Toplumcu Gerçekçi İşçi Romanı
Toplumcu Gerçekçi İşçi Romanı
İşçi Romanının Doğuşu
Osmanlı toplum yapısı, sınıflı bir yapı değildir. Marksist iktisat teorilerinde izlenen diyalektiğe göre de Osmanlı toplum yapısında sınıfların olması mümkün değildir, Sanayileşme olmadan, kapitalist üretim ilişkileri şekillenmeden işçi sınıfının oluşamayacağı genel bir kabuldür. Böyle de olsa, Islahat hareketlerinden sonra bazı işçi cemiyetleri kurulmuştur: “Bilinen ve belgelenmiş ilk işçi örgütü Ameleperver Cemiyeti’dir. ilk işçi hareketi de 1872 yılında patlak vermiştir. 1895 yılında Osmanlı Amele Cemiyeti kurulmuştur. Gizli ve yıkıcı çalışmalar yaptıkları gerekçesiyle bu kuruluşun 1896’da kapatılmasından sonraki ilk önemli işçi hareketi, Reji Idaresi’ne karşı tütün işçilerinin 1906 grevidir.” (Naci, 1990: 327). Osmanlı’nın son yıllarında oluşan bütün bu işçi hareketlerinin temelinde “işçi hakları” olduğu açıkça görülmektedir. Ancak bu “hak arama” istekleri, Marksist anlamda bir sımfsallaşmayı içermezler. Avrupa’daki sanayileşme süreci içinde gelişen sınıf hareketlerinin, Türkiye’ye “ücretlerin iyileştirilmesi yolundaki istekler” biçimindeki yansımalarıdırlar, Cumhuriyeti izleyen yıllarda, işçi hareketlerinin sosyalistler tarafından yönlendirildiği görülmektedir. 1936’da çıkarılan “İş Kanunu”nu anlatırken Recep Peker’in söyledikleri, bunu ifade eder: “Yeni Iş Kanunu, smıfçılık şuurunun doğmasına imkan veren hata yollarını ortadan silip süpürecektir”. Yine 1933 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 201. maddesine getirilen bir değişiklikle işçileri işi bırakmaya zorlayanlara ağır cezalar konmuş ve 1938’de de sınıflara dayanan kuruluşlar, dolayısıyla sendikalar yasaklanmıştır (Naci, 1990: 328). Türkiye’de henüz işçi sınıfının olmadığını, mevcut çalışmaların işçi gelişimini planlamak, hızlandırmak şeklinde algılanması gerektiğini vurgulayan Niyazi Berkes, bu anlayışın bile savaş sonrası hükümetlere büyük bir telaş verdiğini söyler (Berkes, 1975: 133).
Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Reşat Enis gibi romancıların romanlarında işçi sorunları görülse bile, Türk romanında, yeni gelişen sanayileşmeyi, ağalık ve patronluk arası bir tutumu olan fabrika sahiplerini ve bu fabrikalarda, köylülükten şehir işçiliğine doğru kaymaya çalışan işçileri, geniş anlamıyla anlatan romancı Orhan Kemal’dir. Orhan Kemal’in bütün hikâye ve romanlarında işçiler vardır. Yazarın gerçek hayatında da işçiler-yoksullar dışında sürekli bir çevresi pek yoktur. Amelelikten, hamallığa oradan kâtipliğe kadar her işte çalışan Orhan Kemal’in Adana’da iken oturup eğleştiği kahveler işçilerin kahveleridir. Bu kahvelerde işçi ustası dostlarından alıp okuduğu kitaplar içinde, Rusya’daki yoksulları ve işçileri anlatan Maksim Gorki’nin kitaplarının önemli bir yeri vardır. Orhan Kemal’in kendi hayatına ve kendi çevresine benzeyen roman dünyasına girmesi böylece başlamış olur. Ama asıl “bilinçlenme” Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le tanışmasıyla başlar. Bu süreç, yazarı, bilinçli olarak toplumsal gerçekliği anlamaya, ona tanık olup yansıtmaya götürür. Artık o, sosyal yapı içerisinde hep yoksulları, ekmek kavgasını, düzenbazlığı, yozlaşmayı, cinselliği görür ve anlatır. Çünkü, sosyal sınıflar arasındaki zıtlığın anlaşılması “kökü mutlaka sınıf gerçeğine dayanan, insana dayanan yeni yollar aranıp bulunduğu oranda” (Orhan Kemal, 1969) gerçekleşecektir.
İşçi Romanları Üzerine
Orhan Kemal: Bereketli Topraklar Üzerinde
Orhan Kemal’in 1954’de yayımlanan Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında birinci derecedeki kişilerin üçü de işçidir. İflahsızın Yusuf, Pehlivan Ali ve Köse Hasan, her yıl Çukurova’ya ekmek parası için akın eden binlerce Anadolu insanından üçüdür. Fakat bu üç arkadaş, fabrika görmemiş köylü ırgatlardır. Köydeki otuz kuruşluk yevmiyeler geçinmelerine yetmeyince gurbet elde çalışmaya mecbur kalırlar. Yusuf, Ali ve Hasan’ın ekmek mücadelesinde ortak bir bilinç görülmez. Onlar, kendi sınıflarının farkında olmadıkları gibi, kendi aralarında birlik olmayı bile bilmezler. Özellikle Yusuf çıkarcı ve dost bilmez bir karakter sergiler. Köse Hasan hastalanıp, yatağa mahkûm olunca, Ali’ye “Hepimizinki de bir ekmek derdi meselâ. Sen çalışacaksın, ben çalışacağım, o yatacak, olmaz” demesi, bozuk düzenden sadece kendini kurtarmak istediğini gösterir. O, Hasan’ın fabrika şartlarına dayanamayıp zatürreye yakalandığını kavrayamaz. Uysal, hatta işbirlikçi tavrıyla bozuk sosyal düzene uyum sağlamaya çaba sarfeder. Yusuf’un kendi sınıfının çıkarlarını dile getirmesi, kendi gerçeğine de ters düşer zaten. Ekmek peşinde şehrin fabrikasına, inşaatına, tarlasına giden üç arkadaştan sadece Yusuf’un başarılı olması ilginçtir. İnsanı ezen toplumsal bir zıtlık içinde en tepkisiz kişiyi başarılı göstermek acaba yazarın bilinçli bir tercihi midir? Eğer öyleyse yazar, kavgasız, uzlaşmacı (aslında boyun eğici), çıkarları için ikiyüzlü davranan birini niçin öne çıkarsın? Düşüncemiz odur ki, Yusuf’un bireysel mücadelesinde duvarcı ustalığına kadar varması yazarı etkilemiştir. Yusuf gibi birinin ekmek kavgasından salimen çıkmasında şu mesaj da verilmiştir: Böyle bir ekonomik ve sosyal düzenden ancak iki yüzlü, çıkarcı ve işbirlikçi insanlar başarılı olabilirler.
Pehlivan Ali, Yusuf gibi herkese uyum sağlayan biri değilmiş gibi görünse de, aslında o da sürüklendiği olaylarda bireysel bir irade göstermez. İriyarı gövdesinin altında duygusal ve zayıftır. Özellikle Fatma’yı alıp çiftliğe gittikten sonra yozlaşmış düzenin işbirlikçisi olan Kâtip’in Irgatbaşı’nın çevirdiği dolapları görmez; sez-se de müdahale edemez. İnşaatta iken kaçırıp getirdiği Fatma’yı onlar elde ettikçe, o da Abdal kızıyla ilişkiye girer. İbrahim Tatarlı ve Rıza Mollof, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi Marksist açıdan incelerken Ali’nin “her haksızlığa karşı yumruk sıkan biri” olduğunu söylerler (Tatarlı ve Mollof, 1969: 115). Ama bu tanımlama Ali’ye “bol” gelir. Çünkü vaka boyunca Ali’nin haksızlıklarla mücadele ettiği görülmez. Patoza gönderildiğinde, işinden olmak korkusuyla, haksızlıklara, baskılara zaman zaman tepki veren Zeynel’in yanında bile yer almaz. Zeynel’i kendi sınıfını aşağılayan ağa-ırgatbaşı ikilisine kafa tutan biri olarak değil, yiğit, cesur bir adam olarak algılar. Yazarın, Ali’nin çözülüşünde cinsel zaafları merkeze alması ilginçtir.
Fabrikada, inşaatta, çiftlikte, patozda işçilik yaptığı hâlde, işçilikle ilgili bir problemle çıkmaz karşımıza. Genel manada Marksist estetik içinde görülen Orhan Kemal için bu bir çelişkidir. Çünkü eğer işçilerin (insanların) hayatında, “yabancılaşma” oluyorsa, Marksist iktisat teorisine göre bu, üretenin üretimden ayrılmasıyla başlar. İşçinin sefil durumunu açıklamak için Marx “yabancılaşmış” çalışma teorisini ileri sürer. Kapitalist düzende çalışma, klasiklerin düşündüğü gibi nötr (yansız) değil, “yabancılaşmış”tır. Çünkü ürün, üreticiden ayrılmıştır, ona ait değildir. Öyleyse yabancılaşma sadece filozofik değil, ekonomik planda da söz konusudur.(İbarrola, 1969: 84).
Zeynel, romandaki bireysel yapıyı az da olsa zorlayan kişidir. İçinden taş çıkan pilavı döküp, ağaya, ırgatbaşına sövüp sayması, haksızlığa karşı bir isyandır. Küfürlerine “günah” diyen ihtiyara “günde yirmi saat çalış, sonra da dişinden ol (…) ekmeğin hasını, yemeğin etlisini yerler” şeklindeki cevabı “biz-onlar” ikiliğini ortaya koyar. Çalışıp üreten “biz”dir, yiyip tüketen “onlar”dır. Edebiyatın söylemi ile ideolojinin söyleminin farklı olduğunu ve yazarın buna dikkat gösterdiğini düşünebiliriz. Asım Bezirci, “Zeynel’in kavgası bireysel”dir (Bezirci, 1984: 142) der. Evet, öyle görünmektedir ama bize göre, romanda sınıfsal tepkinin en net hâli Zeynel’in davranışlarından yansımaktadır. Orhan Kemal, romanlarındaki tecrübeli ve vasıflı işçileri daha bilgili, daha onurlu gösterir. Patoz ustaları da böyledirler. Hem Irgatbaşı’nın kışkırtmaları sonucunda işinden kovulan patoz ustası, hem de onun yerine gelen usta, “işçi sınıfı”nın varlığını hatırlatan ifâdeler kullanırlar. Patoz ustası, işçilerle değil, Irgatbaşı’yla yer içer. Hiçbir zaman Irgatbaşı’nın işçiler aleyhine konuşmalarını desteklemez ama işçilerle beraber de hareket etmez. Elbette onun işçileri egemen güç (ağa, ırgatbaşı, onların yardımcıları) karşısında haklı bulması önemlidir. Hele Irgatbaşı’na “emekçiyim ben, köle değil” demesi, toplumsal yapıdaki temel zıtlığı kavradığını gösterir. Bereketli Topraklar Üzerinde’de kadın işçiler de vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkün: Fabrikada çalışanlar, tarlada çalışanlar; işçi erkeklerin yanlarında varlığını sürdüren ancak işçi olup olmadıkları belli olmayanlar. Aksiyonda yer alsın almasın, romanda geçen bütün kadınlar, gayri meşru ilişki içine girerler. Neden böyle? Tahir Alangu’nun bu konuda vardığı hüküm, analize muhtaçtır: “Orhan Kemal’in hikâyelerinde ise güçlü, çalışkan, evine, erkeğine bağlı, ailenin temelidirler. Erkeklerini felaket günlerinde yalnız bırakmaz, ekmeklerini kazanmakta ona yardımcı olurlar. Bunların en güzel örneği Cemile’deki kadın tipidir (Alangu, 1965: 381). Alangu bunları yayımladığında Orhan Kemal romanlarının yarısından fazlası yayımlanmıştı. Alangu’nun bu romanları hesaba katmaması şaşırtıcı. Kadınların roman ve hikâyelerdeki konumu hakkında bir genellemeye gidiyor eleştirmen. Halbuki bu romanda olduğu gibi birçok romanda geçen kadınlar, Alangu’nun belirlediği özellikleri taşımazlar. Örnek gösterilen Cemile, Orhan Kemal’in otobiyografik karakterli bir romanıdır. Cemile’nin Nuriye Öğütçü Hanım olduğu bilinmektedir ve söz konusu özelliklere sahip olduğu da doğrudur.
Orhan Kemal: Gurbet Kuşları
Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları romanı 1962’de yayımlanır. Bu romandaki İflahsı-zın Memet, Bereketli Topraklar Üzerinde’deki şehirliyle iki yüzlü bir uyum sağlayarak başarılı olan, duvarcı ustası olarak köyüne dönen İflahsızın Yusuf’un oğludur. Bir kuşluk vakti İflahsızın Memet, vagon vagon, kamyon kamyon İstanbul’a akan köylülerden biri olarak, Kurtalan’dan yükünü alıp gelen bir trenle Haydarpaşa’ya düşer. İstanbullu, bu yorganlı, şalvarlı, hak huk tüküren yabanilerden bıkıp usanmıştır. Memet, adresini alıp geldiği Gafur Emmisinden yardım göremeyince, Hamal Veli sayesinde, yığınla Anadolulu ırgatın barındığı bir handa kalır. İstanbul’a gelenleri çarpan, sömüren sadece iş çevreleri değildir. Birbirleriyle sosyal ekonomik seviyeyi paylaşan, aynı amaçlarla İstanbul’da bulunanlar da birbirlerini sömürürler. İflahsızın Memet, kaldığı handa bu tür dalaverelere şahit olduğu gibi, yurtlarından, yuvalarından kopan insanların nasıl cinsel sapmalara düştüklerini de görür. Bir müddet babası Yusuf gibi, kendini kuşatan çıkarcı ilişkilerle, ekonomik sömürülerle, sosyo kültürel aşağılamalarla uyum sağlamaya çalışır. Fakat kendi iç dünyasındaki umudu, direnci kaybetmez. Çalıştığı işten kaytarmaz, ama bu arada ırgatlığın geçiciliğini, yetmezliğini fark eder ve duvarcı ustalığını düşünür ve öğrenir.
Diğer ırgatlar sadece karınlarını doyurmaya yarayan bir çalışma dünyasında umutlarını kaybedip kumar, cinsel sapma, dedikodu yoluyla yozlaşırken; Memet, bir taraftan emeğinin değerini anlar; bir taraftan da köyünden aldığı dinsel ve geleneksel hazır kalıp bilgileri sorgulamaya başlar. Mesela artık dini, köyündeki imamın anlattığı gibi algılamaz. Allah bazı insanları efendi, bazı insanları kul olarak yaratmamıştır. Memet’in Kadıköy civarındaki bir inşaatta duvarcılığı öğrenmeye başlamasından sonraki hayatında hep dikey bir gelişme görülür. İnşaata komşu olan köşkün hizmetçisi Ayşe ile tanışır. Ayşe, yoksul bir aileden gelen karakterli bir kızdır. Üçkağıtçı, yağcı ve iki yüzlü Gafur’a yüz vermemesi, komşu hizmetçinin paralı erkeklerle beraber olmasını bir ahlâksızlık olarak görmesi, hep kocasıyla fabrikada çalışan Hatça ablası gibi bir hayat düşlemesi, onun hangi sosyal sınıfa ait olduğunun bilincinde olduğunu gösterir. Memet’le Ayşe, sınıf atlama tutkuları içinde insanî özlerini yabancılaştıran bir uzlaşma sürecine girmezler. Bu sırada Menderes iktidarı yeni bir politik organizasyona gitmekte, Vatan Cephesi adıyla mahallelere kadar varan bir dernekleşmeye gitmektedir. Memet’le Ayşe’nin patronu Hüseyin Korkmaz, parti büyüklerinin güvenini kazanmak için çevresindekileri bu cepheye kaydetmek ister. Memet ve karısı Ayşe buna yanaşmazlar. İflahsızın Yusuf, kapılanacağı iyi bir efendi bulduğu için Memet’i Hüseyin Korkmaz’a kötüler. Böylece Memet’in yerine komisyoncu dükkânında çalışmaya başlar. Memet ve karısı, bu iki yüzlü, çıkar ilişkilerine dayalı ahlâksız ilişkiler ağı içinde kendilerine yer olmadığını anlarlar. Bu düzenle uyuşmak yerine Ayşe’nin Hatça Ablam dediği işçi karı kocanın Zeytinburnu’ndaki gecekondularına yerleşirler. Zaten Memet’in Vatan Cep-hesi’ne girmemesinde bu çiftin tesiri de vardır. Gecekondu, Hatça ve kocasının hayatı çevresinde mutlu, onurlu ve güvenli bir mekân olarak ortaya çıkar. Bu yüzden Ayşe ve Memet, taksitle bir arsa alırlar. Gündüzleri fabrikaya giden karı koca, geceleri gecekondularını yapmaya başlarlar. Memet, bu aşamada, Anadolu’dan gelen yoksul insanların ve onları yöneten siyasi organların başka bir yüzünü görür. İnsanlar yarı aç yarı susuz, çamur içinde ördükleri duvarların yıkılmaması için yeşil elbiseli görevlilere para vermektedirler. Memet ile Ayşe de verirler ve bu verdiklerinin “rüşvet” olduğunu gecekonduda “komünist” diye bilinen öğretmenden öğrenirler. Gecekondudaki halkın çoğu öğretmenin asiliğinden, devlet görevlilerine karşı çıkmasından rahatsızdırlar. Memet ve karısı ise, öğretmenin dürüst, akıllı ve insanî yönünü görürler. Vakanın İflahsızın Memet’in kendi sınıfını bulmasıyla sona ermesi, elbette ideolojik bir hedeftir. Dönemin sosyo politik yapısını yansıtan, gecekondulaşma sürecini gösteren, köylülükten ve işbirlikçilikten işçi olmaya uzanan çizgisiyle Gurbet Kuşları, çok farklı bir yere oturur. Gurbet Kuşları’ndaki İflahsızın Memet’i olumlu bir tip oluşunu bilerek tasarladığını söyleyen Orhan Kemal, aslında romandaki olumlu kişinin yazarın kendisi olduğu, yani dünya görüşü olduğu görüşündedir. Böyle olunca İflahsızın Memet, yazarın dünya görüşünün, gelecek anlayışının bir temsilcisidir.
Kaynakça: Doç.Dr. Mehmet NARLI, Toplumcu Gerçekçi Roman ve Gelişimi