O Belde’nin Tahlili
Bir Şiir Tahlili Örneği: Ahmet Hâşim’in “O Belde” Adlı Şiirinin Tahlili
O BELDE’NİN TAHLİLİ
Mehmet KAPLAN, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 2, nu. 3-4,1948, s. 231-244.
Metin tahlili her nevi edebî araştırmanın esasını teşkil eder. Yazarın hayat ve muhiti, eserini izah ettiği nisbette işe yarar. Fakat asla ön planda gelen bir araştırma konusu olamaz. Umumiyetle tarihçi bir zihniyet taşıyan XIX. yüzyıl tetkikçileri, bu hakikati göz önünde tutmayarak, edebî araştırmalarında, eseri hemen hemen unutmuşlar ve sanatkârın biyografisi ile içinde yaşadığı şartlara lüzumundan fazla önem vermişlerdir. Bu görüş, edebî eseri başlı başına bir estetik vâkıa değil de, sosyal hayatın herhangi bir tezahürü telâkki etmiş ve ona tarihî bir vesika değeri vermiştir. Bugün bu bakış tarzı terk edilmiş, edebî eser ve onun tetkiki ön planda gelen bir değer kazanmış bulunuyor.
Bu vaziyet, edebî eseri bilhassa üslûp bakımından incelemek lâzım geldiği fikrini de kuvvetlendirmiştir. Zira edebî eser, her şeyden önce umumî dilin hususi şekil almış bir terkibi olarak görünür. Başka bir tabir ile edebî eserde muhteva ile üslûp birbirinden ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Tarihî ve sosyal görüş muhtevaya değer veriyordu. Bunları takiben felsefî ve psikolojik görüş de muhtevayı esas tuttu. Bunların fikir, konu ve duygu itibariyle birbirine benzer iki edebî eseri birbirinden ayıran ve her birinin asıl şahsiyetini teşkil eyleyen üslûbu göz önünde bulundurmamalarından doğan estetik hata aşikârdır. Sanatkâr eserini yaratırken muhteva ile beraber ifadesine de hususi bir şekil verir. Edebî araştırmanın gayesi işte bu hususiliği meydana çıkarmaktır.
Diğer taraftan, bir sanatkârın eserleri başka bir sanatkârınkinden ayrı bir karakter taşıdığı gibi, aynı sanatkârın muhtelif eserleri de birbirinden ayrı çehreler arz eder. Binaenaleyh nasıl her edebî eser okuyucu için bir nevi şahsına münhasır bir değer ifade ederse, her edebî eserin mahiyet ve değerini tayin de edebî araştırma yapan için ayrı bir çalışma konusudur. Bizi müstakil bir bütün teşkil eden edebî metinleri tetkike sevk eden sebep budur.(1)
Bir sanatkârın eserlerinin bütünü hakkında salim bir hükme ancak bütün metinlerin ayrı ayrı incelenmesi suretiyle varılabilir. Bu yol gerçi uzun ve çetindir. Fakat bütün metinleri incelemeden verilmiş olan hükümlerin isabetsizlik ve katiyetsizliği karşısında, bizi hakikate geç ve güç ulaştıran bu yolu tercih etmek daha dürüst bir harekettir.
Bu fikre dayanarak, münferit edebî metin tahliline seminer çalışmalarında ön planda yer veriyoruz. Ayrıca, liselerdeki edebiyat öğretiminin de, son yıllarda, isabetli olarak, metin tahliline dayanması bu hususa daha çok önem vermemizi gerektiriyor.
O BELDE (Ahmet HÂŞİM)
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma’nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…
O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu’le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine…
O belde
Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem… Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz…
(Ahmet HAŞİM)
SÖZLÜK:
belde: memleket, şehir.
melâl: iç sıkıntısı, üzüntü, dert, usanma.
şâm: akşam.
mesâ: akşam.
dilber: sevgili, gönül alan, güzel.
hüsn: güzellik.
âlâm-i fikr: fikir/düşünce elemleri.
mersâ: liman.
âşinâ: tanıdık, bildik.
beşer: insan, insanlık.
iştihâ: iştah.
nazar: bakış.
nermîn: yumuşak, ince.
muğber: küskün, kırgın, gücenik, dargın.
lerze: titreme, titreyiş.
istitâr: içe kapanma, örtünme.
istiğnâ: çekimserlik.
bû: koku.
cüdâ: ayrı, ayrı düşmüş.
menâtık: bölgeler, mıntıkalar.
dûşîze: el değmemiş, bakir, kız.
tahayyül: hayal etmek.
mâi: Su cinsinden, su ile ilgili, mavi.
ârâm: dinlenme.
ervâh: ruhlar.
sükûn: sakinlik, sessizlik.
menâm: uyku.
leyl: gece.
hemşîre: kız kardeş.
tenvîm: uyutma.
ıstırâb: acı, ızdırap.
giryende: ağlamaklı.
bûse: öpücük.
nîlî: mavi, çivit rengi.
sükût: sessizlik.
istifhâm: soru, soru sorma.
mütekâsif: sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış.
mütemâdî: sürekli.
samt: suskunluk.
şu’le: alev.
bî-ziyâ: ışıksız.
kamer: ay.
mültecî: iltica eden, sığınan, sığınmacı.
nâtüvân: iktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz.
lâl: dilsiz.
muhayyel: hayal edilen.
dûr: uzak.
mahdûd: sınırlanmış.
melâz: sığınak.
hulyâ: kuruntu, hayal, vehim.
tehzîz: titreyiş, titreme.
evtâr: teller.
nefy: sürgün.
hicr: ayrılık.
müebbed: ebedî, sonsuz, ömür boyu.
1. ŞİİRİN YAZILDIĞI TARİH VE HÂŞİM’İN ESERLERİ İÇİNDEKİ YERİ
O Belde’nin(2) ne zaman yazıldığı ve nerede neşredildiği tespit olunamamıştır.(3) Ahmet Hâşim bu şiirini ilk defa 1337/1921 eylülünde bastırdığı Göl Saatleri adlı kitabmda neşretmekle beraber, ihtiva ettiği tem ve üslûp bakımından biz onu “Yollar” ve “Zulmet” isimli şiirlerini kaleme aldığı devreye sokuyoruz. Eğer bu tahmin doğru ise, “O Belde”, zikredilen şiirlerin çıktığı 1324/1909 yılında vücuda gelmiş olacaktır.(4)
Hâşim ilk şiirini 1316/1899 yılında neşretmiştir. 1324/1909 a kadar süren ve çıraklık devresi adını verebileceğimiz bu tarihler arasında Hâşim, Tevfik Fikret ile Cenab Şahabeddin’in tesiri altındadır. Eserleri muhteva ve üslûp bakımından kendine has bir şahsiyet arz etmez. Şâir de bunun farkında olmalı ki, bilâhare çıkardığı kitaplarına bu devrede yazdığı şiirleri almamıştır. 1324/1909’da “Merdiven” şiirini yazdığı 1336/1920 yılına kadarki devre, olgunluk çağının birinci veya sonuncu merhalesini teşkil eder. Bu hale göre, 1909’da yazıldığını tahmin ettiğimiz “O Belde”, Hâşim’in şiir tekâmülünün aşağı yukarı orta merhalesine rastlıyor. Hakikatte bu şiir sadece kronolojik olarak değil, tem ve üslûp bakımından da Hâşim’in ilk devresi ile son devresini birbirine bağlayan bir köprü vazifesini görüyor.
Kabaca bir tavsif ile yetinilirse, Hâşim’in olgunluk çağının ilk merhalesine lirik, ikinci merhalesine sembolik vasfını verebiliriz. “Serbest Müstezat Nazımları”nın ve “Şi’r-i Kamer”lerin temsil ettiği birinci merhalede şâir, umumiyetle çocukluğuna ait duygularım veya tabiattan aldığı intibaları vazıh tablolar halinde ortaya koyar. Bunlarda teferruat, duyulmuş realiteyi kısmen değiştirilmiş bir tarzda aksettirir. Piyale’nin temsil ettiği ikinci merhalede ise, neye tekabül ettiği katiyetle söylenemeyen semboller ön planı işgal eder. “Merdiven”den sonra neşredilen “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli şiirin anlaşılmazlığından dolayı uyandırdığı gürültü bu değişmeyi açık olarak gösterir.
Hâşim için elimizde ilk merhaleyi karakterize eden başka bir ölçü daha vardır: Şiirlerine hâkim olan renk. “Şi’r-i Kamer”lerde hâkim renk umumiyetle siyah ve mavidir. Piyale’de ise şâir çok kuvvetli kızıl renge giriyor. “O belde”, lirizmi ve mavi atmosferi ile birinci merhale şiirlerine bağlanırken, ihtiva ettiği sembolik dünya görüşü ve akşam saati havası ile ikinci merhalenin başlangıcını ifşa eder.
II. KOMPOZİSYON VE TEMLERİN TETKİKİ
“O Belde”de birbirini tamamlayan iki tem vardır: Biri yaşanılan hayat ve dünyanın içinde mahkûmiyet düşüncesi; ikincisi uzak, güzel ve bilinmeyen bir ülkeyi özleyiş duygusu. Bunların esas itibariyle tipik Servet-i Fünun temi olduğu aşikârdır.(5) Bu benzerliği görmek için Tevfik Fikret’in bu dünya hayatının çirkinliğini anlatan “Gayyâ-yı Vücud” şiiri ile hayalî ülkelere seyahat arzusunu ifade eden muhtelif şiirlerini, bilhassa “O Belde”ye büyük bir yakınlık arz eden “Ömr-i Muhayyel” şiirini hatırlamak kâfidir. Temlerin kaynaklarını daha tafsilâtlı olarak takip edebilmek için “O Belde”nin muhtelif kısımlarını ayn ayn gözden geçirelim:
1. Başlangıçta şâir, yanında bulunan bir kadınla akşamı seyrediyor. Bu kadın ince ve tabiatı anlayan bir ruha sahiptir. O da şâir gibi melal ve hasretle doludur. Gözlerini akşamın renkleri ve hüzün bürümüştür. Bu hal onu şâire daha güzel gösteriyor.
Bu dekor içinde bu kadın tipi bize derhal Cenab Şehabeddin’in bazı şiirlerini hatırlatmaktadır: “Yakazat-ı Leyliye”, “Temâşâ-yı Hazan”, “Temâşâ-yı Leyâl”.
Cenab Şahabeddin de 1897 yıllarında yazmış olduğu bu üç şiirinde(6) yanında bulunan güzel ve hassas bir kadınla böyle bir manzarayı seyreder:
Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim,
Levha-i kâinatı seyredelim:
Gölge, hep gölge, her taraf gölge.
Gölgelerle bütün zemîn mestur… (Temâşâ-yı Leyâl)
Gel bugün de sükût ile güzelim,
İhtizâr-ı hazâm seyredelim:
Ey benim ey hazan-lika güzelim… (Temâşâ-yı Hazan)
Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim,
İhtizazât-ı leyli dinleyelim…
Ta uzaklarda işte bir piyano,
Taze parmakların temâsıyle… (Yakazât-ı Leyliye)
Bu parçalarda görülen “hüzünlü bir manzara karşısında bir kadınla konuşma ve o manzarayı seyretme” hali, “O Belde”yi kuvvetle hatırlatmakla beraber, iki şâir, temlerini işlerken, birbirlerinden tamamıyla ayrılıyorlar. Bununla beraber, Hâşim’in “O Belde”yi yazarken Cenab’ın bu şiirlerinin tesiri altında kaldığı düşünülebilir.
Acaba iki şâirin de ilham alabilecekleri başka bir kaynak yok mudur? Vardır. Biz bilhassa “O Belde” ile Charles Baudelaire’in “L’Invitation du voyage” şiiri arasında büyük bir yakınlık buluyoruz. Fleurs du mal şâiri de içinde yaşadığı muhitten bıkmış olan bir kadına, uzak ve mesut bir ülkede yaşamanın güzelliğini anlatır:
– Aimer a loisir,
Aimer et mourir
Au pays qui te ressemble!(7)
Yalnız Ahmet Hâşim’in bu temi işlerken gerek teferruat, gerek üslûp bakımından Fransız şâirinden de ayrı kaldığım işaret edelim. Cenab’ın bahis konusu şiirlerinde “uzaklara gitmek” temi yoktur; şâir, sadece yanında bulunan kadınla karşılarında bulunan hüzünlü manzarayı seyreder. Baudelaire’de “uzaklara gitmek” temi vardır. Yalnız yaptığı tasvire göre, gidilecek olan bu yer, Akdeniz’de muayyen bir yerdir. Mekân recidir. O kadar ki, Baudelaire burada oturacakları odanın mobilyalarım ve penceresinden görecekleri manzarayı gözleriyle görüyormuş gibi tasvir eder.(8) Ahmet Hâşim’de ise ileride görüleceği üzere “O Belde” yeryüzünde değil, tamamıyla hayalîdir.
2. Şiirin “bugünkü beşer”den bahseden parçasını, ikinci bir kısım olarak alıyoruz. Kompozisyon bakımından bu doğru değildir. Çünkü bu parça evvelkisi ile bir bütün teşkil eder. Fakat ihtiva ettiği fikir itibariyle bu parça ayn bir kısım telâkki olunabilir. Burada şâir, sevgilisine “yalnız bir ince taze kadın”, kendisine “yalınızca eski bir budala” diyen “bugünkü beşer”den bahsediyor ve:
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma’nâ,
Ne bu akşamda bir gam-ı nermîn.
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-i istitâr ü istiğnâ.
diye “bugünkü beşer”in kabalığını anlatıyor. Şâirin, kadının, tabiatın ve sanatın “bugünkü beşer” tarafından anlaşılmaması ve manasız görülmesi, romantikle tarafından çok işlenmiş bir konudur. XIX. yüzyıl iktisadi hayatının yarattığı adî hırslarla dolu, paraya düşkün ve güzelliğe karşı hassas olmayan burjuvaziye bizim edebiyatımızda da birçok hücumlar vâki olmuştur. “Sis” şâirinin bu konuda yazdıklarını herkes bilir. Belki de Hâşim, şiirin bu parçasını yazarken, Tevfik Fikret’in almış olduğu nefret edici tavrın tesiri altında kalmıştır.
3. Bu kısımda şair esas temine giriyor ve yaşadığı dünyada bir sürgün olduğunu anlatıyor:
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz, sessiz,
Topluyor bû-yı ruhunu gûya,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak,
Bu nefy ö hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…
Bu tem, güzel bir ülkeden ayrılmış olarak bu dünyada mahkûm oluş fikri nereden geliyor? Bu çok eski bir hikâyedir. Eflâtun’un İde’ler âlemi nazariyesi, Hıristiyanlık ve İslâmlık’taki Âdem’in cennetten kovulması düşüncesi hep aynı şeyi anlatır. Batı’da bu fikir romantikler ve sembolistler tarafından geniş olarak işlenmiştir. Bizde, bilhassa tasavvuf edebiyatında, Mevlana’nın deyimi ile kamışlıktan kopmuş olmak ve ney gibi daima ezelî vatana dönmek için inleme temi, yüzyıllardan beri terennüm edilmiştir. Bu pek umumî kaynaklarla beraber Ahmet Hâşim’i “bu dünyada mahkûmiyet” duygusuna götüren daha yakın sebepler de vardır: “Şi’r-i Kamer”lerde esas konu olarak aldığı mesut çocukluk günlerine bir daha dönemeyiş hissi.
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
mısraı âdeta şâirin daha sonra kaleme alacağı “Şi’r-i Kamer”lerin ruhunu özetler. Hâşim bu şiirlerinde çocukken annesiyle beraber çıktığı aylı ve yıldızlı çöl gecelerini ısrarla anlatır ve onlara karşı hasretini söyler. Sonraki kısım “O Belde” ile Hâşim’in çocukluk hâtıraları arasındaki münasebeti daha açık ortaya koyuyor.
4. Bu kısımda şâir artık “cüdâ kaldığı o beldeyi” tasvir eder. Şiirin ağırlık merkezini teşkil eden bu tasvir başlıca iki unsurdan mürekkeptir:
a. O Belde’nin manzarasını anlatan mısralar
b. O Belde’nin sakinlerini anlatan mısralar
c. O Belde, tahayyülün bakir mıntıkalarında durur. Üzerinde daima mavi bir akşam dinlenir. Eteklerindeki deniz ruhlara bir uyku sükûneti serper. O Belde’nin sakinleri olan kadınlara ayrılan mısralar, manzara tasvirine nisbetle daha fazladır. Bundan psikolojik bazı neticeler çıkarmak mümkündür. Şöyle ki, Hâşim için önemli olan manzara değil, ruhtur. Kadınlar “O Belde”nin ruhunu teşkil ederler. ‘‘O Belde”, şiirde anlatılan evsaftaki kadınların varlığı ile değer kazanan bir yerdir. Bu nokta Haşim’i umumiyetle Parnasyen olan Servet-i Fünunculardan ayırıyor. Gerek Tevfik Fikret, gerek Cenab Şahabeddin, şiirlerinde manzara tasvirine büyük yer verirler. Fikret’in başka çeşit bir “O Belde” hayali yaşayan Süha’sının istediği şey nedir?
Ne isterim mesela: Bî-hudûd bir meşcer.
Fakat ağaçları hep ser-şikeste, hep üryan;
İçinde bir derecik, bir şelâle-i giryân(9)
Fikret “Ne İsterim” adlı şiirinde de bu çeşit bir manzaranın hasretini duyar:
Mâi bir göl, yanında bir meşcer;
Meşcerin sîne-i sükûnunda
Münteşir iltimâ-i saf-ı kamer;
Sonra birçok menâzır-ı hoş-ter,(10)
Fikret’in “O Belde”si olan “Ömr-i Muhayyel”ine dikkat edersek
Her sahn-ı hakikatten, uzak, herkese meçhul
olan bu hayalî ülkenin de gayr-i meskûn olduğunu görürüz. Şâir orayı sadece sevgilisine gösterecektir.(11)
Hâşim ise “O Belde”yi kadınlarla dolduruyor ve şiirinin en güzel mısralarını bu kadınların tasvirine hasrediyor. Hâşim’i böyle bir tahayyüle sevk eden sebep nedir? Bunun sırrını bize “Şi’r-i Kamer”ler verebilir. Hakikatte, “O Belde” kadınlan ile “Şi’r-i Kamer”lerdeki kadınlar arasında büyük bir benzerlik vardır: “O Belde” kadınlan “güzel, ince, saf ve leylî”dirler. “Hepsinin gözlerinde hüzün” vardır. “Hepsi hemşire veyahut yâr”dırlar; “şû’le-i bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer” “sade ellerine” iltica etmiştir ve onlar o kadar “nâ-tüvân”dırlar ki… Güzellik, hüzün, ay ışığı içinde dolaşma ve nâ-tüvânlık gibi hususiyetleri biz Hâşim’in annesinde ve çocukluğunda tanıdığı kadınlarda da görüyoruz:
Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde, her akşam
Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül-fam
Sisler uzanırken, o senin doğmam bekler(12)
Annemle karanlık geceler bazı çıkardık;
Boşlukta, denizler gibi yokluk ve karanlık
Yüksekte semâ haşr-ı kevâkible dağılmış(13)
Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!
Annemdi o nurunda gezen zıll-ı mehâsin(14)
Bir gün, yine bîçâre kadın hasta, uzanmış
Tüllerde…
………………..
Birden o donuk gözlere dolmuştu kamerler…(15)
Solmuştu onun hüzn ile sîmâ-yı berîni.
Bir ince tül altında duran zülf-i zerini
Akşamların enfasına düşmüş uçuşurken,
Sarmıştı o sakin yüzü bir gölge semâdan,
……………
Gûya ki, kamer, sendin onun rûh-ı necîbi;(16)
Ru’yâlı kadın gözleri… âsûde semâlar:
Sislerde solan gizli ziyâlar gibi muğber,
Akşam dökülen reng-i tahayyül gibi meşkûk,
…………..
Pûşîde, soluk, ince, ziyâ-kalb kadınlar,
Nehrin uzanan sâhil-i ru’yâsını dinler…
Pûşîde kadınlar, bu kamer gözlü kadınlar,(17)
“Şi’r-i Kamer”lerden aldığımız bu mısralarda anlatılan kadınlar ve onların yaşadıkları atmosfer ile “O Belde” kadınlan ve içinde dolaştıkları muhit arasındaki benzerlik açıktır. Bu benzerlikten çıkan netice şudur: Hâşim’in ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anların idealize edilmiş bir şeklidir. “O Belde”yi yazdığı zaman şâir, belki de şuuraltında yaşayan bu hayallerin pek farkında değildi, “Şi’r-i Kamer”leri kaleme aldığı esnada bu hayaller vazıh olarak ortaya çıktılar.
5. Bu kısımda şâir, dalmış olduğu hülyalar âleminden uyanarak tekrar hakiki dünyaya dönüyor ve yeniden kendisini “Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûm” hissediyor.
Hâşim’in bu “mahkûmiyet duygusu”nu, mesut çocukluk anlarına bir daha dönmenin imkânsızlığı kâfi derecede izah etmekle beraber, buna sosyal şartların tesiri de ilave olunabilir. Bilindiği üzre Hâşim, babası ve annesi tarafından Arap idi.(18) On, on bir yaşında İstanbul’a geldiği zaman Türkçe bilmiyordu, Türk muhiti içinde kendisini yabancı hissediyordu. Meşrutiyet’ten sonra birden gelişen milliyetçilik akımı karşısında Hâşim’deki bu yabancılık duygusu daha çok arttı. Hemen herkesin siyasî ve sosyal meselelerle meşgul olduğu bir devirde onun kendi içine kapanmasında ve realite ile alâkası olmayan bir şiir dünyası kurmasında bu amillerin de tesiri olsa gerektir.
III. ÜSLÛP
“O Belde”, serbest müstezad şeklinde yazılmıştır. Hâşim’i bu şekli kullanmağa sevk eden sebep bütün sembolistlerde olduğu gibi, şiirini musikinin serbest hareketli ahengine yaklaştırmak fikridir. Bu düşünce şiirin umumî yapısına olduğu kadar, teferruatına da hâkimdir. Birbirinin aynı ve birbirine benzer unsurların muntazam olmayan fasılalarla tekrarından ibaret olan müzikal karakter şiirin bütününde kendisini kuvvetle hissettiriyor. En bariz olanlarından başlayarak bunu belirtelim:
1.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak,
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…
parçası, şiirin ortalarında ve sonunda aynen iki kere tekrarlanıyor.
2. Bazı mısralar birbirine benzer kelimelerle başlatılıyor:
a.
Ne sen
Ne ben
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
b.
Ne bu akşamda bir gam-ı nermîn,
Ne de durgun denizde bir muğber…
c.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz, sessiz…
…………
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
d.
Hepsinin gözlerinde hüznün var,
Hepsi hemşiredir veyahut yâr;
e.
Hangi bir kıt’a-i muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dür ile mahdûd? ;
f.
Bilmem… yalnız
Bildiğim sen ve ben ve mâi deniz
3. Fonetik bakımından birbirine benzer yapıda kelime parçalarının ısrarla tekrarı da “O Belde”yi müzikal kılan vasıtalardan birisidir. Bunlar âdeta şiirin ilk kelimesi olan deniz-ler-den kelimesinin ses itibariyle parçalanarak bütün şiirin içine yayılması şeklinde görünüyor. Ünlü+n, ünlü+r olarak gösterebileceğimiz ses gruplan, mısraların içinde ve mısradan mısraa devam eden bir ahenk temin ediyor.
4. Mısraların uzunluk ve kısalıklarını da Hâşim bir musiki vasıtası olarak kullanıyor. On iki ayrı vezin kullanılan bu elli dokuz mısralık şiirde, birbirinin aynı olan vezinlerin takip sırasını tespit edersek, şâirin yukarıda kaydettiğimiz muayyen fasılalarla tekrar prensibine bu yönden de dikkat ettiğini görürüz. Şüphesiz fasılalar, şiir boyunca durmadan değişmektedir. Fakat bunlar o suretle tertip edilmiştir ki, daima değişen vezin gruplarının içinde tekrarlanan vezinleri kulak bariz surette fark ediyor. Eğer vezinleri rakamla gösterecek olursak, şu çeşit gruplaşmalar görüyoruz: 22.321, 65.544, 6.222,5.555, 75.987,224,227, 7, 5.755, 10.777, 2.777. Burada her rakam ayrı vezin kalıbını ifade eder. Bundan çıkan netice şudur: “O Belde” serbest müstezad şeklinde yazılmıştır ama, bu serbestlik mutlak bir serbestlik değildir. Şâir, değişiklik içinde ahengi teşkil eden vezin tekrarına riayet etmiştir.
5. “O Belde”de vezin gibi kafiye sistemi de çok değişiktir. Yalnız vezinde olduğu gibi kafiyede de mutlak bir serbestîye gidilmemiştir. Bazı kafiyeler gay-rimuayyen fasılalarla tekrarlanırlar. Bunlar tıpkı bir musiki eserindeki leit-mo-tivler gibi bir an kaybolduktan sonra kendilerini yeniden hissettirirler.
Kelime ve tamlamalar: Bir şâirin en çok sevdiği ve tekrar ettiği isimler, sıfatlar ve benzetmeler onun hassasiyetini ifşa eder. Şiiri bir dil mimarisine benzetirsek, bunlar onun yapı taşlandır. Bu yapı taşlarım her şâir ayrı bir tarzda yan yana getirir. Binaenaleyh bir şâirin kelimelerini ve onları birleştirme tarzım tetkik etmek suretiyle onun üslûp şahsiyetini meydana çıkarabiliriz. Bu prensibi “O Belde’ye tatbik edersek, evvelâ Hâşim’in bu şiirinde bazı kelimeleri çok tekrarladığını görüyoruz: Akşam 8 kere (akşam 44-şâm 2+mesâ 2), deniz 7 kere, hüzün ifade eden kelimeler: Hüzün 4, melâl 2, muğber 2, âlâm, gam, ıstırap, giryende, hasret, gurbet, hicr, hasta 1 kere. Bunlara bir de kadınlara ve güzelliğe ait kelimeleri (saç, göz, dudak, buse, el, dilber, güzel, ince, saf, leyli ilh.) ilave edecek olursak, bütün “O Belde”nin şu dört unsur üzerine inşa edildiğini görürüz: Akşam, deniz, hüzün, kadın.
Dikkat edilirse bu kelimeler “O Belde”nin temlerini gösterir. Bu temler âdeta bir mıknatıs gibi kendi etraflarına, kendilerine benzer kelimeler çekmişler ve şiirin esas dokusu bu kelimelerle dokunmuştur. Şimdi bu kelimelerin dokunuş tarzını görelim ve başta sıfat tamlamalarını ele alalım. Hâşim bu şiirinde umumiyetle objektif isimleri tavsif ediyor. Sübjektif isimleri ekseriya çıplak bırakıyor.
1. Objektif isim+objektif sıfat grubu: Hava+ince; deniz+mâi+durgun; bel-de+uzak+mâi+gölgeli; akşam+mâi; kadm+ince+taze+sâf+leylî; şu’le+bî-ziyâ.
Hâşim, objektif isimlere verdiği bu objektif sıfatlarla ne yapmak istiyor? İnce ve mâi sıfatları tekrarlanıyor. Şâir denizi, akşamı, O Belde’yi mâi bir renge boyuyor. Mâi renk realitenin sertliğini eriten, hulya verici bir renktir. Gölgeli sıfatı da realiteyi silme arzusunu ifade eder. Kadınlar için kullanılan leylî sıfatı da bu temayülü gösterir. Hava ve kadınlar için kullanılan ince sıfatı da realitenin kabahğına zıt bir temayülü ifşa eder. Hâşim’in çok sevdiği sıfatlardan biri de uzaktır (dûr). Bu sıfat yakında bulunan realiteden kaçmayı hissettiriyor. Durgun sıfatı, hareketsizliğin alâmetidir. Şu’le-i bî-ziyâ tamlaması çok dikkati çekicidir: Işıksız bir ışık! Bu tamlama Hâşim’in ışıkları da mümkün mertebe söndürmeğe çalışma arzusunu anlatır.
Bütün bu sıfat tamlamaları gösteriyor ki, Hâşim, “O Belde”de objektif varlıkları durmadan silmeğe, kaybetmeğe, inceltmeğe, uzaklaştırmağa çalışıyor. Sembolizmin prensiplerinden biri de bu değil midir? Parnasyen, objektif varlığı kavramağa çalıştığı halde sembolist onu inkâr etmeğe, yıkmağa, kırmağa gayret eder.
2. Objektif isim+sübjektif sıfat grubu: Lerze+muğber; şâm+muğber; mesâ+ dalgın; menâtık+dûşîze: kıt’a+muhayyel; deniz+hasta; bûse+giryende.
Bu sıfat grubunun fonksiyonu nedir? Dış âlemi sübjektif yapmak. Bu sübjektiflik umumiyetle teessür verici bir ton arz ediyor. Lerze (dalga yerine) ve akşam muğberdir; mesâ dalgındır. Deniz için kullanılan hasta sıfatı teessür halinin en şiddetli ânını gösterir. “O Belde”deki kadınların bûseleri giryendedir. Niçin? Aksine mesut olması lâzım gelmez miydi? Servet-i Fünun şâirleri gibi Hâşim için de hüzün ve teessür estetik bir kıymet taşır. Divan edebiyatında güzellik ile hüzün asla birleşmezdi. Güzelde bulunan en değerli taraf şuh oluştu. Edebiyatımızda güzellik ve hüznün birleşmesi, romantiklerin tesiri ile başlamış ve bugünkü nesle kadar gelmiştir. Genç nesil yeniden hüzünle güzelliği birbirinden ayırmış ve “yaşama neşesi” prensibi ile divan şâirlerinin hassasiyet tarzına doğru meyletmiştir.
Yukarıda Hâşim’in sübjektif isimleri umumiyetle sıfatsız bıraktığım söylemiştik. Hakikaten bütün şiirde sıfat verilmiş iki sübjektif isme rastlıyoruz: gam-ı nermîn, hüzn-i lâl ü müştereki. Bu sıfatların da sübjektif olduğu görülüyor. Bu sıfatlarla Hâşim maneviyi manevi olarak karakterize ediyor. Servet-i Fünun şiirinde sübjektif isimlere objektif sıfatlar verildiği çok görülür. “O Belde”de böyle bir sıfat tamlamasına rastlamıyoruz.
İsim tamlamaları da bir şâirin kuvvetli üslûp vasıtalarından birini teşkil eder. Burada şâir iki ismi birleştirir. Bu birleştirme ya “evin penceresi” gibi alelâde bir isim tamlaması olur, yahut da orijinal olur. “O Belde”de ufk-ı şâm, âlâm-ı fikr gibi üzerinde durulmasına lüzum olmayan bazı basit isim tamlamaları vardır. Bun-ların yanı sıra bazı yeni, yahut Hâşim’in hassasiyetim ifşa eden isim tamlamaları da görüyoruz: Melâl-i hasret ü gurbet terkibi, Hâşim’in ince ruh hallerini ifade etmeğe çalışmasını göstermesi bakımından dikkate değer. Lerze-i istitâr ü istiğna terkibi de Hâşim’in ne kadar “precieux” olmak istediğini gösterir. Bû-yı ruh terkibi “O Belde”nin en enteresan terkibidir. Şimdiye kadar Hâşim’de maneviyi maddileştiren bir terkibe rastlamamıştık. Bû-yı ruh maneviyi maddileştiriyor. Fakat buna “maddileştirme” demek de pek doğru olmaz. Bu terkip contexte’i içine konulduğu zaman çok derin bir mâna kazanıyor.
Ve bu akşam ki lerzesiz, sessiz,
Topluyor bû-yı rûhunu gûya
ifadesi, tabiatla kadın arasındaki kaynaşmayı ifade ediyor. Burada tabiata râci bir “einfühlung” hadisesi karşısındayız.
Göllerde bu dem bir kamış olsam
mısraı ile insana râci “einfühlung”u en güzel şekilde anlatan Hâşim, yukarıdaki ifadesinde yeni bir his keşfediyor.
O gözlerindeki nilî sükût-ı istifham
mısraındaki terkip de Hâşim’in “preciosite”sine güzel bir misaldir. Nilî sıfatı normal olarak gözlere bağlanabilirdi. Şâir onu “istifhâm”a değil, “sükût”a bağ-lıyor. Faul Verlaine, Art poetique’de:
Pas la couleur, rien que la nuance!
Oh! la nuance seule fiance
Le reve au reve et la flûte au cor!
diyordu. Hâşim, “O Belde”de en ince nüanslar üzerinde duruyor:
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhamı
mısralarındaki terkipler de dikkati çekicidir. “Evtâr-ı hüzn ü ilham” tamlaması ile şâir, içindeki duyguları, hüzün ve ilhamı bir musiki aleti haline koyuyor (Sübjektif realiteyi objektif kılma). Akşam, bu manevi musiki aletini ihtizaz ettiriyor. Yukarıda bû-yı ruh terkibi ile şâir kadınla tabiat arasındaki kaynaşmayı anlatmıştı. Bu sonuncu ifadede kendisi ile tabiat arasındaki kaynaşmayı müzikal bir mahiyete sokuyor.
Ahmet Hâşim “O Belde”de açık hiçbir benzetme yapmıyor. Kullandığı en kuvvetli vasıta isim ve sıfat tamlamalarıdır. Bunlardan birçoğu şüphesiz gizli benzetmeler vücuda getiriyor. Fakat bunlara artık teşbih değil, istiare diyoruz. Mesela “hasta deniz” tamlamasında deniz insan gibi tasavvur olunmuştur. Keza “dalgın mesâ” tamlamasında da gizli bir teşbih vardır. Hâşim sadece isim ve sıfatlarla değil, fiiller vasıtasıyla da imaj vücuda getiriyor. “Denizlerden esen ince hava” şâirin yanındaki kadının saçlarıyla “eğleniyor”. Beşerî bir hali anlatan “eğlenmek” fiili rüzgâra beşerî bir vasıf veriyor. Keza akşam, aynı kadının “bû-yı ruh”unu topluyor. “Toplamak”da beşerî bir hareket tarzıdır. Bu fiilin akşama izafe edilmesi ile akşam, canlı ve şuurlu bir varlık haline geliyor. “O Belde”de işaret edilmesi lâzım gelen bir nokta da, hiçbir imajın inkişaf ettirilmemesidir. Küçük küçük imajlar durmadan değişiyor. Bu değişme şiiri zenginleştiriyor. Yalnız bir yerde imajın geliştirildiğini görüyoruz: “O Belde” kadınlarının ruhları tasvir olunurken. Bu tasvir Hâşim’in kelime kimyacılığında ne kadar ince noktalara gittiğini gösteren bir örnektir.
Onların ruhu şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdi sükûn u samtı arar;
Burada “O Belde” kadmlarının ruhu, mahiyet değiştiren birçok varlıklarla terkip olunmuştur: Evvelâ şâm-ı muğber tekasüf ediyor, menekşe haline giriyor, sonra bunlar mütemâdi sükûn u samt’ı arayan bir hisle doluyorlar.
Cümle yapısı: Hâşim, “O Belde”de cümle yapılarından da estetik tesirler elde etmeğe çalışmıştır. Metne bakınca daha ilk nazarda bazı mısraların kısa, bazılarının uzun olduğunu görürüz. Şâir, cümlelerinin unsurlarını muhtelif mısralara dağıtıyor. Onun, bunu yaparken, her şeyden önce musikiyi düşündüğü aşikârdır. Bütün olarak tetkik edilince, cümlelerin baştan 27. mısraa kadar gittikçe büyüdüğü, 27’den 53. mısraa kadar umumiyetle kısa bir yapı arzettiği, sonra şiirin “Bildiğim sen ve ben…” diye başlayan uzun cümle ile bittiği görülür. Birinci cümle 2, ikinci cümle 3, üçüncü cümle 6, dördüncü cümle 8, beşinci cümle 7 mısra tuttuğu halde sonraki cümlelerin “Bildiğim’e kadar umumiyetle 1,2,3 mısradan müteşekkil oldukları görülüyor. Cümlelerin bu uzunluk ve kısalığı ile muhteva arasında bazı münasebetler vardır. Başlangıcı teşkil eden uzun ve unsurları dağınık cümleler umumiyetle şiddetli bir heyecan tonuna tekabül ediyorlar. “O Belde”yi ve “O Belde” kadınlarını tasvir eden kısa cümlelerde, hayalî bir saadet temaşasına dalan şâirin ruhu gibi ifadesi de sakindir. Bundan sonra arka arkaya sıralanan dört soru cümlesi ile tekrar bir hissi karışma başlıyor. Bu heyecan sonuncu uzun cümlede tekrar en yüksek noktasına erişiyor. Birinci kısmı teşkil eden uzun cümlelerde unsurların dağılması, “Ne… Ne” ve “Ve… Ve” ile başlayan kelime gruplarının tekrarı da bu heyecanı gösterir ve kuvvetlendirir. “O Belde”deki cümleler umumiyetle tam cümledir. Yalnız 42 ve 43. mısraları teşkil eden cümle ile soru cümlelerinden birkaçı fiilsizdir. Hemen bütün cümlelerin tam oluşları şâirin fikir, duygu ve hayallerini gayet açık ve kati olarak idrak ettiğini gösterir. Fiillerinin umumiyetle geniş zaman şeklinde oluşu da bu katiyet ve kararlılığı ortaya koyar. “O Belde”de müphemiyet ifade tarzında değil, bizzat bahsedilen realitenin kendi içindedir.
Mehmet KAPLAN, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 2, nu. 3-4,1948, s. 231-244.
Dipnotlar:
1. Benedetto Croce “edebî nevi yoktur, münferit ve yegâne eserler vardır. Şiir diye umumî bir varlık yoktur, falan ve filân şiir vardır ve bu öteki şiirlerden ayrı bir şeydir” diyor (Esthetique comme scince I’expression et linguisticjue generale, Henry Bigot tarafından Fransızca tercümesi. Paris 1904, s. 37).
2. “O Belde” şiirinin metni için bk. Ahmet Hâşim Şiirler, baskıya hazırlayan Kenan Akyüz, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1973, s. 74-76.
3. İsmail Habib; “O Belde”nin 1908’de Servet-i Fünun mecmuasında neşredildiğini yazıyorsa da (Tanzimattan Beri Edebiyat Antolojisi, 1943, s, 311), Hâşim’in şiirleri üzerinde bir araştırma yapan talebem Bürbanettin Tüzün, o mecmuada bu şiire rastlamadığını söylüyor. Şerif Hulusi de Ahmet Hâşim ve Seçme Şiirler adlı kitabında “Bu şiirin ilk defa hangi mecmuada çıktığı tespit edilememiştir” diyor (s. 109). Bu şiir, Şiir ve Tefekkür (nu. 1, 20 Ağustos 1325/2 Eylül 1909, s. 5-6) dergisinde yayımlamıştır. bk. Ahmet Haşim Bütün Şiirleri, hzl. İ. Enginün, Z. Kerman, Dergâh Yay., Şubat 1987, s. 157-159.
4. “Yollar”, Musavver Muhit, nu. 9,18 Kânun-ı evvel 1324/31 Aralık 1908, s.131; “Zulmet”,
5. Servet-i Fünun edebiyatına hâkim olan müşterek temler için bk. Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret, İstanbul 1971, s. 24-40.
6. Sadettin Nüzhet, Cenab Şebabettin, İstanbul 1934, s. 209-222.
7. Oeuvre complete de Charles Baudelaire, edition critiquc par F.F. Cautier, Paris 1918, s, 94.
8. Fleurs du Mal’de uzaklar daüssılasını anlatan pek çok şiir vardır. Servet-i Fünun şairlerinin de tanımış olduğu Baudelaire, bilhassa bu temi işleyen şiirleriyle, bizim edebiyatımıza Cumhuriyet devrinde de tesir etmiştir.
9. Rübab-ı Şikeste, İstanbul 1327/1912, s. 10.
10. a.e., s. 193.
11. a.e., s. 142-143.
12. Ahmet Hâşim Şiirler, “O”, s. 150-151.
13. a.e., “Sensiz” s, 152-154.
14. a.e., “Hazan”, s. 155-156.
15. a.e., “Hasta iken”, s. 157-158.
16. a.e., “Nehir Üzerinde”, s. 161-162.
17. a.e., “Çıktığın Geceler”, s. 148-149.
18. Şerif Hulusi, Ahmet Hâşim, Hayatı ve Seçme Şiirleri, s.9-10.