmıştır. Sosyalist ve hümanist eğilimlerle birleşmiştir bir ölçüde. Etkinliğini Halkevleri ve köy enstitüleri ile genişletmiştir. Tek Parti ideolojisinin kaldıraçları durumundaki halkçılık ve köycülükle olsun; o kavramları sahiplenen sol Kemalistlerin ek bir kilit kavram sayarak devreye soktukları Hümanizmle olsun, solun ilişkileri her zaman karışık ve sorunlu olmuştur. Sosyalist, işçi sınıfı diyemediği için, köylü ve halk kavramlarına sarılmıştır (Oktay, 1993:53-58).
Türk edebiyatında genel olarak Marksizm merkezinden yayılan ideolojik yapıyı kuran kuşkusuz Nazım Hikmet‘tir. O, Türkiye’de sınıfların çatışmasına dayanan bir gelenek olmadığı halde, belki de ilk olarak emek, yoksulluk, sömürülme gibi temaları işlemeye başlar. Nazım Hikmet’in getirdiği bu içerik sadece Cumhuriyet dönemindeki şiiri değil bütün edebiyatı etkiler.
Nitekim sadece
- İlhami Bekir Tez,
- Hasan İzzettin Dinamo,
- Rıfaz Ilgaz,
- Hasan Hüseyin Korkmazgil,
- Ahmet Arif
gibi şairler değil,
- Sabahattin Ali,
- Orhan Kemal,
- Kemal Tahir
gibi romancılar da Nazım’ın açtığı yolda devam ederler. Hatta 1960’larda modernist ve bireyci edebiyata (temeli marksizim olsa da) karşı çıkarak Sosyalist gelişmeye paralel etkinlikte bir edebiyat ortamı kurmaya çalışan ikinci kuşak toplumcu edebiyat da köy romanı da Nazım’ın kurduğu edebiyat atmosferinden nefes alır.
Nazım Hikmet’in 1929 yılında Resimli Ay dergisinin 4. sayısından itibaren başlattığı “putları yıkıyoruz” kavgası , Türkiye’de edebiyat çevresinde başlayan ideolojik kavganın da merkezini oluşturur.
Nazım’ın ağır bir şekilde eleştirdiği şairlerden birinin, yenileşen Türk şiirinin ilk mimarı (Abdülhak Hamit), diğerinin, milliyetçiliğin ilk şairi (Mehmet Emin Yurdakul) olmasından dolayı büyük bir gürültü kopar. Örneğin, Hamdullah Suphi, İkdam gazetesinde Nazım Hikmet ve arkadaşlarını “bolşevik kapısının müseccel köleleri” (Oktay 1993:100) olarak nitelendirir. Nazım Hikmet’in enternasyonal eşitlikçi, modern ve materyalist duruşuna, “Kerem İle Aslı” ve “Şeyh Bedreddin Destanı” ile kurduğu sosyalist gelenek algısı, Türkiye’deki yerli sosyalizmin de kaynağı olmuştur. Nitekim Cahit Tanyol, Kemal Tahir hatta Attila İlhan’ın düşüncelerinin merkezi sayılabilecek “Anadolu sosyalizmi” bu kaynaktan hareket etmiştir.
Türkiye’de hapishane ve edebiyat ilişkisinin sosyal bir olgu olarak tarihe yerleşmesinde de Nazım Hikmet bir dönüm noktasıdır. Komünizm prapagandası yapmak veya Türkiye Cumhuriyetini veya ordusunu tahkir etmek suçundan dolayı Nazım Hikmet bir çok defa yargılandığı ve tutuklandığı gibi, bir çok şair yazar da Nazım’ın kitaplrını okumak ve onun yaptığını yapmak gibi sebeplerden dolayı yargılanmış ve mahkûm olmuştur. Siyasal ve edebi tarihe “Donanma Davası” olarak geçen yargılamalar ve mahkumiyetler önemlidir. 1938’de Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Nuri Tahir, Hamdi Alev Şamilof, Emine Alev, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi Tekbilek, Hüseyin Avni Durugün gibi şair, romancı, gazeteci yargılanmış ve hapse atılmışlardır. Kemal Tahir ve Orhan Kemal gibi toplumcu gerçekçi romanın ustaları sayılan bu iki ismin hayatında Nazım Hikmet’le kurdukları ilişki ve bir eğitim mekanı haline getirdikleri hapishane oldukça önemlidir.
Türk romanında toplumcu gerçekçiliğin ilk yansımaları, işçi hayatlarının anlatıl-masıyla 1930’larda başlar. Bazı yazarlar, eserlerinde ikinci planda da olsa sınıf çatışmalarına yer verirler. Reşat Enis, “okumuş bir tornacı”ya Marksist yorumlar yaptırır: “Harbi isteyen patrondur; kapitalisttir. Yok olası kapitalist… Sönmek bilmez ihtirası, onun gözlerini içinde bulunduğu sınırlarının dışına çeker, ona, dışarıda işletecek maden lazımdır; sürecek toprak lazımdır. O, malını satacak piyasa arar.” (Naci, 1990: 338). Maden işçilerinin hayatını anlatan Reşat Enis, Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’da (1938) maden işçileriyle sanayi işçilerini, “sömürülenler” olarak gösterir.
Sabahattin Ali, Sadri Ertem gibi yazarların eserlerinde de belirli bir toplumcu gerçekçilik vardır. Ama söz konusu üç yazarda da “sosyalist öz”, tek tek yazarların kişisel özelliklerini, oturmuş veya seyyal birikimlerini yansıtır. Henüz işçi sınıfı, bütünüyle toplumcu gerçekçi yöntemlerle ele alınmaz. Ancak halka dönüş, toplumsal etkinlik sürecine giren yeni bir insanı haber verir. Meselâ Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u. Bu yeni, yarı feodal bir yapının veya yoksulluktan bıkmış bir toplumun insanı, oluşmakta olan yeni bilinçteki insanı yansıtır: “İşçi oluşumunda ilk halka, Avrupa piyasalarının artan taleplerine uygun olarak bahçe ve sanayi ürünlerinin (yani uzmanlaşmış tarımın) gelişmesi sonucu tarım kesiminde ilk kez kapitalist üretim ilişkilerinin belirmeye başlamasıdır. (…) Yukarıda tanımladığımız anlamdaki bir kapitalizmin, etki alanına giren ilk yöre Çukurova olmuştur (Naci, 1990: 326).
“Toplumcu bir yazarım (… ) Bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp, bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliği ile göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım.” (Orhan Kemal, 1974: 117) diyen Orhan Kemal, Çukurova’daki bu yeni gelişen, “kara düzen”in getirdiği iktisadi atılımlar içinde yenilen, acı çeken, birbiriyle boğuşan, sınıf değiştirme hırsıyla birbirinin sırtına basan bu insanları yansıtır. Denilebilir ki Türk romanında işçiyi, bütün çevresiyle en geniş mânâda eserlerine alan romancı Orhan Kemal’dir. “Ekmek” peşinde koşan küçük insanın hayatını yazan yazar, şahıslarını bir “sınıfsal bilinç” içerisinde göstermiş midir? Kendisinin roman bütününe sinen sınıfsal bilincin düzeyi nedir? “kendini bilen bir yazar için zaten sınıfların dışında bir edebiyat yoktur” diyen bir yazarın, işçileri, ağaları, işbirlikçileri örtülü bir şekilde sınıf bilinci içinde ele aldığı düşünülmelidir.
Kuşkusuz Cumhuriyet sonrasında “yerli sosyalist düşünce” ve “yerli sosyalist edebiyat” bağlamındaki tartışmaların içinde adı en çok geçen yazar Kemal Tahir‘dir. O, Kemalizmden Marksizm’e geçişiyle, yerli bir Sosyalizme evrilişiyle, Osmanlı gerçeğini kabul edişiyle, Osmanlı tarzı bir iktisadi anlayışı önermesiyle hep tartışmaların odağında yer alır. Anadolu toplumunun yapısı, tarihsel gerçeği ve anlamı üzerine söyledikleri onu evrensel sosyalizmden ayırır. Asya Tarzı Üretim Tarzının özelliklerini ve niteliklerini Osmanlı ve Anadolu hayatında gören Kemal Tahir, her toplumun kendi iktisadi şartlarına göre biçimleneceğini ve esasen bugünkü sosyal bozukluğun toplumun kendi iktisadi ve siyasi yapısını kuramamasından kaynaklandığını düşünür.
Sadri Ertem, Reşat Enis, Sabahattin Ali’lerle başlayan sosyalist gerçekçi roman, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’larla devam eder.
Kaynakça: Doç. Dr. Mehmet Narlı, Toplumcu Gerçekçi Roman ve Gelişimi