Toplumcu Gerçekçi Köy Romanı
Toplumcu Gerçekçi Köy Romanı
İlk Köy Romanından Toplumcu Gerçekçi Köy Romanına
Köyden söz eden romanların tarihi elbette Ahmet Mithat‘ın Bahtiyarlık’ına, Nâbizâde Nazım‘ın Karabibik’ine, Ömer Ali Bey’in Türkmen Kızı’na kadar götürülebilir. Cumhuriyet dönemindeki Anadolu’ya yöneliş hareketlerinin, halkçılık ilkesinden geçerek Köy Enstitülerini doğurduğu, onun da köy edebiyatını beslediği söylenebilir. Ancak kullandığımız tematik başlık, belli bir dünya görüşü içinde köye ve köylüye yaklaşan romanları ifade etmektedir. Aslında “köy romanı” adının da bu romanlara verilen isim olduğu genel bir kabuldür.
Ramazan Kaplan, Türk Romanında Köy adlı çalışmasında köyü ve köylüyü anlatan romanları tarihsel bir sırayla ele alıp değerlendirir. 1876-1923; 1923- 1950; 1950-1960; 1960-1980 şeklinde yapılan kronolojik tasnifte konuyla ilgili 90’a yakın kitap üzerinde çalışan Kaplan da, köy romanının köy enstitülü yazarlarla özdeşleştiğine dikkat çeker (Kaplan, 1997).
Köy Enstitüleri bir kalkınma sevdasının çocuğudur. Kırsalı, kendi şartları içinde geliştirmenin yollarını arayan bu yapı, tarım ve zanaatkârlık alanında önemli elemanlar yetiştirir. Bunun yanı sıra oralara tayin edilen sosyal bilimler hocalarının etkisiyle, üretim tüketim ilişkilerine kafa yoran, köy gerçekliklerini yorumlayan ve bu özellikleri ile köye müdahale etmeleri gerektiğine inanan, kendilerini aydın gören insanlar yetiştirir. Kitap okumaya alıştırılan bu insanların hemen hepsi, aynı zamanda hiç olmazsa birkaç şiir de yazmışlardır. Enstitülerden yetişen romancıların tamamı ya doğrudan veya hümanizm ve halkçılık üzerinde sosyalisttirler; köye ve köylüye bakışlarını sosyal gerçekçilik (sosyal realizm- toplumcu gerçekçilik- sosyalist realizm) belirler. Ama bu bakış açısıyla roman yazanlardan Köy Enstitüsü mezunu olmayanlar da vardır. Sayısı oldukça fazla olan romanların ismini vermek bu çalışma için imkânsızsa da en çok konuşulan romanlardan bir kaçını yayımlanış sırasına göre saymak gerekir.
- Mahmut Makal, Bizim Köy 1950 (aslında köyle ilgili notlardan oluşan bir kitap);
- Orhan Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar 1954;
- Kemal Tahir, Sağır Dere 1955; Büyük Mal 1970;
- Yaşar Kemal, İnce Memed 1955; Teneke 1955;
- Talip Apaydın, Sarı Traktör 1958;
- Fakir Baykurt, Yılanların Öcü 1959; Irazca’nın Dirliği 1961;
- Kemal Bilbaşar, Cemo 1966;
- Hasan Kıyafet, Kominist İmam 1969;
- Abbas Sayar, Yılkı Atı 1970;
- Dursun Akçam, Kanlı Derenin Kurtları, 1976.
Enstitülerden yetişen romancıların tamamının ya doğrudan veya hümanizm ve halkçılık üzerinden sosyalist olduğunu; köye ve köylüye bakışlarını, sosyal gerçekçiliğin belirlediğini söylemiştik. Bu ortak ideolojik arka plan ve bakış açısı, romanlarda ortak bir şema da oluşturmuş mudur? Yaşadıkları gerçekleri anlattıklarını söyleyen romancıların, köylünün problemlerini gördükleri açıktır. Örneğin köyde yoksullar, zenginlerden daha çoktur. Köylüler, pozitivist ahlâktan çok geleneksel ahlâka bağlıdır. Köylerde imamlar, şeyhler, ağalar da vardır. Köylü hem topraksızdır hem de toprağını verimli kullanacak araçlardan yoksundur. Bütün bunlar, köylünün gerçeklikleri olarak işlenmiştir ve doğrudur. Ama bu çatışmaların tarafları birçok romanda aynıdır: Bir kere köyde mutlaka sömürülen büyük bir kitle, sömüren birkaç kişi vardır. Sömürülenin yanında bir öğretmen, kaymakam, hâkim vs bir aydın bulunur. Sömürenler, ağadır, belediye başkanıdır ve yanında her zaman şeyh veya imam vardır. Bazen aydının vereceği savaşı, ezilenlerin içinden bir kahraman (bir genç bir kadın vs) verir. Bu ortaklıkları bir şema sayarsak, bu şemadan, Türkiye’nin sosyalist gelişmesinin köyden olacağı düşüncesi çıkmaktadır.
Köydeki yapıyı feodal bir yapı olarak algılayan bu yaklaşım, köylünün ahlâkını da feodal bir ahlak olarak değerlendirir. Buna göre din, gelenekler, üretim ilişkileri, “ağalar” üzerinden feodal yapıyı beslemektedir. Fakat bütün romanlarda bu şablonunun olduğunu söylemek de doğru değildir. Örneğin Talip Apaydın’ın Sarı Traktör’ünde, köyün delikanlısı, daha fazla verim elde etmek ve bu arada işaret edilen bir kişi olmak için traktör almak ister. Teknolojinin tarıma girmesi yoluyla olacak kalkınma, eserin ana düşüncesini oluşturur.
Diğer taraftan 1960’lardan sonra köye bakışta bir değişme yaşanır. Aynı ideolojik arka plandan gelen Kemal Tahir, “köyü yazan romancılardan beklediğimiz bir şey, bence, Türk milletinin müşterek, yani birleşik ruhunu, davranışını keşfetmeye çalışmaktır.” (Kemal Tahir, 1960: 87) diyerek, köylülüğün durağan ve değişmeyen bir yapı olmadığını, onu, farklı açılardan ele almak gerektiğini ileri sürer.
Her halde romanların şehir köy ilişkisini canlı tutması, köyü tarihsel bir süreç içinde de ele alması bu, Anadolu Türk ruhunu bulma düşüncesine bağlıdır. Benzer ve farklı tutumları yansıtmak üzere Mahmut Makal’ın Bizim Köy, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, (ikisi de Köy Enstitüsü mezunudur), Yaşar Kemal’in Teneke ve Kemal Tahir’in Büyük Mal adlı romanları üzerinde kısaca duralım.
Köy Romanları Üzerine
–
Köy Enstitüsü mezunu Mahmut Makal’ın 1950 yılında yayımlanan Bizim Köy’ün-den kısaca söz etmek gerekir. Köy hayatına dair tutulan notlardan oluşan bu kitabın bir roman olmadığı söylense de, köy romanının öncüsü sayılmış ve defalarca basılmıştır. Notlara, mülakatlara ve raporlara dayanan bu kitapta Makal, “beş temel unsur üzerinde durmuştur: birincisi ekonomik sıkıntılar; ikincisi, ilkel malzeme kullanma; üçüncüsü, toprak meselesi; dördüncüsü, yeni teknolojilere yabancılık; beşincisi ise sosyal yardımlaşma ve kooperatifleşmedir.” (Yalçın, 2003: 87). Aslında Bizim Köy’den sonra yazılan köy romanlarının tematik alanı da aşağı yukarı Bizim Köy’deki gibidir. Cumhuriyet’ten sonraki köy romanını bütün temalarıyla değerlendiren bir çalışmada romanlar taranmış ve şu problemler tespit edilmiştir. Ekonomik güçlükler (işsizlik, topraksızlık, susuzluk, tefecilik); sosyal hayatın geriliği (aydın köylü ayrılığı, sağlık, eğitimsizlik, cahillik, hurafeler); sosyal çatışmalar (arazi kavgaları, siyasi çekişmeler, köylü ve devlet, ağalık) yasa ve ahlak (öç alma, eşkıyalık, tecavüz) etkili unsurlar (din, hurafe, gelenek) (Kaplan, 1997).
Bizim Köy’ün öğretmeninin, köylünün din anlayışı ve din önderi hakkındaki tutumu da, kendisinden sonra gelenlerde devam eder. Romanda istihza ile anlatılan şeyh ve halk ilişkisi, Vurun Kahpeye’den, Yeşil Gece’den Yaban’dan devralınan bir tutumla, Bizim Köy’den sonraki romanlarda da devam eder. Bizim Köy’ün köylülerinin konuşması, başka romanlarda başka köylerin ağzı olarak devam eder. Bizim Köy’ün öğretmeni, yine diğer romanlarda öğretmen, savcı, hakim, doktor, kaymakam olarak halkı aydınlatmak için çalışır; bu yolda iftira dahil her şeyi göze alır.
Bu arada romanlarda geçen mekânların bir kısmının köy olmadığını, ilçe olduğunu belirtmek gerekir. Şehirden ötesini köy görmek, aydınlar için normaldir belki ama bir köylü için köy ve ilçe çok farklıdır. Köy romanı denilen birçok roman üzerinde yapılan çalışmalarda bunun üzerinde durulmaz. Bunun birinci sebebi, arka plandaki Anadolu’yu aydınlatmak düşüncesidir. Bu yüzden köy, kasaba, ilçe fark etmemektedir. İkinci sebebi ilçe denilen yerlerin bile, değişen hayat karşısında, ekonomik ve sosyal olarak köyden farksız oluşlarıdır.
Yaşar Kemal’in Teneke adlı romanı 1955’te yayımlanır. Teneke, köy romanlarının bir kısmı için belirlenen şablona uyan bir romandır. Ana problem, yerleşim yerine yakın yerlerde çeltik ekmek isteyen ağalarla, buna karşı çıkan kişiler arasında yaşanır. Okçuoğlu ve diğer ağalar, çeltik ekmek için kaymakamlıktan ruhsat almak zorundadırlar. Fakat kaymakamlığa vekalet eden Resul Efendi işi sürüncemede bırakmaktadır. Çünkü ekim yapılmak istenen yerler yerleşim alanlarına yakındır; oluşacak bataklıklar sıtma salgınını başlatabilir. Fakat ekim için de zaman kalmamıştır. Tam bu sırada yeni atanan kaymakam Fikret Irmaklı gelir. Ağalar onu öyle bir ilgi ve ziyafetle karşılarlar, onun için ilçenin en güzel evini hazırlarlar ki, kaymakam şaşırır kalır. Çeltik ekimi yapılacak yerin meskun mahal olmadığına kaymakamı inandırarak ruhsatnameyi alırlar. Oysa Sazlıdere köyü ruhsatı alman yerin içindedir. Okçuoğlu köylünün tarlasını satın almak ister ama Mehmet Ali ve Zeyno Kadın gibi köylüler, bunu kabul etmezler. Bu arada ruhsat verilmemesi gereken yere ruhsat verdiğinden dolayı kaymakam hakkında dedikodular başlamıştır, Emekliliği yaklaştığı için kaymakamın suyuna giden Resul Efendi dayanamaz ve ruhsat alınırken çevrilen dalavereleri Kaymakama anlatır. Tecrübesiz kaymakam, gerçeği öğrenince hemen kendisi için hazırlanan evden çıkıp kaymakamlığa yerleşir. Bu arada köylüye kızan ağa, suyu tarlalara bırakmış köy çamur içinde kalmıştır. Zeyno Kadın ve bazı köylüler kaymakama şikâyete gelirler. Kaymakam gerçeği öğrendiği için, çeltik ruhsatlarını vermez. Ağalar Siyasetçi Ahmet’e bir telgraf yazdırarak Ankara’ya gönderirler. Bu da yetmez, kaymakamlık odasını kurşunlatırlar. İzinsiz olarak suyu tarlalara bırakmaya başlarlar. Kaymakam bentlerin başına jandarma diker. Okçuoğlu, jandarmanın görmezden gelmesi için rüşvet çarkını işletmişse de yeni jandarmalar gelmiştir. Okçuoğlu, yeni bir çare olarak köylülere çok yüksek paralar ödeyerek köyü terk etmelerini ister. Birçoğu boyun büker ve köyü terk eder. Ancak birkaç kişi direnir. Kaymakamın başka yere gönderilmesi için bir heyet Ankara’ya gitmiş ve işin olacağı haberini getirmiştir. Nihayet kaymakamın Kars Kağızman’a tayini çıkar. Ağaların çocukları ayartmasıyla; bütün çocuklar, kaymakam köyden çıkarken teneke çalarlar.
Uluslararası ününü, dönemin sosyalist edebiyat yayılmasına, yazarın politik manevralarına bağlayanlar olsa bile, saydığımız romancı özelliklerinin bunda etkili olduğunu düşünen de çoktur. Teneke de kaymakam ve ağalar, ilçede yaşasa da, işlenen, Sazlıdere köylüsünün problemidir. Ekonomik temelli olan çatışmanın genel olarak iki tarafı vardır: Birinci tarafta ağalar ve onlardan beslenen köylüler, memurlar ve siyasetçiler vardır. İkinci tarafta, emeklerini ve mallarını ağalara terk etmek istemeyen köylüler ve onların haklı olduğunu düşünen kaymakam vardır. Fakat iki taraftaki sosyal figürler, çatışmanın devam etmesi için aynı direnci veya sebepleri göstermezler. Örneğin köylülerin çoğu, önce direnseler de, ağaların parası ve sosyal gücü karşısında köylerini terk ederler; yani üretimlerine ve geleceklerine sahip çıkmazlar. Köy romanında köye gelen aydın tipinin temsilcisi kaymakam, toyluğu atlattıktan sonra ağalar tarafından köylüler tarafına, yani feodaliteden, emek tarafına geçer. Resul Efendi, dengeyi sağlayan az sayıdaki tiplerdendir. Gerçekte, üzerindeki baskılar olmasa, daha hak sever, daha dürüst olacağı kesindir. Ağaların gücü nereden gelmektedir: Bir kere onlar, kırsalın ileri gelenleri yani soylularıdırlar. Büyük toprak sahibi oldukları için paraları vardır. Sonra siyasi iradeyle yakınlıkları, çıkar ilişkileri vardır. Bu imtiyaz ve imkânların verdiği güçle, doğal paylaşımı ortadan kaldırırlar; kanunları, siyasal yapıyı, moral değerleri, çıkarları doğrultusunda biçimlendirirler. Daha doğrusu bu doğrultuda biçimlenen değerleri atalarından devralır ve bu yapının değişmesini istemezler. Bu yapı, kendi emeğiyle geçinen insanların direncini kırdığı gibi (köylülerin çoğu köylerini terk ederler); onların, bir ara bölgede (işbirlikçi) yeni imkanlar bulmasına da izin verir (Ağaların yanında yer alan yoksul köylüler, jandarmalar, memurlar gibi). Bu yapının insanî ve doğal olmadığını düşünen ve buna direnen kişiler, güçlerini, emeğine ve kendilerini besleyen toprağa sahip çıkma bilincinden ve kanunlardan alırlar.
Yaşar Kemal, yapıyı böyle ortaya koyarken elbette tarihsel maddecilik felsefesine ve sosyalist ekonomik ilkelerine bağlıdır. Ama gücünü köylünün haklılığından ve kanunlardan alan kaymakamı, teorik bir idealist halinde ortaya koymaz. Hatta direncin doğallığını artırmak için, direnen köylüleri de öne çıkarır. Peki sonunda romanda kim kazanmıştır? Köylülerin çoğunu köyden çıkaran, kaymakamı sürdüren ağalar mı? Köyünden çıkmayan köylüler ve tayini çıksa bile ağaların çıkarlarına hizmet etmeyen kaymakam mı? Galiba, yazar için daha önemli olan, çatışmayı ortaya koymaktır. Çatışmanın ortaya konuluş biçimi okuru, haklarına sahip çıkan köylünün ve kendi çıkarı için halkını feodalite çarkına ezdirmek istemeyen kaymakamın yanına çeker. Sınıfsal bilincin köydeki düzenin değişmesiyle ilerleyeceğini düşünen sosyal gerçekçi yazarın hedefi de budur.
Köy Enstitüsü mezunu Fakir Baykurt da, köy romancıları içinde en çok okunan, en bilinen yazarların başında gelir. Bunun, romancı özelliklerinden gelen sebepleri olduğu gibi, siyasal hayatına, romanlarının sinemaya aktarılmasına bağlı sebepleri de vardır. “Çalışan kırk bin Türk köyünün acısını, çilesini, sesimizin yettiğince duyurmaya çalışalım. Bu bizim için hem haktır, hem görevdir.” (Baydar, 1960: 43) diyen Fakir Baykurt, bu hak ve görevin gerçek gözlemlerle yerine getirilebileceğini düşünür. Daha sonra sadece gözlemci gerçekliğin yeterli olmayacağını düşünerek “sanatta çabam, köylü yaşayışını, halkçı ve devrimci açıdan yazmayı sürdürmektir (…) edebiyat, insanlarımızı hayata karşı, devrimci tavır ve davranışlı yapmada önemli bilinçlendirme aracıdır.” (Baykurt, 1981) der. Bu “devrimci bilinçlendirme” için niçin köy seçilir? Fakir Baykurt, önemli olanın köy, şehir olmadığını, herkesin iyi bildiği yerdeki bozuk düzeni anlatması gerektiğini söylese de bu pek de doyurucu bir cevap değildir. Belki şu düşünülebilir: Bu yazarlar sözünü ettikleri “bilinçlenmeyi” Köy Enstitüleri’nde öğrendiler; mezun olduktan sonra da çalıştıkları yerler köylerdi; doğal olarak, bilincin aktarılacağı yerler köylerdi. Alemdar Yalçın, bu sebeplerin yanına, köy romanının geliştiği yıllardaki uluslar arası etkileri de koymakta ve bilinçlenmenin (devrimin) köyden geçerek geleceği inancının, bu etkilere bağlı olduğunu işaret etmektedir (Yalçın, 2003:150). Başka bir soru da sorulmalı: Bu romanlar köylüyü nasıl bilinçlendirecek? Her halde köylünün kitap okuduğunu hele de roman okuduğunu söylemek mümkün değildir. Beklenebilecek en inanılır etkilenme, köye gelen aydından köylünün etkilenmesi olacaktır. Öyleyse bu romanlar, köylüye değil, köylünün nasıl bilinçleneceğini okuyacak olanlara yazılmıştır.
Fakir Baykurt’un, 1958’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Yılanların Öcü adlı romanı 1959’da yayımlanır.Yazar daha sonra bu romanının problemini Irazcanın Dirliği ve Kara Ahmet Destanı ile devam ettirir. Roman yayımlandığı yıllarda olumlu eleştirilerin yanı sıra olumsuz eleştiriler de alır. Olumlu eleştiriler, romanın köy gerçekliklerini anlatmasıyla; olumsuz eleştiriler, köylüye bakışıyla ve eserin müstehcenliği ile ilgilidir. Fakir Baykurt’un romanlarındaki cinsellik anlatımı, daha sonraları da eleştiri konusu edilmiş; örneğin Tırpan adlı romanı bu boyutuyla tartışılmıştır. Yılanların Öcü’nün hikayesi, Burdur’un seksen evlik Karataş köyünde geçer. Vali, şehre bir heykel yaptırmak için köylere salma salar. Karataş köyünün muhtarı, bu parayı temin etmek için, Kara Bayram’ın evinin önünü, ihtiyar heyeti üyesi Haceli’ye satar. Bayram’ın annesi Irazca Ana, bu işe karşıdır ve bunu muhtarın ve yandaşlarının bir zulmü olarak algılar. Muhtar ve köy heyeti bu arazinin köy malı olduğunu söylerler. Hatta köyün imamı Beytullah Hoca’da muhtara ve ileri gelenlere karşı gelmenin çıkarlarına zarar vereceğini düşünerek, arazinin Bayram’a ait olmadığını söyler. Böylece Irazca Ana ve Bayram, köyün güçlerine karşı direnmeye başlarlar. Ana oğul, Haceli’nin yapmaya başladıkları kerpiçleri parçalarlar; Muhtar tuzağa düşürerek Bayram’ı dövdürür; Haceli, Kara Bayram evde yokken, karısı Haççe’yi döver ve çocuğunun düşmesine sebep olur. Muhtar, işin devlete kadar uzanacağını düşünerek hemşire getirip olayı ört bas etmeye kalkar. Köyü ziyarete gelen kaymakama verilecek ziyafet için, Kara Bayram’ın kuzusu el altından kesilir. Irazca Ana, kaymakam köye girmeden yolda karşılar ve olanları anlatır. Kaymakam, dürüst, haksever bir insandır. İşin mahkemelik olmasını istemeyen Muhtar, Haceli ile Bayram’ın barışmasını ister. Bayram, çaresizdir. Zaten topraklandırma zamanında köyün ağası, arazisini bir yığın parayla köye satmış, parasını bankadan almış; köylüleri bankaya borçlandırmıştır. Kara Bayram’a düşürülen tarla çoraktır. Küçücük bir parçası ekilebilmektedir. Dolayısıyla barışmaya meyillidir. Fakat Irazca Ana, buna asla müsaade etmez. Kocasının yıllar önce öldürdüğü bir yılandan dolayı, yılanlar nasıl hâlâ Bayramlardan öç alma peşindeyse, Bayram da dövülmesinin, düşürülen bebeğinin öcünü almalıdır. Irazca Ana, “bunca hakarete, bunca zulme, bunca zillete nasıl dayanıyorsunuz hey Bayram” diyerek, direnmenin gereğini ortaya koyar.
Yılanların Öcü’nde çatışma unsurlarını oluşturan yapı, biraz önce değindiğimiz Yaşar Kemal’in Teneke’sindeki yapıyla hemen hemen aynıdır. Muhtar ve çevresindekiler, her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda düzenlerler; bu düzene karşı duranları, her türlü yolu mubah sayarak ezerler. Buna karşılık, yoksulluğun, kimsesizliğin çarklarından geçmiş, oğluna hem ana hem baba olmuş Irazca Ana ve oğlu Bayram, zulme ve zillete karşı dururlar. Muhtar’ın yanında, çıkarlarını muhtarın, yani gücün ve paranın yanında bulanlar ve köyün imamı vardır. Bayramların yanında ise gücünü kanundan ve devletten alan kaymakam vardır. Kişilerin kendi yöresel ağızlarıyla konuşmaları, köydeki kavgaların sebeplerinin gösterilmesi, köylünün inanç ve korkularının vakaya katılması gibi özellikler, romanın gerçeklik dünyası olarak değerlendirilebilir. Fakat, niçin Bayram’a sahip çıkacak bir köylü yoktur? Köylerimizdeki sosyal yapı tamamen güçlü olana hizmet eden bir yapı mıdır? Veya köylerde muhtar, ağa, imam, niçin hep ezen taraftır? Bu soruların sosyolojik temellere dayanan cevapları, Yılanların Öcü veya benzeri romanlarda yoktur.
Kemal Tahir, köyü ve köylüyü, sosyal ve siyasal yapının tümüyle ilişkilendirir ve böylece Anadolu insanının ortak ve bütünlüklü yapısını ortaya çıkarmak ister. Alemdar Yalçın, Kemal Tahir’in, Osmanlı toprak sisteminin, batıdaki serflik ve derebeylik sistemine benzemediğini, köy romanlarını yazdığı sırada keşfettiğini söyler (Yalçın, 2003: 174). Bunu doğru bir tespit olarak kabul edersek, Kemal Tahir’in sözünü ettiğimiz ilişkilendirmede başarılı sonuçlara vardığı sonucu ortaya çıkar. Romancının vardığı sonuç, kültür geleneğinin, ekonomik geleneğin, her millette kendine göre bir değişim yolu izlediğidir.
Kemal Tahir’in Köyün Kamburu adlı romanı da Yılanların Öcü gibi 1959’da yayımlanır. Bu roman da Fakir Baykurt’un romanı gibi üçlü serinin bir parçasıdır. Daha 1960’lara gelmeden, köy gerçekliğine farklı yaklaşımların oluşmaya başladığı görülür Köyün Kamburu’nda. Romanın hikayesi, yakalandığı hastalıktan dolayı tuhaf davranışlarda bulunan, olur olmaz kızıp köpüren Parpar Ahmet’in oğlu Çalık Kerim’in etrafında geçer. Parpar Ahmet, hastalığı geçsin diye çirkin ve topal bir kızla evlendirilir. Fakat hastalığı geçeceğine artar; olur olmaz zamanlarda karısını dövmeye başlar. İçine giren cinlerin çıkması için, Uzun İmam’ın fikriyle direğe bağlanıp dövülen adamcağız ölür. Kadıncağız kocasından yediği dayaktan olacak, çocuğunu erken doğurur. Doğan çocuk, hem sakat hem çirkindir. Bu yüzden Çalık Kerim diye anılır. Çalık Kerim, sakat ve çirkindir ama parlak bir zekaya sahiptir. Çiftlik sahibi Ömer Efendi, çocuğu yanına kuyrukçu olarak alır. Çiftliğe gelen dindar kılıklı Abuzer Efendi, aslında ahlâksız bir adamdır ve Ömer Efendi ölünce, oğlu Kenan’ı düzenbazlığıyla kullanıp çiftliğe sahip olmak ister. Bu namus düşkünü adam, bu işi başardığı gibi, sürülerini ve içine farklı maddeler karıştırdığı gıdaları, Osmanlı ordusuna satarak, orduyu soymaktadır. İkinci Meşrutiyet’ten sonra da düzeni bozulmaz; çünkü İttihat ve Terakki ile de sağlam ilişkiler kurmuştur. Çalık Kerim, çiftlikte kalamaz ve köye döner; gördüklerini anlatır. Köyde İmam’ın okumaya gelen öğrencisi ile ilişkisini de görüp anlatınca, İmam onu, Çorum’a medrese tahsili için gönderir. Çalık Kerim tahsili bitirir ve köye döner. Köydeki gençler birinci Dünya Savaşı cephelerine dağılmıştır. Çalık, askere kabul edilmediği için, köyde düzenini kurmaya başlar. Bir süre sonra imamı, hatta bütün köylüyü yanına çeker. Abuzer’den gördüğü dalavereleri çevirerek, savaş yıllarında karaborsacılık yaparak zengin olur. İstediği kızla evlenmek için , kendisine tedaviye gelen kızın yavuklusunu zehirler ve kızla evlenir.
Görüldüğü gibi Köyün Kamburu’nda köy romanı şablonu kırılır; ağalar ve köylüler şeklindeki çatışma, yerini daha karmaşık çatışmalara bırakır. Ekonomik yapıdan eşkıyalığa, cinsel saplantılardan, siyasete kadar, toplumun yaşama biçimini oluşturan her tabana uzanır. Sosyal ve siyasal gelişmelerin etkisinde gelişen köylü tutumunda genetik ve natüralist etkiler aranması, köy romanı için yeni bir bakıştır. Köydeki ahlaksız, zorba, düzenbaz yapıyı, çöken imparatorluğun oluşturduğu kaos ve güvensizlik ortamıyla ilişkilendirmek, Çalık Kerim’in, karaborsaya girmesinde, köyü, düzenbazlığıyla yanına almasında, eşkıya ile baş edecek kadar, hile ve desise ustası olmasında, hem çirkinliğinden ve hem de çiftlikte aynı karakterdeki Abuzer Efendi’yi izlemiş olmasından gelen etkiler vardır. Yazar, böylesi bir tutumla, birbirini etkileyen bütün olgular arasında bir Anadolu kimliği bulma peşindedir. Anadolu’daki bu olumsuz yapı, tarihin derinliklerinden gelmemiş, çöken bir devletin her türlü otoritesinin kaybından beslenmiştir. Kemal Tahir’in köylüyü, cinsel sapkınlıklar, hileler ve çeşitli ahlâksızlıklar içinde göstermesi, bir çok haklı eleştiri almıştır. Fakat Kemal Tahir, Anadolu idealizminden de, romantik Marksist tutumdan da ötede bütüncül bir bakış getirdiği iddiasındadır. Ona göre, iyiyi kötüyü kesin çizgilerle ayırmak; köylüyü övmek veya köydeki varsayılan feodal yapının karşısına, emeğine sahip çıkan bir cesur adam çıkarmak veya bilinçli bir sosyalisti köye göndermek, Anadolu gerçeğini bulmada uygun yollar değildir.
Kaynakça: Doç.Dr. Mehmet NARLI, Toplumcu Gerçekçi Roman ve Gelişimi