Niçin Sanat?
Niçin Sanat?
Toplum içinde yaşayan insan, ister istemez toplumsal olmak zorundadır. Toplumun dışına çıkmak -istese de, istemese de elinden gelmez. Ama, ferdi kelimesini icat eden o değil midir?» diyen Orhan Veli‘nin sanat görüşü şöyledir:
Toplum içinde yaşayan insan, toplum içinde yaşadığı için de toplumsal olması gereken insan değil midir? Madem ki, o, bu kelimeyi, toplum içinde yaşarken icat etmiş; bu kelimenin bir değeri olması gerektir; öyleyse demek ki, insanoğlu, toplum içinde, ferdî kelimesinden başka hiçbir kelime ile anlatamayacağı bir hal görmüş; bu hali anlatmak zorunda kalmış; anlatabilmek için de tutmuş, böyle bir kelime uydurmuş. Bugün ferdî kelimesinden faydalanan bilimler bu kelimeyi kullanırken neyi murad ediyorlar, o tarafı hiç karıştırmayalım; o iş, daha çok, bilginlerin işi. Biz şimdilik bu kelimeyi, ayak üstünde, gezerken, dolaşırken, yemek yerken, su içerken kullandığım anlamda alalım.
Ferdî nedir? Öteki insanlara benzemeyen taraflarımız mı? Ama onlar da bize öteki insanlardan, yani toplumdan gelmiyor mu? Meselâ yalnızlık duygusu üzerinde duralım, insan toplum içinde yaşamasaydı, yalnızlık duygusu diye bir duygunun var olduğunu bilebilir miydi? Ona bu duyguyu öğreten zaman zaman bunu duymasına, duyduğu vakit de, söylemesine sebep olan şey, toplum içinde yaşaması değil midir? Bunun gibi her şey; kin, nefret, muhabbet, bize hep insanlardan, hep toplumdan gelmiyor mu? Böyle olunca da bu duyguların ferdî olmaları, toplumsal olmaları kadar kolay olmuyor. Onları ferdî sayabilmemiz için bu duyguların bazı kimselerde öbür insanlarınkinden farklı, öbür insanlarınkine benzemeyen şekillerde var olduğunu görmemiz gerekiyor, işin doğrusu, hani öyleleri de yok değil.
Dostoyevski’nin kahramanları çok kere bizim duymadığımız şeyleri duyarlar. Sanki onların hisleri başkadır, sanki bizim gibi değil de başka türlü yaratılmışlardır. Zaman zaman böyle duyan şairlere de rastlarız. Bence yalnız onlara ferdî demek lâzımdır. Çünkü onlar insanı toplum içindeki benzerlerinden ayıran, kahramanlarını toplumdakinden farklı varlıklarmış gibi gören kimselerdir. Okuyucu bir eseri yaşamak yani o eserin içinde kendini, kendine benzeyen insanı bulmak ister. Bulamadı mı o eser ona başka bir dünyadan bahsediyormuş gibi gelir. Onun için sanat adamının işi okuyucusuna, içinde yaşadığı dünyanın adamını vermek, onun duygularını, onun düşüncelerini anlatmaktır. Konu, ferdin hali de olabilir, yeter ki o hal toplumun hali olsun.
Bir sanat adamı kahramanlarını milyonların içinde dolaştırır; ama kahraman, bizim duyduklarımızı, hiçbir vakit bizim gibi duymazsa o esere toplumsal bir eser diyemeyiz. Değil milyonların, milyarların içinde geçsin. Buna karşılık bir başka eser tek başına yaşayan bir insanın halinden, yani bir ferdin halinden bahsetmektedir. Fakat o fert o kadar bizim gibi düşünür ki, onu bir toplumdan ayıramayız. Sanatkârı da toplum sanatkârıdır. Ferdin halini anlatan bir eser olarak Rohinson’u hatırladım. Her birimizin içinde bir Robinson yaşamasaydı, Daniel de Foe bu kadar büyük olabilir miydi? Bugün toplum edebiyatının en fazla itibar gördüğü yerlerde sık sık toplum meselelerine dokunmuş insanların türlü dertleriyle uğraşmış olan Dostoyevski’yi geri, buna karşılık hep cinlerden, hep perilerden, hep olmayacak şeylerden bahsetmiş olan Gogol’u ileri sayıyorlar. Neden acaba? Çünkü Gogol, entrikaları batıl inançlara dayanan eserlerinde, insandan bahsettiği zaman, onu dünya insanları arasından çıkarmasını onu dünya insanlarıyla ortak olan taraflarını ortaya koymasını öyle bir biliyor ki, eserini kendi içinde yaşadığı toplumun eseri saymamak kimsenin elinden gelmiyor. «Sanat, sanat için midir, yoksa toplum için midir?» der dururuz. Elbette toplum içindir. Toplum için olmayan bir şey yoktur ki, sanat olsun.