Şiirde Ahenk Ögeleri-Unsurları
Şiirde Âhenk Nedir? Şiirde Âhenk Ögeleri/Unsurları
Şiirde âhenk ögeleri, unsurları nelerdir?
Ölçü (aruz, hece), kafiye, redif, aliterasyon, asonans, kelime tekrarları… Ve hepsinden önemlisi bir şiir, asıl ahengini şairinin bizzat ruh/gönül/kalp/zihin/ilham vb. dünyasından alır. Biz burada şiirde ahengi oluşturan biçimsel/ fonetik/ anlamsal birtakım ögelerden, unsurlardan, özelliklerden bahsedeceğiz.
HECE ÖLÇÜSÜ
En ilkel toplumlardan çağdaş ve modern toplumlara kadar her milletin edebiyatında şiir ve müzik birlikte gelişmiştir. Eski Türklerde şiirlerin kopuz eşliğinde söylenmesi, eski Yunanda ozanların lir çalarak şiirler okumaları, günümüzde tüm ezgilerin güftelerinin şiir olması; ağıt ve türkü sözlerinin şiir olması bu fikri ispat eden örneklerdir. Hiçbir bestekâr bir makalenin veya bir romanın birkaç paragrafını bestelemeyi düşünmemiştir. Bu yüzden edebi türler içinde müziğe en yakın olanı şiirdir.
Şiirde elbette ki anlam da önemlidir. Fakat şiir hiçbir zaman anlam sanatı olmamıştır. Eğer anlam sanatı olsaydı çeviri şiirler çok beğenilir ve dillerden düşmezdi. Şiirde önemli olan neyin anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığıdır. Eğer şiir anlam sanatı olsaydı “Allah, peygamber, vatan, millet sevgisi” gibi ulvi temaları işler ve kolayca şair olurduk.
Şiir ses ve söyleyiş sanatıdır. Söyleyiş derken özgünlük demek istiyoruz. Yani iyi şair ele aldığı bir temayı herkesten farklı, kendine has bir üslupla ifade etmelidir. Ses sanatıdır derken şiirdeki müzikaliteyi, başka deyişle ahengi kastediyoruz.
Yukarıda ifade ettiğim öğeler olmadan, yani ölçüsüz ve kafiyesiz şiir yazılamaz mı? Elbette ki yazılır ve yazılmıştır da. Birinci Yeniler (Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat) ve bu akımdan etkilenen bazı şairler böyle şiirler yazdılar. Fakat bu şairlerin en beğenilen şiirleri ahenk öğelerinden yararlanarak yazdıkları şiirler olmuştur.
Şiiri düzyazıdan ayıran, başka ifadeyle şiiri şiir yapan bu öğeleri kullanmadan şiir yazmak zannedildiği gibi kolay iş değildir. Zor iş de diyemeyeceğim; çok zor iştir. Fakat eli kalem tutan herkes bu tür manzumeler yazabilir ve yazıyorlar da. Fakat bu yazılanlar şiir midir? İşte bu soru işaretidir.
Bu şiirler bana Nasrettin Hoca‘nın bir fıkrasını hatırlatır. Hoca’ya sormuşlar: “Hocam, kardan helva olur mu?” Hoca cevap vermiş: “Olur. Ben yaptım oldu. Ama tadını ben de beğenmedim.”
Ahenk öğelerinden yararlanmadan şiir yazmaya çalışmak testere çivi, cam, tuğla vb. inşaat araçları ve malzemeleri kullanmadan ev yapmaya benzer. Oysa her türlü inşaat aleti ve malzemesi olan bir kişi sağlam bir evi kolayca yapabilir. Bu örneği şu amaçla veriyorum. Ahenk öğeleri kötü bir şiirin kusurlarını kapatır, yazılan bir metnin şiire benzemesini sağlar. Ahenk öğelerini kullanmadan iyi şiir yazmak ustalık ve deha gerektirir.
Başka milletlerin edebiyatında olduğu gibi bizim edebiyatımızda da vazgeçilemeyen ahenk unsurlarının başında ölçü (vezin) gelir. 1500 yıllık edebiyat tarihimiz boyunca bizde hece ve aruz olmak üzere iki ölçü kullanılmıştır. Hece ölçüsü bize ait yani milli bir ölçüdür. Eski Türk şiirlerinde ve günümüz Halk edebiyatında hece ölçüsünün kullanıldığını görüyoruz.
Peki, nedir hece ölçüsü? Cevabı çok basittir. Her dizede eşit sayıda hece oluşudur. Şimdi diyeceksiniz ki “Ben hece ölçüsüyle şiir yazdım.” Peki, nasıl yazdın, dizelerde kaç hece var? “Bu şiirimde her dizede dokuz hece var, şu şiirimde on iki hece var.” Olmadı. Dokuzlu, on ikili hece ölçüsü olmaz çünkü. Fakat filanca şairin filanca şiiri dokuzlu hece ölçüsüyle yazılmış. Olabilir, şair böyle bir ölçüyü denemiştir, fakat tadını kendi de beğenmemiştir.
Hece ölçüsünde üç kalıp vardır: Yedili, sekizli ve on birli hece kalıpları. Bir de yedinin iki katı olan on dörtlü hece ölçüsüyle şiir yazanlar çıkmıştır.
Her dizede yedi hece kullanarak şiir yazsak yeterli midir? Hayır, duraklara dikkat edeceksin. Önce dört hecelik kelime veya kelime grubu kullanacaksın, sonra da üç hecelik. Başka deyişle yedili hece ölçüsü 4+3 duraklı olmalıdır. Eğer şiir duraklara dikkat edilerek yazılmışsa, okuyucu dizeleri duraklarda kısa bir müddet durarak okur ve böylece bir ahenk oluşur. Mesela aşağıdaki mani duraklara dikkat edilerek ve yedili hece ölçüsüyle söylenmiştir:
Mani benim ezberim
Kan ağlıyor gözlerim
Ben o yârin yolunu
Ölene dek gözlerim.
Bu dörtlükte ölçü ve durak kusuru yoktur ve sesli okursanız hem dinleyenler hem siz ahengi sezerek şiirden zevk alırsınız. Fakat aşağıda yazdığım maninin ilk dizesi durak yönünden kusurludur ve sesli okununca bu dize müzikal bir etki yaratmaz. Bu dize 3+4 duraklıdır. Diğer dizeler kurala uygun olduğu için daha ahenklidir.
Gel bakma kimseye hor
Halkı yorma kendin yor
Yıkmak için çok düşün
Yıkmak kolay yapmak zor.
8’li hece ölçüsü 4+4 duraklıdır. Yunus Emre‘den aldığım aşağıdaki dörtlük bu yönden kusursuzdur:
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Bir göz açıp yummuş gibi
Bu parçanın devamı olan dörtlüğün ikinci dizesi kusurludur. 5+3 duraklıdır ve bu dize ahengi bozmaktadır.
İş bu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi.
Usta şairlerde durak hatası çok azdır. Bu şiirden iki dörtlük daha yazayım; bu dörtlükler de ölçü ve durak bakımından kusursuzdur.
Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibiMiskin Âdem oğlanını
Benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter
Yere tohum saçmış gibi
On birli hece ölçüsü 6+5 veya 4+4+3 duraklı olur. Böyle derken 11’li hece ölçüsüyle yazılmış bir şiirin her dizesi 6+5 duraklı olmalıdır demek istemiyoruz. Aynı şiirin herhangi bir dizesi 4+4+3 duraklı olabilir, diğer dize 6+5 duraklı olabilir. Burada iş okuyucuya düşmektedir. Usta bir şiir okuyucusu dizeye bakar bakmaz hangi durakla yazıldığını sezmeli ve gerekli yerde durak yaparak şiirdeki ahengi dinleyiciye iletebilmelidir. Karacaoğlan‘ın bir koşmasından aldığım aşağıdaki dörtlüklerin son dizeleri 6+5, diğer dizeler 4+4+3 duraklıdır.
Çukurova bayramlığın giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet demek sana yakışır dağlarRüzgâr eser dallarınız atışır
Kuşlarınız birbiriyle ötüşür
Ören yerler bu bayramda çok üşür
Bülbül niçin yaslı bakışır dağlar
ARUZ ÖLÇÜSÜ
Aruz ölçüsü ise Araplara aittir. Rivayete göre Araplar bu ölçüyü, çöllerde develerle yaptıkları uzun yolculuklar esnasında develerin uzun ve kısa adım atışlarından esinlenerek oluşturmuşlar ve kullanmışlardır. Sonradan İranlılar da bu ölçüyü kullanmışlar ve geliştirmişlerdir.
Aruz ölçüsü şiirde ritimdir. Musiki eğitiminde öğrencilere “tüm teka tüm tek” şeklinde anlamsız sözcük veya hecelerle ritim çalışması yaptırılır. Ortaokul ve liselerde müzik öğretmenleri “lay la lay lay, la lay lay lay” heceleriyle bir bestenin notalarını, ahengini sezdirmeye çalışır ve bunları öğrencilere tekrarlatır. Mesela bu heceleri yarım ve tam vuruşluk notalar kabul ederek bir ritim oluşturalım. “Lay”hecesi tam vuruş olsun, “la” hecesi yarım vuruş olsun ve:
“Lay la lay lay / lay la lay lay / lay la lay” hecelerini bu doğrultuda okurken bir elimizle de aynı tempoyla masaya hafifçe vuralım. Bu ritmi birkaç dakika sürdürelim.
İşte aruz ölçüsü böyle bir şeydir. Araplar “tüm teka tüm tek” dememiş, “lay la lay lay” da dememiş. Peki ne demiş? Bize saçma gelen, liseyi bitirip de aruz lafı edilince küçümseyip alay ettiğimiz “failün, mef’ulü, failatün” gibi anlamsız ritim kalıpları söylemiş.
Şimdi yukarıda belirttiğim: “Lay la lay lay / lay la lay lay / lay la lay” ahenk kalıbında küçük bir değişiklik yapalım ve “faa i laa tün / faa i laa tün / faa i lün/ diyelim. Yine aynı ritmi elde ederiz öyle değil mi? Yani buradaki ahenk önce tam vuruş (faa), sonra yarım vuruş (i), sonra iki defa tam vuruş (laa tün) biçimindedir. Aruz ölçüsünde benim tam vuruş dediğim heceler uzun hecedir, yarım vuruş dediğim heceler de kısa hecedir.
Bir uzun, bir kısa, iki uzun heceden oluşan bu ritim kalıbı (aruzdaki tabirle aruz cüzü) iki defa tekrar edildikten sonra bir uzun, bir kısa ve bir uzun heceden oluşan “faa i lün” ritim kalıbı gelmektedir.
Şimdi bu kalıbı “faa i laa tün / faa i laa tün / faa i lün” şeklinde ritme uygun okuduktan sonra aynı ritimle Süleyman Çelebi‘nin yukarda belirttiğim aruz kalıbıyla yazılmış olan Mevlit’inden aldığım şu dizeyi okuyalım:
“Dii di gör düm / ol ha bii bin / aa ne si
Bir a cep nur / kim gü neş per / vaa ne si/
Gördüğünüz gibi dizeler “lay la lay lay / lay la lay lay / lay la lay” veya “faa i laa tün / faa i laa tün / faa ilün” ritim kalıplarına uygun hecelerden oluşmaktadır. Şiirin tamamını incelerseniz her dizenin bu ritme uygun olduğunu görürsünüz. Bu örnekten çıkarılacak sonuç şudur. Aruz ölçüsü ritimden veya ahenkten ibarettir.
Yukarıda bir örneğini verdiğimiz kalıp gibi yüzden fazla aruz kalıbı mevcuttur. Biz Türkler bu kalıplar içinde en çok Mevlit’te kullanılan kalıbı sevip kullanmışız. Sebebi ise hecenin 4+4+3=11’li kalıbına benzemesidir. Burada bir örnek daha vermek istiyorum. “La lay lay lay” ritmini dört defa tekrar edelim. İşte bu ritim de çok kullandığımız bir aruz kalıbıdır. Tabii ki aruzda bu kalıp başka hecelerle seslendiriliyor. Bir yarım, üç tam vuruşu ifade eden “me faa ii lün” cüzüyle. Bu cüzü dört defa söylerseniz aruz kalıbı ortaya çıkar. Bu kalıbı ve Bülbül şiirinden iki dizeyi alt alta yazalım.
Me faa ii lün / me faa ii lün / me faa ii lün / me faa ii lün
E şin var aa / şi yaa nın var / ba haa rın var / ki bek ler din
Kı yaa met ler / ko par mak ney/ di ey bül bül / ne dir der din
Görüldüğü gibi bu dizeler de belirli bir ahenge uyularak yazılmıştır. Hecelerden birini okumazsanız veya bir heceyi yanlış okursanız veya bir kelimenin yerini değiştirirseniz ahenk bozulur.
Aruz ölçüsüyle şiir yazmak zordur. Liselerde edebiyat öğretmenleri bu ölçüyü gençlere öğretemiyor ve sevdiremiyor. Günümüzde aruz ölçüsü küçümsenen, hatta alay edilen çağ dışı lüzumsuz bir ayrıntı olarak görülmektedir. Aruzun bir ritim olduğu gerçeği görmezden gelinmekte hatta yeni nesillerden gizlenmektedir. Eminim ki bu yazıyı okuyan genç kardeşlerimin birçoğu ifade ettiğim bu gerçekleri hiç duymamıştır.
Oysa aruz ölçüsünü öğrenmek çok kolaydır. Birkaç basit kuralı vardır. Bu kurallar bilinince şiire yeteneği olanlar bu ölçüyle şiir yazabilir.
Aruz ölçüsüyle ilgili bilinmesi gereken kurallar şunlardır:
- Kısa ünlü ile biten heceler kısa hece kabul edilir: “araba” sözcüğündeki hecelerin üçü de kısadır.
- Ünsüzle veya uzun ünlüyle biten heceler uzun hece kabul edilir: “çakmak, naamahrem, biitab” sözcüklerindeki tüm heceler uzundur.
- Sonunda iki ünsüz olan “Türk, üst, kurt” gibi heceler medli hecedir, yani bir buçuk hecedir. Başka deyişle bir uzun bir kısa hece kabul edilir.
- İçinde uzun ünlü olup ünsüzle biten “aab, yaar” gibi heceler medli hecedir; bir buçuk hece kabul edilir.
- Dize sonundaki her hece uzun kabul edilir.
- Aruz ölçüsüne uydurmak için bir sözcüğün sonundaki ünsüz, ünlüyle başlayan sonraki sözcüğün başında okunabilir; bu ses olayına ulama denir.
- Aruz kalıbına uydurmak için kısa heceyi uzun okumaya imale denir; imale aruz kusurudur. Usta şairlerde (Mesela Yahya Kemal’de) imale pek görülmez.
- Aruz kalıbına uydurmak için uzun heceyi kısa okumak da zihaftır ve bu da bir aruz kusurudur.
Şimdi Yahya Kemal‘in bir şiirinden birkaç dizeyi kalıba uygunluk bakımından inceleyelim.
Mef uu lü / me faa ii lü / me faa ii lü / fe uu lün
Bin at lı / a kın lar da / ço cuk lar gi / bi şen dik
Bin at lı / o gün dev gi / bi bir or du / yu yen dik
Ak tol ga / lı bey ler be / yi hay kır dı / i ler le
Görüldüğü gibi bu üç dize aruz ölçüsü yönünden kusursuzdur. Şiirin tamamını bu şekilde incelerseniz imale ve zihafa başvurulmadığını görürsünüz.
(Önemli not: Uzun a, u ve i sesleri halk arasında şapka denilen düzeltme ve inceltme işaretiyle gösterilmelidir. Ben bu yazımda bu işareti kullanmak yerine uzun ünlüleri göstermek için aynı ünlüyü iki defa kullanmayı tercih ettim.)
KAFİYE (Değer Yönünden)
Kafiye tarih boyunca şiirin vazgeçilmez ahenk öğelerinden olmuştur. Ustaca kullanılmış kafiyeler şiire ahenk kattığı gibi bir metnin kolay ezberlenmesini sağlar. En azından uzun süre hatırlanmasına katkıda bulunur. Bundan başka bir duygu veya düşünceyi zihinlerde iz bırakacak şekilde vurgulamamıza yardım eder.
Türk milleti tarih boyunca kafiyeye düşkün olmuştur. “Azı karar, çoğu zarar. Adamı adam eyleyen paradır, parasız adamın yüzü karadır.” gibi yüzlerce atasözünde ve özdeyişlerde kafiye görebilirsiniz. Masalların “Az gittik, uz gittik dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik.” gibi tekerlemelerinde; “Suya düşer ıslanmaz, yere düşer paslanmaz. İki yıldız, gözleri boynuz.” gibi bilmecelerde; Tahir ile Zühre, Dede Korkut Hikâyeleri gibi anonim eserlerde sıkça kafiye kullanılmıştır.
Kafiye konusu değer, diziliş ve anlayış yönünden olmak üzere üç bakış açısıyla incelenir.
Değer yönünden kafiyeyi yarım, tam, zengin ve cinaslı olmak üzere dörde ayırabiliriz. Tek ses benzerliği yarım, iki ses benzerliği tam, ikiden çok ses benzerliği ise zengin kafiyedir.
Ancak redif ile kafiyeyi karıştırmamak gerekir. Aynen tekrar edilen ekler, kelimeler ve kelime grupları rediftir. Farklı öğelerdeki ses benzerlikleri ise kafiyeyi oluşturur. Farklı öğeler ile şunu kastediyoruz. Mesela iki farklı kök, iki farklı gövde, iki farklı ek, bir kök ile bir gövde, bir ek ile bir kök veya gövde.
Kısaca görev ve anlam yönünden aynı olan öğelerdeki ses benzerliği redif, farklı öğelerdeki ses benzerliği kafiyedir.
Şimdi birkaç nazım parçasını bu bakış açısıyla inceleyelim. Faruk Nafiz‘den bir dörtlük yazıyorum:
Derinden derine ırmaklar ağlar
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?
Bu dörtlüğün 1. ve 3. dizesindeki “ağlar, bağlar” sözcüklerinde beş sesten oluşan zengin kafiye mevcuttur. Bu tür zengin kafiyelere tunç kafiye de diyenler mevcuttur. Bu sözcüklerde redif yoktur. Çünkü “ağlar” sözcüğü ağlamak fiilinin geniş zamanıdır. “Bağlar” sözcüğü ise “bağ” isminin çoğul halidir. Dolayısıyla bu sözcüklerdeki ekleri redif kabul edemeyiz. Fakat bu dizeler “. ırmaklar ağlar / . kendine bağlar” şeklinde olsaydı bu durumda “ağlar” ve bağlar” sözcüklerinin sonundaki “-r” geniş zaman eki aynen tekrar edildiği için “r” sesi redif, sondan başa doğru “a, l, ğ, a” sesleri zengin kafiye derdik.
Yine bu dizeler “. denize atıldı ağlar / . anlayan bağlar” sözcükleriyle bitseydi bu durumda “ağlar” ve “bağlar” sözcüklerindeki “-lar” ekleri çoğul ekidir bu yüzden rediftir; “ğ,a” sesleri ise tam kafiyedir derdik.
2. ve 4. dizelerde “çoban çeşmesi” kelime grupları aynen tekrar edilmiştir; o halde rediftir. “Uzağa” ve “dağa” sözcüklerinin sonundaki “a” sesleri de aynı ektir; ismin -e hal eki. Bu durumda “a” seslerini de redif kabul ederiz. Dolayısıyla “uzağa” ve “dağa” sözcüklerindeki “ğ, a” sesleri tam kafiye olur.
Bursa’da bir eski cami avlusu
Mermer şadırvanda şakırdayan su
Tanpınar‘ın “Bursa’da Zaman” şiirinden aldığım yukarıdaki dizelerde redif yoktur. Çünkü “avlusu” sözcüğünün sonundaki “u” 3. tekil kişi iyelik eki, “s” ise kaynaştırma ünsüzüdür. İkinci dizenin sonundaki “su” ise isim köküdür. Aynen tekrar edilen ek veya kelime olmadığı için redif yoktur. Kısaca “u, s” sesleri tam kafiyedir.
Bu dizeler “. avlusu / . havlusu” sözcükleriyle bitseydi sondaki “su” sesleri redif “u, l, v, a” sesleri zengin kafiye olacaktı.
Katar katar olmuş gelir turnalar
Eğrim eğrim ne hoş gelir turnalar
Bir halk türküsünden aldığım bu dizelerde tekrar edilen “gelir turnalar” sözleri rediftir. “Olmuş” sözcüğündeki öğrenilen geçmiş zaman ekinin “ş”si ile “hoş” isim kökünün “ş”si yarım kafiyedir. Bu dizeler “. olmuş gelir turnalar / . dolmuş gelir turnalar” olsaydı bu durumda “-muş” ekleri de redif olurdu; “ol” ve “dol” fiil köklerindeki “l, o” sesleri tam kafiye kabul edilirdi.
Yollara Kürşatlar uzanmış, ölü.
Ağlasın ak ülke, ağlasın süt gölü.
Arif Nihat Asya‘dan aldığım yukarıdaki dizelerde redif yoktur. “Ölü” sözcüğündeki “-ü” eki fiilden isim yapma ekidir. Ölmek fiilinden yeni tür ve anlamda bir sözcük türetmiştir. “Gölü” sözcüğünün sonundaki “-ü” ise tamlanan eki veya 3.tekil kişi iyelik ekidir. Bu ekler farklı öğeler olduğu için kafiye sayılır. Dolayısıyla bu dizelerde “ü, l, ö” sesleri zengin kafiyedir.
Dört yana baktım da geldim
Köprüleri attım da geldim
Acemi bir şairden aldığım yukarıdaki dizelerde ise kafiye yoktur. Çünkü “geldim” fiili ile “de” bağlacı aynen tekrar edildiğinden rediftir. Ayrıca “baktım” ve “attım” sözcüklerindeki “-tı” eki görülen geçmiş zaman; “-m” ise 1. tekil şahıs ekidir. Yani “-tım” sesleri de rediftir. ” At” ve “bak” fiil köklerinin sonundaki “t” ile “k” benzeşmediği için kafiye yoktur; “a” seslerinin de bir hükmü yoktur. Bu konudaki kural şudur. Benzeşen sesler sondan başa doğru sayılır, benzeşen ses kalmayınca diğer seslere dikkat edilmez.
İnsan odur ki bıraka her yerde bir eser
Eser bırakmayanın yerinde yeller eser
Bu dizelerde redif yoktur çünkü dizelerin sonundaki “eser” sözcükleri aynen tekrar edilen öğeler değildir. Birinci dizedeki, yapıt anlamında kullandığımız isim soylu bir kelime olan eser’dir, ikinci dizedeki ise esmek fiilinin geniş zamanıdır. Bu tür kafiyelere de cinaslı kafiye diyoruz.
Niçin kondun a bülbül
Kapımdaki asmaya?
Ben yârimden ayrılmam
Götürseler asmaya
Bu manide kullanılan “asmaya” sözcükleri de farklı kelimeler olduğu için cinaslı kafiyedir. Cinaslı kafiyelerde ses sayısı önemli değildir.
KAFİYE (Diziliş ve Anlayış Yönünden)
Diziliş yönünden kafiye derken kafiyeli dizelerin sıralanış biçimini kastediyoruz. Halk ve Divan edebiyatlarında düz ve çapraz dizilişten başka mani tipi dediğimiz kafiye dizilişi de mevcuttur. Servet-i Fünun döneminde Batıdan alınan sone nazım şekliyle birlikte şiirimizde sarma diziliş de görülür.
Düz diziliş kafiyeli dizelerin alt alta olmasıdır. Buna mesnevi tarzı da diyoruz.
Tarihin dilinden düşmez bu destan
Nehirler gazidir, dağlar kahraman.
Bu beytin kafiyeleri değer olarak tam, diziliş olarak düzdür. Halk edebiyatındaki koşma, semai, varsağı, destan, ilahi gibi nazım şekillerinde birinci dörtlük hariç hep düz diziliş görülür.
Ben kocadım sen genceldin
Başa bela nerden geldin
Kâhi indin kâh yükseldin
Şimdi oldun turna gönül
Âşık Veysel‘den aldığım yukarıdaki dörtlüğün ilk üç dizesi birbiriyle kafiyelidir. Görüldüğü gibi bu dörtlük düz dizilişe sahiptir. İstiklal Marşı’mız düz dizilişin mükemmel bir örneğidir çünkü dörtlüklerdeki her dize birbiriyle kafiyelidir.
Çapraz diziliş genellikle Halk edebiyatında ve şiirlerin ilk dörtlüklerinde görülür. Bu dizilişte dörtlüklerin sadece 2. ve 4. dizeleri kafiyeli olabilir. Mesela yine Âşık Veysel’den aldığım aşağıdaki dörtlük böyledir.
Güzelliğin on Par’etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Necip Fazıl‘dan aldığım aşağıdaki dörtlükte 1. ve 3. dizeler kendi arasında; 2. ve 4. dizeler kendi arasında kafiyelenerek çapraz diziliş oluşturmuştur.
Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde
Ve uçtu tepemden birdenbire dam
Gök devrildi, künde üstüne künde
Mani tipi dediğimiz dizilişte ise 1, 2. ve 4. dizeler kendi arasında kafiyelidir; üçüncü dize serbesttir. Dizilişe adı verilen manilerden bir örnek:
Bahçelerde saz olur
Gül açılır yaz olur
Ben yârime gül demem
Gülün ömrü az olur.
Mani tipi diziliş Divan şiirindeki tuyuğ ve rubailerde de görülür.
Sarma diziliş yukarıda belirttiğimiz gibi edebiyatımıza Batı’dan girmiştir. Bu diziliş Halk ve Divan şiirinde görülmez. Sarma dizilişte 1. ve 4.dizeler kendi arasında; 2. ve 3. dörtlükler kendi arasında kafiyelidir. Yahya Kemal‘in Ok şiirinden aldığım aşağıdaki dörtlükte sarma diziliş görüyoruz.
Yavuz Sultan Selim Han’ın önünde
Ok atan ihtiyar Bektaş Subaşı
Bu yüksek tepeye dikti bu taşı
O yüce hünkârın mutlu gününde.
Anlayış yönünden kafiye ise “Kafiye göz için midir, kulak için midir?” tartışmasına dayanır. Bu tartışma Servet- i Fünun edebiyatının doğmasını sağlamıştır. Tartışmanın sebebi 1928’den önce kullandığımız Arap alfabesinin çok harfliliğidir.
Harf nedir? Harf seslerin yazıdaki işaretidir. Bizim şu anda “k” ile gösterdiğimiz ses Arap alfabesinde “kaf, kef” olmak üzere iki farklı harfle gösteriliyordu. Mesela “ak” sözcüğünde kaf, “ek” sözcüğünde kef kullanılırdı. Divan edebiyatında “ak” ile “ek” kafiye kabul edilmezdi. Kulağa kafiyeli gelen bu sözcükler farklı harflerle yazıldığı için göze kafiyeli görünmüyordu. Oysa Halk şairleri bu ayrıntıya dikkat etmemiş, kafiyeyi kulağa göre uygulamışlardır.
Tanzimat edebiyatının son döneminde “abes” ile “muktebes” kafiyeli midir, kafiyesiz midir tartışması yaşanmış, edebiyatçılar ikiye bölünmüştür. Bu sözcüklerde de “ak” ile “ek”e benzeyen bir sorun vardır. Bizim “s” ile gösterdiğimiz ses Arap alfabesinde “sin, se, sad” gibi üç farklı harfle gösterilirdi. Abes “se” harfiyle, muktebes sin harfiyle bitiyordu. Yani bu sözcükler kulağa kafiyeli geliyordu ama yazımları farklıydı. Bundan başka bizim “h” ile gösterdiğimiz ses “ha, hı, he” olmak üzere üç farklı harfle gösterilmiştir.
“Kulak için mi, göz için mi kafiye”nin aslı budur. Günümüzde böyle bir sorun yoktur.
REDİF
Şiirdeki ahenk unsurlarından biri de rediftir. Redifin ne olduğunu, redif ile kafiye arasındaki farkları daha önce vurgulamıştık. Redifleri kafiye zannederek şiir yazanları eleştirip onları acemilikle suçlamıştık.
Edebiyatımızda redifi ahenk öğesi kabul etmeyen, rediflerden olabildiğince kaçınan şairler olmuştur. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar böyle bir anlayışa sahiptir. Ona göre rediften yararlanmak bir zayıf şairlerin işidir. Kulağa hoş gelecek kafiye bulamayanların başvurduğu bir yoldur. Fakat gelmiş geçmiş şairlerimizin ezici bir çoğunluğu redifi benimsemiş, ahenk öğesi olarak kullanmayı bilmişlerdir.
Redif tek harften oluşacağı gibi dizelerin hemen hemen tümü rediften ibaret de olabilir. Köroğlu‘dan aldığım “Bizim yaylanın uşağı / Belinde Aydın kuşağı” dizelerinin sonundaki “-ı” ekleri tek sesten ibaret rediftir. Nedim‘den aldığım aşağıdaki dizelerde kafiyeler, redifin baskısıyla ezilmiş, ikinci plana itilmiştir:
Safa-yı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Vefa-yı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Bu beyitte “safa ve vefa” sözcüklerindeki “fa” hecesi kafiye, diğer sözcükler rediftir.
Biz dünyaya veda ettik
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun
Yukarıdaki dörtlük Yunus Emre’ye aittir. Dörtlüğün 1. ve 3. dizelerinde kafiye yoktur; 2. ve 4. dizelerde ise “kal- ve kıl- fiil köklerindeki “l” ünsüzü yarım kafiye “-anlara selam olsun” ek ve sözcükleri rediftir. Bu dörtlüğe ahenk katan öğe hiç şüphesiz ki bu güzel rediflerdir.
Gül yüzünde göreli zülf-i semensay gönül
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvay gönül (Murabba nazım şekli)
Divan edebiyatı şairlerinden Ahmet Paşa‘ya ait yukarıdaki dizelere “gönül” redifinin kattığı ahengi ve güzelliği anlatmaya gerek yok sanırım.
O gül endam bir al şale bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün
Bu beyitteki redifler de ustaca bulunmuş, şiire ahenk katan öğelerden biri haline gelmiştir.
Halk şairleri kafiye konusunda daima rahat olmuşlardır. Öyle ki Divan şairleri asla yarım kafiye kullanmamışlar, kafiyelerinin en az iki sesten oluşmasına dikkat etmişlerdir. Halk şairleri ise tek sesten ibaret kafiyelerle yetinmişlerdir. Hatta en usta Halk şairleri bile bazı dörtlüklerinde kafiye kullanmamış, rediflerle yetinmiştir. Mesela Karacaoğlan‘dan aldığım aşağıdaki dörtlük böyledir:
Aradılar bir tenhada buldular
Yaslandılar şivgalarım kırdılar
Yaz bahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim ala dağlı kar iken
Bu dörtlükte kullanılan “buldular, kırdılar, verdiler” sözcüklerindeki “-dular, -dılar, -diler” ekleri rediftir; “bul-, kır-, ver-” köklerindeki “r” yarım kafiyedir ama ilk dizedeki fiil kökünde kafiye yoktur. Yine Karacaoğlan meşhur bir semaisinden bir dörtlük:
Bana kara diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi
Bu dörtlüğün 2. ve 4. dizelerinde kullanılan “göz ve kaş” isim kökleri kafiyeli değildir. “-lerin kara değil mi” ek ve sözcükleri rediftir. Kısaca bu dörtlükte kafiye yoktur, şiire ahenk katan öğe rediflerdir. Bu şiir ve şairi için “Kafiye kullanmamış, redifleri kafiye gibi kullanmış; kötü şiir, kötü şair.” demek mümkün müdür?
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Ustaca kullanılmış redifler şiire en az ölçü ve kafiye kadar ahenk katar.
ALİTERASYON VE TEKRARLAR
İç kafiye de denilen aliterasyon ise en ilkel toplumlardan çağdaş milletlere kadar her devirde ve her edebiyatta kullanılan bir ahenk öğesidir. Aliterasyonu “aynı dize içinde belli seslerin” yinelenmesi olarak tanımlayabiliriz.
Fakat aliterasyon yapılırken yinelenmek üzere seçilen sesler ve bu sesleri içeren sözcükler tesadüfen kullanılmamalıdır. Mesela romantik duygular anlatılırken veya bir bahar tasviri yapılırken “ç, k, p” gibi sert ünsüzlerden kaçınmak gerekir. Anlatmaya çalıştıklarımızı somut örneklerle ifade edelim. Divan edebiyatı şairlerinden Nef’i baharın güzelliğini şu beyitle tasvir etmiş:
Erdi yine ürdi behişt oldu hava amber sirişt
Âlem behişt ender behişt her guşe bir bağ-ı irem ( Nefi )
(Yine nisan ayı geldi, hava amber kokulu oldu; dünya cennet içinde cennet gibidir.)
Bu dizelerde işlenen temaya uygun olarak “r, ş” sessizlerinin bulunduğu sözcükler seçilmiş, okuyucuya bahar gelince işittiğimiz yaprak hışırtıları ve kuş cıvıltıları işitsel olarak duyurulmaya çalışılmıştır. Ayrıca Sait Faik’in “Hişt Hişt” hikâyesinde anlattığı; baharda, doğayla iç içeyken duyabileceğimiz, nereden ve neyden geldiğini anlayamadığımız fakat bize canlılığı, hareketi sezdiren sesler “behişt, sirişt” kafiyeleri ile duyurulmuştur.
Yine Nef’i bir savaş sahnesini anlatırken şu iki dizeyi yazmış:
Evc-i hevada siyt-i çekaçak-ı tiğden
Avaz ü ra’d ü saika reh güm-künan olur
(Savaş alanındaki at kişnemelerinden ve kılıç şakırtılarından ürken yıldırımlar gökte yolunu şaşırır.)
Bu beyitteki imgenin harikuladeliği bir yana seçilen sözcüklerdeki aliterasyona hayran kalmamak elde değil. Şair “siyt-i çekaçak-ı tiğ” derken kınından çıkarılan ve sonra çarpışınca çak çuk diye sesler çıkaran kılıç seslerini işittiriyor bizlere; ayrıca ikinci dizede de “ra’d ü saika” ve “reh güm-künan” sözcüklerindeki aliterasyonla gök gürültüsünü işitmemizi sağlıyor.
Aynı temayı işleyen Köroğlu bir koçaklamasının dörtlüklerini: “Meydan gümbür gümbürlenir / Divan gümbür gümbürlenir” dizeleriyle bitiriyor. “Gümbürlenmek” buluşuyla “gümbür” yansıması cenk meydanındaki gürültüyü işitmemizi sağlıyor.
Nazım Hikmet “makinalaşmak” şiirinde şöyle der:
Trrrrum
Trrrrum
Trrrrum!
Trak tiki tak
Makinalaşmak
İstiyorum!
Şair, bu dizelerde anlatmak istediği makineleşmek arzusunu ses taklitleriyle pekiştirerek unutulmaz dizeler oluşturmuştur. Anonim halk edebiyatına ait bir şiirden aldığım: “Bahçeye de kurdum çifte salıncak / Yar gelip yar gidip sallanacak” dizeleri ses ve ahenk yönünden değme şairlere taş çıkartacak cinstendir. Bu dizeleri okurken sallanan bir salıncağın ahengini işitmemek mümkün değildir.
Çok sevdiğim şair Fazıl Hüsnü‘den de örnekler vermek istiyorum. Şairimiz Kınalı Kuzu Ağıdı şiirinde şöyle diyor:
Kara koyun kuzular kuzulamaz
Me deme
Kara koyunun kuzusu, kınalı kuzum
Görür görmez yüzünü, bekle azıcık
Meme deme
Bu beşlikte şair “k, z” sesleriyle aliterasyon yapıyor; ayrıca 1. ve 3. dizelerde her sözcük “k” ünsüzüyle başlıyor. Şairimiz bu ahenk unsurlarıyla yetinmeyip 2.ve 5. dizelerdeki sözcükleri “me” hecesiyle bitirerek kuzu melemesini işitmemizi sağlıyor.
“Malazgirt Ululaması” başlıklı destanında çok özgün bir buluşla okuyucuyu hayran bırakıyor şair.
Savaşanlar yer sayılarınca değil
Gök sayılarıncadırlar ey oğul
Bizim yıldızlarımız
Çok daha…
Bu dörtlükteki “sayılarıncadırlar” buluşuyla aliterasyondan başka “karınca” çağrışımıyla savaşanların çokluğu daha da vurgulanmış oluyor.
Lise tahsili gören herkes Fuzuli‘nin şu beytini duymuştur.
Dest-busu arzusuyle ölürsem dostlar
Kuze eylen toprağım sunun anınla yâre su
(Ey dostlar, sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürsem, mezar toprağımdan bir testi yapıp onunla yâre su verin.)
Bu dizelerde dikkati çeken sesler “su” sesleridir. Şairimiz bu seslerin bulunduğu sözcükleri seçerek Arap çöllerinde “suu, suu” diye inleyen birinin iniltisini duyurmaya çalışıyor.
Son olarak ses virtüözü olarak niteleyebileceğimiz Behçet Necatigil‘in “Kilim” şiirindeki aliterasyondan bahsedeyim. Şair bu şiirde çarpık ve plansız kentleşmeden, ürettiğimiz her şeydeki zevksizlikten bahsediyor. Kentlerdeki bu zevksizlik ve gürültü kirliliği temaya uygun ahenksiz kelimelerle okuyucuya duyuruluyor. Şair öyle kelimeler seçiyor ki okurken rahatsız oluyoruz. Kısaca ahenksizliğin ahenk olarak kullanıldığı bir şiir yazmış Necatigil. Şiir çok uzun olduğu için birkaç dizesini yazmakla yetineceğim.
Çok çiğ, çiçek -hiç yok- hani bu kilimde?
Hani beyaz, beyaz, beyaz. Beyazları ne yaptın?
Çok çiğ bu kızgın yaz, çiğ bu kara kış!
Bari biraz kışlarda. Çıplak, çok çiğ!
Çok çiğ bu çığlık, bu en bol renk: Kara! Ben sana.
Çok çiğ kesik öksürük, çiğ çatlak çağıltı.
Bu şiirin tamamını bulup yatmadan önce iki defa sesli okuyun; mümkünü yok uyuyamazsınız. Çünkü birileri beyninize bir çekiçle “çok çiğ çağ” diyerek vurur.
Kelime Tekrarları / Tekrir Sanatı
Şiirimizde sıklıkla başvurulan ahenk unsurlarından biri de tekrarlardır. Aynen tekrar edilen ekleri, kelimeleri ve kelime gruplarını redif olarak tanımlamış ve daha önce örneklendirmiştik. Bu bölümde Divan edebiyatında tekrir (yineleme) denilen kelime tekrarlarından bahsedeceğiz. Bu tür tekrar unsurlarını Divan şairleri edebi sanat kabul ediyordu.
Bana göre tekrir sanatının en güzel örneği Fuzuli‘ye ait aşağıdaki beyittir:
Canı için kim ki cananın sever canın sever
Canı kim cananı için sevse cananın sever
Aruzun “faailaatün, faailaatün, faailaatün, faailün” kalıbıyla yazılmış olan bu harika beyitte “can ve canan” sözcükleri altı defa kullanılmış, ayrıca “sevmek” fiili dört defa yinelenmiş, “için ve kim” sözcükleri de ikişer defa metinde yer almıştır. Kalıba uygunluk, kafiye ve rediflerin mükemmelliği, aliterasyon ve asonans güzelliği bir yana, bu beyit gerçek sevginin ne olduğunu çok güzel ifade etmektedir. Şiirde biçim ve içerik mükemmelliği denince aklıma ilk gelen örnek budur.
Fuzuli birinci dizede “kim ki kendi canı için cananını -eşi, çocukları, akrabaları, dostları- severse o aslında kendi canını sevmektedir” diyerek gerçek sevginin karşılıksız olması gerektiğini vurguluyor. İkinci dizede tezat sanatı yaparak “kim kendi canını cananı için severse aslında o cananını sevmektedir” diyor. Kendi canını sevmeyen, içki içen, az uyuyup çok çalışan, ufak tefek hastalıkları önemsemeyen bir insan düşünelim ve bu insanın genç yaşta öldüğünü veya kötürüm olduğunu var sayalım. Kendi canını sevmeyen bu kişinin kime kötülüğü olur? Elbette ki ailesine. Bunun tersi ise sağlığına, yemesine içmesine önem veren bir insan düşünelim. Onun geçirdiği uzun ve sağlıklı ömrün kime faydası olur? Elbette ki ailesine.
Yunus Emre‘nin de tekrir sanatına örnek gösterebileceğimiz çok güzel bir beyti vardır:
Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içerü
Bu beyitte ben sözcüğü altı defa yinelenmiştir.
Düzyazıda kelime tekrarı yapmak, aynı cümlede bir sözcüğü birden fazla kullanmak -edebi sanat olmaktan vazgeçtik- çok önemli bir kusurdur. Bu kusurların sıklığı yazan kişinin kelime dağarcığının yetersizliğini gösterir. Yinelemeler şiirde edebi sanat kabul edilir; çünkü yinelemeler şiire ses yönünden ahenk kattığı gibi bir duygu veya düşüncenin pekiştirilerek vurgulanmasını sağlar. Fakat planlanmadan, hesapsız yapılan kelime tekrarları şiirde tekdüzelik de oluşturabilir. Yinelemelerde dikkatli ve ölçülü olmak gerekir.
1989’da vefat eden Orhan Murat Arıburnu, İstanbul’un Laleli semtinde oturan sevgilisi için şöyle bir şiir yazmış:
Lalelim
Laleli’de oturur.
Laleli, lale olur lalelimden.
Laleli’den geçilir
Lalelimden geçilmez.
Şair bu harika şiirinde sevgilisine “lalelim” demektedir. Belki onun adı Lale’dir, belki de şair sevdiğini laleye benzettiği için “sevgilim, Lale’m, Ayşe’m” diyecek yerde “lalelim” diyor. Sevgilisinin oturduğu semt Lalelidir. Laleli semti, şairin gözünde, sevgilisi orada oturduğu için laleye benzemektedir, yani bu semti çok sevmektedir. Şair şiirin sonunda “geçmek” fiilini önce temel, sonra mecaz anlamda kullanıyor. Laleli bir semttir, oradan her yolcu gibi geçmek mümkündür, ama şairin sevgilisinden vazgeçmesi mümkün değildir. Dikkat edilirse bu şiirde yinelenen sözcüklerin hiçbiri gereksiz değildir.
Ahmet Haşim bir şiirini “Akşam, yine akşam, yine akşam. / Göllerde bu dem bir kamış olsam” dizeleriyle bitirirken yinelemelerin gücünden yararlanarak bir arzusunu vurgulamaktadır.
Şiirde ahengi her şeyin üstünde tutan Servet- i Fünun‘un büyük şairi Cenap Şahabettin, Elhan-ı Şita (kış nağmeleri) başlıklı şiirinde kar yağışını tasvir ve taklit ederken diğer ahenk öğelerinden olduğu gibi yinelemelerden de yararlanıyor.
Sağdan sola soldan sağa lerzan ü girizan
Gâh uçmada tüyler gibi gâh olmada rizan
Necip Fazıl‘ın “Otel Odalarında” başlıklı şaheseri sanırım Cumhuriyet döneminde yazılan şiirlerdeki yinelemelerin en güzel örneğidir. Bu harika şiirden birkaç beyit yazıyorum:
Bir merhamettir yanan daracık odaların
İsli lambalarında isli lambalarındaGizli bir akis kalmış gelip geçen her yüzden
Küflü aynalarında küflü aynalarındaBir sırrı sürüklüyor terlikler tıpır tıpır
İzbe sofalarında izbe sofalarındaDuyuluyor zamanın tahtayı kemirdiği
Tavan aralarında tavan aralarındaAğlayın aşinasız sessiz can verenlere
Otel odalarında otel odalarında
Son olarak Dağlarca‘dan bir örnek vererek yazımı noktalıyorum:
Oğullarla Analar
Er oldu o
Giysi verdiler şayak
Sağlam mı sağlam
Ayakkabı verdiler kabaralı
Sağlam mı sağlam
Kütüklük verdiler kösele
Sağlam mı sağlamSavaşa girdi o
Düşüverdi ilk kurşunda
Dayandı anasının yüz bin yıllık yüreği
Sağlam mı sağlam
Yazar: Erturan ELMAS/ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni