Sait Faik: İnsanı Sevmekle Başlar Her Şey
SAİT FAİK: İNSANI SEVMEKLE BAŞLAR HER ŞEY
Sait Faik’in başarısı, yıllardır okunurluğunu yitirmemesi, giderek bir anlamda aşılamaması, insan gerçeğine sevgiyle yaklaşmasından geliyor.
Çünkü edebiyat tarihçilerinin deyişiyle küçük insanı konu alırken öyle uzun uzadıya onun serüvenlerini anlatmaz Sait Faik. Gördüklerini aktaran bir gözlemci değildir. Gözleme dayanır gerçi, ama olayı anlatırken bile bir duygulanımdır yansıtmak istediği. Anlık bir duygu, diyelim bir çaresizlik, bir ezilmişlik… Ama acıma değil. En acır gibi göründüğü anda birden nitelik değiştirir bu duygu ve hayranlığa dönüşür. Çalışanların, halk deyince akla gelen insanların öykücüsüdür o. Yalnız, toplumcu bir amaç gütmediği hemen vurgulanmalı. Haksızlığı dile getirirken bile haksızlığın ardındakini değil, haksızlığın insanda doğurduğu tepkiyi ölçer çünkü. Dünyayı dolduran yalnızlık, kendisini bu insanların dışında görmesindendir. Çalışan biri olamayışındandır.. Ayrıca toplumsal farklılığın, yalnızlığı beslediğinin bilincindedir, yanında bencilliği getirdiğinin de. Dünya derken toplumsal yaşayıştır anlatmak istediği. Yaratıcısının insan olduğu yozlaşmışlıktır. Bu nedenle şehir, bozulmuşluk olarak karşımıza çıkar. İğrençtir balgamlı sokaklarıyla, namussuzluk yatağıdır, yasaklarla doludur.
Bu nefreti, karamsarlığın bu en uç noktasını Sait Faik’in kendi hayatına, son yıllarda hastalığının da doğurduğu bunalımlara bağlamak mümkündür. Kuşkusuz sanatçının, bir insan olarak yaşadığı gerçekten sıyrılması zordur. Özellikle Sait Faik gibi her anlattığına kendi duyarlığıyla yanaşan bir öykücünün bunu başardığını söylemek de doğru olmaz. Ayrıca onun, şehrin karşısına doğayı çıkardığı unutulmamalıdır. Çünkü her şey karşıtıyla gelir Sait Faik öyküsünde. Çocukluğa dönmesi, karşımıza özlem olarak çıkan bu duygu başka bir çağrışıma ulaşmak içindir. Yaşadığı gerçekten kaçıp geçmişe sığınmadır belki. Ama bir kaçma söz konusuysa, aslında doğaya sığınmadır bu. Bozulmuşun karşısına bozulmamışı, saf olanı çıkarmaktır amaç. Doğadan gelen bir “Hişt, Hişt” sesi, nasıl yazarı bu dünyaya bağlarsa; Bayan Gülseren de ince bıyıklı, kaşları alınmış kadın berberi mösyö Jül’ün yanında pos bıyıklı, kalın kaşlı berber Rıza’yı, yani doğallığı bulduğu an mutlu olacaktır. Kestaneci kestaneciyken güzeldir, Kestaneci Dostum’dur. Kestanecilikten çıktığı an biter. Sait Faik insanı çirkinleştiren etkenin, dış etken olduğunun bilincindedir.
Bu konuda her öyküsünden sayısız örnek verilebilir. Ama Sarnıç’tan aldığım şu cümleler yeterli:
“Bu dünya insan için kâfiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahlûktu. O halde niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve tanrılarını seven ihtiyarlar vardı?”
Sait Faik’e göre, sanatçının görevi bu soruların karşılığını bulmak, aksaklıkları göstermek, dünyayı yaşanılır kılmaktır. Harita’da Bir Nokta’da ona “yazmasam deli olacaktım” dedirten tanık olduğu bir haksızlıktır. Ama asıl önemlisi, haksızlıktan da öte haksızlığa uğramış olanın boyun eğişi, küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaşmasıdır. Bu boyun eğişle yücelmesidir bir bakıma. Bir gülümsemenin yüzünde donmasıdır. Oysa aynı öyküde haklarını yedirmeyen öteki tayfalar çirkindir. Onun amacı da güzel olanla çirkin olanı göstermektir yalnızca. Duyguyu yakaladığı an ötesi biter.
Böylece insan kavramının geniş, sınırsız bir anlam kazandığı ve bütün öteki gerçeklerin üstüne çıktığı görülür. Sınıfı ne olursa olsun, insan gerçekliğinin peşine düşer Sait Faik. Her öyküsünde, yalnızca bir parçasını anlattığı insanı bütünlemeye çalışır sanki. İster bir hammalı, ister bir karaborsacıyı, ister bir fahişeyi, ister bir kestaneciyi, isterse bir balıkçıyı anlatsın hep genel ve evrensel olan bir insan gerçeğini vermeye çalışır. Yaptıkları iş ne olursa olsun, hangi sınıftan gelirlerse gelsinler, hep bizizdir bu insanlar. Dönüp dolaşılıp gelinen nokta ise hep aynıdır: İnsanları sevmek, hayatı sevmek ne iyi şey… Ancak insanları sevebiliriz.
Bu sevgi, bir anlamda soyut bir sevgidir, bir anlamda da genellenmiş. Soyuttur, çünkü kişilerini belli bir çevreden seçmiş olsa bile sınıfsal açıdan bakmaz onlara, onları belli bir toplumsal temele de oturtmaz. Tersine duyguları ve duyarlığıyla yaklaşır onlara. Nesnel değil özneldir. Geneller, çünkü ne belirgin bir karakter, ne de belirgin bir tip vardır öykülerinde. Belli bir duygunun, belli bir düşünüşün biçimlenmesidir kişileri. Bu nedenle de görünüşleriyle ilgili ayrıntılar yok denecek kadar azdır. Bir fotoğrafın arabı bile değil. Kişileştirme açısından alınırsa acemi birinin çektiği flu bir resim. Ama insan olduğu belli bir gölge. İşte Sait Faik’in ana özelliği de budur. Konu ve kişi, duyguyu yakalamak için bir araçtır yalnızca onda. Ama insani bir duyguyu. Bir türlü tanımlanamayan, yüzyıllardır yazılıp çizilen insan gerçeği denilen şeyi.
Atilla Özkırımlı (Edebiyat tarihçisi, yazar, eleştirmen.)