Suyu Arayan Adam – Şevket Süreyya Aydemir
Suyu Arayan Adam – Şevket Süreyya Aydemir
Biyografik romanlarıyla, sıradışı yaşamıyla ünlenen yazar Şevket Süreyya Aydemir ve onun kendini ararken Türkiye’nin dününü, bugününü ve yarınını anlattığı,1959’da tamamlanan otobiyografik eseri…
Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam isimli eserinde, çocukluğundan itibaren hayat hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Eser birçok açıdan dikkati çekmiş ve çok okunmuştur. Eserin okunmasında hem kullanılan dil ve üslup hem de yazarın hayat hikayesinin çok renkli olması etkili olmuştur.
Yazar, eseri çok samimi ve duru bir Türkçe ile kaleme alır. Edirne’de dünyaya gelen yazar, hayatının değişik dönemlerinde farklı siyasi görüşleri benimser, Soğuk Savaş döneminde idealleri uğruna yolculuklar yapar, yargılanır, hapis yatar, devlet kademelerinde görevler yapar ve sonunda emekli olur. İşte yazar bütün bu yaşadıklarını, hayallerini, düşüncelerini ve seyahatlerini çok başarılı bir şekilde anlattığı için eser çok okunmuştur.
Eserden bazı bölümler şöyledir: Ergenekon, Şu Bilinmeyen Anadolu, Kızıl Elma, Rus Ovası ve Rus Mistiği, Çin Asrı, İnkılabın Emrinde, Toprağa Dönüş …
Konulardan da anlaşılacağı gibi yazar yaşadıklarını anlatırken çeşitli dönemlerde peşine düştüğü ideoloji ve ideallerini de anlatmıştır.
Şevket Süreyya 1897 Türk-Yunan Savaşı sırasında Edirne’de doğar. Ailesi Deliorman’dan göç etmiştir. Babası üstün niteliklerine rağmen okuma yazma bilmez. Annesi ise ona din, masal, destan kitapları okur, mahallenin kadınlarına dua öğretir.
::: SUYU ARAYAN ADAM’dan Kesitler :::
Babam beni önce mahalledeki mektebe daha sonra ise Askeri Rüştiye’ye yazdırır. 31 Mart 1908’de bir asker ayaklanması çıktığı haberi Edirne’de bomba gibi patladı. 1911’de Trablusgarp- Bingazi ile Ege Adaları da elden çıktı. İsyanlar ise, her tarafa yayıldı. 1912’de çıkan Balkan savaşının getirdiği çöküntü yaşandı. Baskınlar, yağmalar, toptan öldürmeler birbirini izliyordu. Edirne kalesi düşmüş, ağabeyim şehit olmuştu. Bütün bu karışıklık içinde yeni bir anlayış doğmaktaydı. Türkçülük hareketi bunlardan biriydi. Bu milletin vatanı Türk milletinin yaşadığı her yerdi ve adı Turan’dı
Bu yeni düşünce akımı bizi mağlubiyetin getirdiği aşağılık duygusundan kurtarıyor, bize yeni ufuklar açıyordu. Bu ses bir yeni Ergenekon’du. Anam ve ağabeylerim ölmüştü. Babam ise çalışma gücünü kaybetmişti. 21 Temmuz 1914’te seferberlik ilan edildi. 2 Ekim 1914’te ise Almanlar’ın yanında savaşa girildi. 1915 senesinde kendimi zorla askere yazdırdım. O sırada ancak 18 yaşındaydım. Beni Kafkas cephesine verdiler. Cepheye vardığımız günlerde ordu, Karadeniz’den İran sınırına kadar, her taraftan geri çekilme halindeydi. Savaşın başında bu cephede bulunan kuvvetli, canlı bir ordu, o zaman henüz 35 yaşında olan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın; adına Sarıkamış Hareketi denilen delice macerasıyla, birkaç gün içinde tamamen mahvolmuştu.
Sarıkamış faciası 90. 000 kişilik bir orduyu tamamen yutmuştu. Bu yolsuz, izsiz dağlarda, kar tipileri ve fırtınalar arasında olduğu yerde donan binlerce askerin hikayesi anlatılırdı.
1917’de Rusya’da bir ihtilal çıkar ve Rus Çarı tahttan indirilir. Rus askerleri silahları bırakıp barış yapar. Çarın ordusu dağılmıştır. Fakat onun yerini Ermeni birlikleri alır. I. Dünya Savaşı içindeki Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması insanlık tarihinin unutulması gereken bir sayfasıdır.
Balkan savaşından sonra arkasından ağladığımız imparatorluk, köhnemişti ve hiçbir zaman bizim olmamıştı. Halbuki yeni Turan bizim olacaktı …
Ben ne olacaktım? Ben bir Aydemir olacaktım. Fakat bir gün tam en kuwetli olduğumuzu sandığımız bir zamanda, Enver Paşa’dan gelen emirle bütün hayallerimiz çöktü. Bu bir ateşkes emriydi. Savaş bitmişti ve yenilmiştik.
Edirne de İstanbul gibi işgal altındaydı. O sırada Azerbeycan hükümeti hoca istiyordu. Görev aldığım şehir Nuha ( Şeki ) Azerbeycan’ın kuzeybatısında, Kafkas dağlarının eteklerindeydi. Buradaki insanlara Turan hakkındaki fikirlerimi anlatıyordum. Fakat her geçen gün ümitsizliğe kapılmaya başlamıştım. Turan bir illüzyon, bir ütopyaydı. Turan hiçbir zaman ulaşılamayacak hayali bir ülkünün adı mıydı?
1920 tarihinde kızıllar Azerbeycan’a aktılar. 1 Eylül 1920’de başlayan kurultay günlerinde Bakü ortaçağ Asya’sındaki büyük şehirlerden birinin alacalı görüntüsünü yaşıyordu. Araplar, Hintliler, İranlılar, Afganlar, Moğollar, Özbekler, Kırgızlar ….. ve niceleri. Her yerde her köşede esir, mazlum milletlerin kurtuluşu ilan ediliyordu. Şark uykusundan uyanıyordu. Bu davanın öncüleri arasında ben de vardım. Bir gün Batum’da ilk rastladığım bir Türk kızıyla evlendim. Daha sonra da Komünist Partisine girdim.
Moskova’ya üniversitede okumaya üç arkadaş gittik: Nazım Hikmet, Va-Nu ve ben. Moskova yolculuğumuz sırasında ihtilal denilen bilinmeyeni yakından görüyorduk Bir yıkılış olmuştu, çöküntü tamdı.
1923 sonunda eski bir vapurla İstanbul’a dönüyordum.. Halbuki sonra ne oldu? Şüpheler, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar … İstanbul’u ne kadar yadırgadım. Kendimi ne kadar yabancı buldum … .İstanbul bana yarı sömürge bir şehir gibi geliyordu.Gündüzleri bir ilkokulda hocalık yapıyordum. Dr. Şefik Hüsnü ile Sadrettin Celal’in çıkardığı Aydınlık dergisinde de yazılar yazıyordum. Tam bu sırada Ankara’dan gelen bir emirle dergimiz kapanldı. Birkaç gün sonra tutuklandım. İstiklal Mahkemesinde yargılanarak, on yıl hapse mahkum oldum. 1,5 yıl yattıktan sonra cezam affedildi. Dünyada artık özgür ülkeler devri başlıyordu.
Her ülke kendi düzenini kendi içindeki şartlara göre kuracakn. İhtilaller devri bitmişti. Türkiye de kendi gelişmesini kendi iradesiyle sağlayacaktı. İkinci defa tutuklandım. Bu sefer mahkemenin benim için istediği ceza idamdı. Dava aylarca sürdü. Sonunda beraat ettim.
Anadolu’da çalışmak amacıyla Ankara’ya gittim. Maarif Vekaletinde Yüksek Teknik Öğretim Umum Müdürü’ne muavinlik yapacaktım. Ayrıca ekonomik bir araştırma raporu hazırladım. Raporun konusu bir tedavül bankasının kurulmasıyla ilgiliydi.
Ankara gece gündüz çalışıyordu. Ben de inkılap rüzgarına kapılmıştım. Çankaya’daki basit bağ köşkünde genç ve dinamik bir insan yaşıyordu. Ondan taşan dinamizm bu kıraç ve harap ülkeye durmadan yayılıyordu. Kazmalar, küreklerle dağlar deliniyor, tüneller açılıyordu. Ele geçen bir parça demir, bir parça çimentoyla okullar, hastaneler yapılıyordu.
1929 patlayan dünya ekonomik krizi liberal kalkınma umudunu tamamen durdurdu. Ekonomik durgunlaşma ve fakirleşme başlamıştı. Bu duruma dur demek amacıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi yapıldı. Dünyanın bölündüğü zıt kutuplar arasındaki çatışma gittikçe derinleşiyordu. Batı ve doğu her gün biraz daha birbirinden ayrılıyordu.İnkılap ve KadroI isimli eserimi bastırdım. Ayrıca birkaç arkadaş KadroI adını verdiğimiz bir dergi yayınlamaya başladık.
1933’te Almanya’da iktidara gelen Naziler, ırkçı bir ruhu Alman milletine aşılamaya çalışıyordu. İkinci Dünya Savaşı biz ona katılmasak da bütün dünyayı olduğu gibi memleketimizin de kaderini belirleyecek yeni bir çağın görünümüydü.
Türkiye; tarihinin en büyük şanslarından biri, olarak bu harbi militarist ve hayalperest olmayan bir hükümetin idaresinde geçirdi. Savaştan sonra ise tek partili rejimden çok partili döneme geçildi.1950 seçimlerinden sonra ise, vekiller heyeti kararıyla işimden ayrıldım. Artık bir emekliydim.
Hikayem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hatta şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su belki de buydu … Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi …
Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul 1961
Bir Çocuk Ruhunun İlk Dokuları
Bizim mahallemiz bir muhacir mahallesiydi. Kırım’dan, Dobruca’dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harple, katliamlar içinde kopup gelen göçmen selelerinin artıkları, yüz elli iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular ve daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.
Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski İmparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde doğudan Batıya uzanıp gidiyordu.
Hâlbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya’dan İran içine, Hint Denizi’ne, Polonya’dan, Ukrayna’dan Habeşistan’a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki eliyle kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu.
Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailenin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ve alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
Bu perişan kafileler, eski İstila ordularını Balkanlar’dan, Tuna’dan ve daha ötede yerleşip, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı.
Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kâfirlerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar’a, Tuna’ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.
Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman:
– Çocuklar! Muhacirler gelmiş, diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.
Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hatta aramızdan onlarla hemşehri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı.
Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Birkısmı yakın yerlere dağılırdı. Birkısmı yeniden yollara düzülürdü. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hatta çit kulübe yaparlardı.
Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.
Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl kadar geçtiği hâlde, babamın gönlünde bu hatıra hâlâ tazeliğini muhafaza ederdi:
O tarihten otuz yıl kadar evvel, 1877’de Ruslar Tuna’yı geçince, Deliormanda sarsılmıştı. Biz Deliorman’danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapılar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çiftlikte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklermiş. Sabahın alaca karanlığında hayat başlarken, avlunun içi öküzler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş toprakları varmış.
Fakat Tuna’da harp patlayıp da Tuna’yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çe-vikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğrar ve parçalanır. Benim çocukluğumdaki gibi buralara kadar ulaşabilen göçmenler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka yanında kimse kalmamış. Kaybolanların izleri ve akıbetleri hiçbir zaman belli olmadı.
Anamın göç hikâyesi biraz daha kısaydı. Onun babaları, Batı Trakya’nın, Bulgaristan’a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oralar elimizden çıkınca, bölgenin bütün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar.
Sonraları çeşitli akrabalık bağları ile bağlandığımız ailelerin de hikâyeleri bizimkilere karıştı. Mesela bu ailelerden biri, Bulgaristan’ı ikiye ayıran Balkanlar’ın bir geçidinde yaşıyormuş. Tuna’yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde yaşayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış. Önceden ve gizlice hazırlanan teşkilat derhâl meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, zabitler peyda olmuş. İsyancılar önce karakolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama ileri gelen insanları birer birer temizlemişler.
Bu hikâyeyi bize anlatan kadın akrabamız, kendi babasının, başı kesilirken zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak kendini almaya gelen isyancılara nasıl teslim olduğunu anlatırdı. İsyancılar o arada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu, köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kollan hücumlar, baskınlarla sapa yollara dökülmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar. Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopuk göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle sonu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni harpler, yeni yenilgiler, yeni göçler olacaktı.
Mahallede herkes bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı. Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
– Müslümanların evveli Şam, ahiri Şam, derdi.
Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam’a kadar göçüleceğine inanırlardı.
– Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi:
– İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
– Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.
Bizim bu kenar mahallemizin yerinde şimdi hemen hemen yeller esmektedir. Harpler, göçler ve ihmaller sonunda boşalan ve enkazı yıkıcılar tarafından taşınan evlerimizle bahçelerimizin yerini şimdi baldıranlar, dikenler, sert, pis kokulu mürver ağaçlan ve bir mezarlık ıssızlığı almıştır.
Hoca hanımın şom ağzı ne vakit kapanmıştır bilmiyorum. Ama memleketin batı sınırı, Edirne’nin âdeta son evlerine kadar sokulduktan sonra şimdi oralarda baykuşlar, kendilerine tüneyecek, istedikleri kadar harabe bulabilmektedirler. Edirne’yi her istikamette saran ve saatlerce süren bakımlı bağların yerini, şimdi bir bozkır çıplaklığı örtmüştür. Mamur konakların yıkıntıları arasında davar sürüleri dolaşır. Vaktiyle uçtan uca uzanan kışlaların çökmüş damlan altında, dizi dizi kof pencere delikleri ruha korku verirler. Bu harabeler ortasında tüneyen bir avuç insanın üstünde ise, dünyanın en güzel kubbeleri ve en ince minareleri hazin bir tezat içinde yükselirler.
Ayin yaklaştıkça, tekke halkının gidiş gelişleri artardı. Bunların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmış, belki yetmiş yaşlanndaydı. Haydariyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde mübarek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için, bazen konak bahçesini çeviren taflanlarla menekşe güllerinin arasına saklanır, gözetlerdim.
Dede bahçede daima yapacak bir şeyler bulurdu. Tarhları kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çiçekleri sulardı.
Bana, Dede daima bir şeyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilahîler, belki dualar. Namaz vakti gelince, asma çardağına asılı hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Namazdan sonra ellerini Allah’a açarak uzun, derin yakarışlara dalardı.
Ona baktıkça gözlerimin önüne kendi babam gelirdi. Babam da hizmetinde bulunduğu konağın bahçesinde böyle çalışırdı. Onların yüzleri gibi herhalde ruhları da birbirlerine benzerdi. Babamın da toprağı işler, tarhları çapalarken, dilinden dualar düşmezdi. O da yaseminlerle mor salkımların sardığı çardağın gölgesinde namazlarını kılardı. Sonra ellerini Allah’a açıp başını göğsüne eğdiği zaman, onun da yakarışları, duaları, uzun bir kendinden geçiş hâlini alırdı. Onun da yüzünde tıpkı bahçıvan Mevlevi Dedesi’nde olduğu gibi, imanın ve ümidin mübarek sükûnu vardı.
Babama da bahçıvan derlerdi. Bahçıvan Mehmet Ağa denildiği zaman, sakin, kemalli, inanılan ve sayılan bir insan hatra gelirdi. Bahçıvanlık onun sanatı değil, dini gibiydi. Bunu evimizin halkı için de sanki bir din hâline getirmişti.
Babam da bahçıvan Dede gibi çiçeklerin arasında gömüldüğü zaman kendinden geçerdi. Onlarla sanki konuşurdu. Biraz da kendi eseri olan bu yaratıkları, sanki çocukları gibi kendinden birer parça sayardı. Tıpkı çocuklarında olduğu gibi, cins cins çiçeklerde de ayrı ayrı tabiatlar, ayrı ayrı arzular seçerdi. Onların heveslerine, saadetlerine yetişmeye çalışırdı.
Ona en çok üzüntü veren şey, çiçekleri koparmaktı:
– İnsan gibi, çiçeğin de sonuna kadar yaşamak hakkıdır! derdi.
Ergenekon
Balkan Harbi’nin getirdiği çöküntü tamdı. Bu sefer Osmanlı Avrupa’sı vilayetlerindeki Türkler, hatta göç etmeye bile vakit bulamamıştır. Baskınlar, yağmalar ve toptan öldürmeler içinde amansız bir tasfiye başladı. Ve bu tasfiye kesin oldu.
Umumi bozgundan bir süre sonra, Avrupa Türkiyesi’nin üç noktasında, hâlâ döğüşen üç kale, belki harb tarihinin en son kale savaşlarını yaparak birer birer düştüler. Edirne kalesi bunlardan biriydi. Büyük ağabeyim biraz önce ölmüştü. Küçüğü bu kaleye kapanan orduda subaydı. Biz çocukları istanbul’a gönderdiler. İstanbul limanı, yabancı gemileriyle tıklım tıklım doluydu.
Düvel-i muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu ve gene Osmanlı Devletinin aleyhine koydu. Harp başlarken:
– Harbin neticesi ne olursa olsun Balkanlar’da statüko
bozulmayacaktır, demişlerdi ama, harbin sonunda bu statüko, kesin olarak ve ebediyen hem de bizim aleyhimize bozuldu.
Bütün bunlar o zaman ve hele yeni yetişen ve ilk gençlik çağlarını yaşayan Türk çocukları için beklenmedik şeylerdi. Ben de bu çocuklardan biriydim. Bizler, bu netice için hazırlanmamıştık. Biz birtakım adı belirsiz hayal dağlan ardından doğacak, başka türlü sabahların rüyasını görüyorduk. Biz, fetihler, zaferler, genişlemeler, şanlar ve nihayet bir cihangirlik için hazırlanıyorduk.
Hâlbuki soğuk ve kara bir hakikatle işte karşı karşıya idik. Bu hakikati anlamaktaysa hafiften zorluk çekiyorduk. Demek ki bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir şeyler vardı. Ve şimdi bu çıplak hakikate alışmak, gerçekleri olduğu gibi bilmek ve görmek lazım geliyordu. O güne kadar demek ki bir hayal âleminde yaşamıştık. Bütün inandığımız şeyler demek ki bir vehimdi. Bu İmparatorluk aslında belki çoktan ölmüştü. Biz onu belki de sadece, vehmimizle yaşatmıştık. Şu kaybolan Osmanlı Afrikası, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı. Şu Osmanlı Avrupası, belki çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, Şark-ı Rumeli, Tuna eyaletleri olan Bosna-Hersek, demek ki çoktan bizim için artık tarihe karışmıştı.
Ya Asya Türkiyesi? Fakat onun üstünde de Türk, Arap, Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yok muydu? Bütün şu Arabistan’a biz, nasıl “Bizim!” diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri israf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu. Hele padişah, hele sabun köpüğü gibi sönmüş, gitmişti.
Ya Anadolu? Devletin bütün topraklan içinde belki tek temel olan; fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri hiç benimsemedikleri bir yer varsa o da Anadolu’ydu. Hatta benim büyüdüğüm sınır şehrinde bile Anadolu’yu, yalnız Amıdolu’nun gönderdiği askerlerden tanırlardı. Bu askerler şehir sokaklarının alışamadıkları kalabalığına karışmaktan korkarak, mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlularına dolarlardı. Ortalığı yaygaraya boğan kebapçıların, börekçilerin sesleri arasından:
– Dördüncü ordudan vâ mı? Sivaslı vâ mı? Angaralı vâ mı, diye bağıra bağıra hemşehri ararlardı. Biz çocuklar onların etrafını sarar eğlenirdik. Gülüşürdük. Rumeli’nde, Anadolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, fakirlik eşkiyalık gelirdi.
Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini dolduracak bir yer değildi. Bizim hayalimiz, o günlere kadar, Tu-na’da, Kafkasya’da, Afrika’da, Hint kapılarında dolaşmıştı. Bizim kafalarımızda yaşattığımız rüya, bir cihan hâkimiyetiydi. Her birimiz bir cihangir olacaktık. İskender gibi, Yavuz gibi, Napolyon gibi.
Fakat ne çare ki artık, her şey bitmişti. Ordular çökmüş, sınırlar çözülmüştü. Saray bir hiçti. İhtilalin o kadar gürültüyle getirildiği şeylerden ortada, bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bu görülmemiş hayal kırıklığıyla, maneviyat bozukluğu içinde memleket, son dakikalarını yaşıyor gibiydi. Çocukluğumda bize misafir gelen şom ağızlı hoca hanımın dediği şeyler, galiba doğru çıkıyordu: Evveli Şam, ahiri Şam!
Şu Bilinmeyen Anadolu
Haydarpaşa istasyonundan tren, öğle sonlarına doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktı.
İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar, bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde arılıyorlardı. Fakat ne bir şikâyet sesi ne taşkın bir hıçkırık.
Bilakis herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak gözyaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli, her şeye rağmen seziliyordu.
Tren ilk düdüğünü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp, bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar, zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu gidenlerin arasına hiç kimsesi yoktu. Fakat Hakk’tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı, tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Yanık tesirli bir sesi vardı. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
– Torunum siz yaştaydı oğul. Adı Selahattirîdi. Bağdat’tan iki mektubu geldi, sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar ama, Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukur Tekke şeyhinin torunu Selahattin diye sorun. Allah için soruşturun.
Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor:
– Haydi yavrularım, haydi arslanlarım, diye ağlıyor, inliyordu.
İstanbul banliyösünün köşkleri, konaklan, bahçeleri, bağlan yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyleri pek çabuk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı.
Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde ben de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım topraklara hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir yeşil dal görünmüyordu. Tren bile steplere daldıkça çevikliğinden bir şeyler kaybediyor gibiydi. Yorgun, şikâyetli bir didinme içinde yol almaya çalışıyordu.
Yaylaya girildikçe trenin hareketi büsbütün ağırlaştı. İstanbul’dan yüklediği kömürü de tükenmişti. Artık şurada burada bulunabilen artıklar, istasyonlara istif edilen söğüt, kavak odunlanyla yol almaya çalışıyordu. Yokuşlarda, rampalarda takati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlardan inen çocuklar tek başlarına, yahut ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde demir yolunun sağında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüyüp gidiyorlardı.
Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık karşısında bulunuyorduk. Fakat ne var ki bu gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığım Anadolu’ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu her hâlde burası olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun, çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.
Köy denilen şey, bozkırın boşluklarından kaybolmuş birtakım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydi.
Orta Anadolu yaylası aşılıp da güneyde Toroslar göründüğü zaman, tren, yolcularının birkısmını Ulukışla istasyonunda boşalttı. 0 zaman doğuda Kafkas cephesinin yolu güneyde Ulukışla’dan geçerdi. Arap cephelerine gidecek olanlar güneye doğru yollarına devam ettiler.
Ben trenden inip Anadolu toprağına ilk ayağımı basınca, etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. Fakat, Kayseri’yi Sivas’ı aşıp, Erzincan, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden ibaret bu yolların uzandığı istikametlerde ne bir karış demiryolu, ne de motorlu bir vasıta vardı.
Uzun ve sonu belirsiz yolların artık başında bulunuyordum. İçimde önce, hayal kırıklığına benzeyen duygular canlandı. Kendimi yalnız, terkedilmiş hissediyordum. Bir toprak damın köşesine yerleştirdiği tahta masasının başında çalışan menzil kumandanının emrinde, yeni gelen subay namzetlerini, ne barındıracak yer ne de onları daha ileri menzillere sevk edecek vasıta vardı. Bunun üzerine kafile daha o gün parçalandı. Üçer beşer kişilik grupların kimisi akşam serinliği yollara döküldü. Yürünecek yol belki de bin kilometre kadardı. Ben de iki arkadaşımla beraber yola düzüldüm. Dizlerimizin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizliği içinde yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Sabahleyin güneşin görünmesiyle sıcağın çökmesi bir oldu.
Ulukışla ile Kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcular için bir haftalık yoldu. Bu yolda hep çıplak sırtlar, yahut tuzlu bozkırlar halindedir. Erciyes Dağı görününce de bataklıklar başlar. Etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve birkaç kısır bağ bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmuş vahalar gibidirler.
Toprağa Dönüş
Şimdi artık bir emekliyim.
Hayatın başka bir safhasını yaşıyorum. Bu safhada insan, nihayet kendisi ile baş başa kalır. Tanrının, onun için hazırladığı en çetin imtihanı yaşar. En son ve en azgın hasmı ile karşılaşır. Bu hasım, yıllar boyunca geriye itilen, yıllar boyunca pusuda bekleyen kendi içimiz, kendi iç varlığımızdır.
Bu çetin bir savaştır. Büyük bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada biz, ya birden silahlarımızı terk ederek, yeis (ümitsizliğin, kötümserliğin çukuruna düşer ve hayat dışı kalırız.
Yahut da içimizin çamurları, bizim son müsamaha duygularımızı da yiyerek bizi, yalnız kin ve gaylarıyla yaşayan bir cemiyet düşmanı hâline kor. Veyahut da varlığımızı bir vehim, hayatı bir illüzyon sayarak kendi kendimizi inkâr ederiz. Bu suretle de kendimizle beraber külli varlığın bize intikal eden emanetini de değersizleştiririz.
Hâlbuki Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber yaşamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düşman olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşamak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün olmasın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?
Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üstünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim hayat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrademizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başarabilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz ondan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.
Hayat hikâyemin son sayfalarını yazarken, onun dalgalı akışını safha safha bir daha düşündüm; inişleri, yokuşları, geçitleri ve dönemeçleriyle garip bir yaşantı. Bazen sükûn, bazen tehlike anları içinde uzayıp giden garip bir yol. Ümitleri, aşkları veya yenilgileriyle bazen renkli bazen hiçlikten ibaret bir hikâye. Bu hikâyede, bilinmeyen bir el yolumuzu çizmiştir. Ümit oyalamıştır. Fikir sürüklemiş, tehlike yolumuzu süslemiştir. Aşklarımız ise, bütün bunların üstünde, bütün hayatımız boyunca, yaşantımıza değer ve mana vermiştir. Öyle ki ben şimdi başımı çevirip arkama baktığım zaman, bütün bunlar bir arada ve hepsi birden, bana her halkası ayrı ayrı yaşanmaya değer bir ömrün, derin hazzını veriyor. Son hükmüm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.
Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.
Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu.
Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.
Şimdi kitabımın son satırlarını bağlıyorum:
Çiftlik bendinin şelaleciğinde Kayaş Çayı’nın suları çağıl çağıl akıyor. Yeşil salkım söğütlerin sulara değen dalları, akıntıların yumuşak dalgacıkları içinde yıkanıyorlar.
Ada, bir güneş seli içinde. Toprak ana, göğsünün kudretlerini, çimen şeklinde, ağaç, çiçek şeklinde yeryüzüne sermiş. Sular onun memelerinden, Tanrı’nın bereketi gibi fışkırıyor. Çiçekler ve ağaçlar ondan hayat şerbetini ve güneşten renklerini emiyorlar.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Suların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dolduracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı:
“Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir.”
Ve gene onun dediği gibi. “Huzurun bir pahası var.”
Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.
“Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı.
Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastları. Yeise düştü gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
– Daha derinlere in, daha derinlere, dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu.”