Nâzım Hikmet Ran
Nâzım Hikmet Ran Kimdir? Nâzım Hikmet’in Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Nazım Hikmet Ran (d. 15 Ocak 1902, Selanik- ö. 03 Haziran 1963, Rusya)
1902 – 15 Ocak’ta Selânik’te dünyaya gelir.
1913 – «Feryad-ı Vatan» başlığını taşıyan ilk şiirini yazar. Galatarasay Sultanisi’nde ortaokula başlar.
1914 – Ekonomik nedenlerle Nişantaşı Sultanisi’ne geçer.
1917 – Bahriye Mektebi’ne girer.
1918 – İlk kez bir şiiri yayınlanır. Yeni Mecmua’da yayınlanan bu ilk şiiri «Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?» başlığını taşır.
1920 – Bahriye’yi bitirmesine birkaç ay kala sağlık nedeniyle ayrılmak zorunda kalır. İstanbul işgal altındadır. Arkadaşı Vâ-lâ ile birlikte gizlice Anadolu’ya geçer. Ankara Hükümeti tarafından Bolu’ya öğretmen olarak atanır.
1921 – Azerbaycan üzerinden Moskova’ya gider. Devrimin ilk yıllarına tanık olur. Ekonomi politik öğrenimi görür. Sanat çalışmalarına katılır.
1924 – Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı «28 Kânunisani» sahnelenir. 12 Mart günlü Pravda’da, bu gösteri övgüyle yer alır. Türkiye’ye döner ve Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar.
1925 – Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde, gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak «onbeş yıl küreğe konulma cezası» verilir. Bu durum onun ülkeden ayrılmasına yol açar. Moskova’ya gider.
1926 – Viyana’ya geçerek ileride suçlanmasına konu olacak «parti» toplantısına katılır. Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, «küreğe konulma» cezası ortadan kalkar.
1927 – Katılmış olduğu «Viyana Konferansı» nedeniyle İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis, cezası verilir.
1928 – Yurda dönmek üzere Moskova’daki Büyükelçiliğe başvurur. Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez. Bunun üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa’da yakalanır. İstanbul üzerinden Ankara’ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde, daha önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis cezası verilir. Cezaevi’nde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest bırakılır.
1929 – Resimli Ay Dergisi’nde çalışır. İlk şiir kitabı «835 Satır» yayınlanır. Bunu diğerleri izler.
1930 – «Sesini Kaybeden Şehir» başlıklı şiiri için dava açılır. Yargıtayca aklanır.
1931 – «1 + 1 = 1», «835 Satır», «Jokond ile Si-Ya-U» ile bir kez daha «Sesini Kaybeden Şehir» ve «Varan 3» adlı kitapları hakkında dava açılır. Hepsinden aklanır.
1932 – «Kafatası» oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konur.
1933 – «Gece Gelen Telgraf» şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü üzerine «Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye» başlıklı şiiri yazar. Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa’ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılır. Bu sıralarda «gizli örgüt» kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ayrı bir davada idamı istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır.
1934 – Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan af yasasından yararlanır. Serbest bırakılır.
1936 – Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır.
1937 – «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı» yayınlanır.
1938 – Askeri öğrencileri isyana teşvik gerekçesiyle «Harp Okulu» ve orduyu isyana teşvik suçlamasıyla da «Donanma» davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır.
1941 – Bursa’da «Memleketimden İnsan Manzaralarını yazmaya başlar.
1943 – Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal tahliye olur. Balaban’ın resim çalışmalarına yardımcı olur, yetişmesini sağlar.
1944 – Karaciğer ve kalp rahatsızlıkları başlar.
1949 – Basında haksız mahkûmiyetine ilişkin yazılar artmaya başlar. Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi’nde «Tevfîk Fikret ve Nâzım Hikmet» başlığını taşıyan bir yazı yayınlayarak dikkatleri Nâzım’ın haksız mahkûmiyetine çeker.
1950 – Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca «Nâzım’a özgürlük Kampanyaları» açılır. Meclis’in, gündeminde bulunan Af Kanunu’nu çıkarmadan tatile girmesi üzerine Nâzım, 8 Nisan’da grevine başlar. Aynı gün, Bursa’dan İstanbul’a Paşakapısı Cezaevi’ne götürülür. 23 Nisan’da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici olarak durdurur. Ağır hastadır. Doktorlar üç ay bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiç bir değişiklik olmayınca 2 Mayıs’ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. «Nâzım Hikmet» adlı bir dergi çıkarılır. 9 Mayıs’ta annesi Celile Hanım, 10 Mayıs’ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat açlık grevine başlarlar. 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19 Mayıs’ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu’yla serbest bırakılır. 22 Kasım’da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda‘yla birlikte «Uluslararası Barış Ödülü»nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır.
1951 – Oğlu Memed dünyaya gelir. Askere çağrılır, 49 yaşında ve hastadır. Üstelik askeri okulda öğrenci olarak geçirdiği sürelerin yasa gereği askerliğe sayılması gerekmektedir. Yaşamına yönelik tehditler üzerine ülkeden ayrılır. 15 Ağustos günlü resmi gazetede, Bakanlar Kurulu kararıyla «yurttaşlıktan çıkarıldığı» duyurulur. Dünya Barış Konseyi’nin bir yıl önce kendisine verdiği «Uluslararası Barış Ödülü»nü, Prag’da düzenlenen bir törende alır.
1952 – Çin’e gider. Ancak hastalanınca gezisini yarım bırakmak zorunda kalır. Enfarktüs geçirmiştir. Dört ay yatar. Bundan sonraki yaşamı artık doktor gözetiminde geçecektir.
1953 – Uluslararası toplantılara katılmayı sürdürür. «Bir Aşk Masalı» oyunu Moskova’da sahnelenir. Bunu diğer oyunlarının sahnelenmesi izler.
1958 – Paris’e gider. Aralarında Aragon ve Picasso’nun da bulunduğu çok sayıda yazar ve sanatçıyla görüşür.
1962 – Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 60. Yaş günü kutlanır. Yazarlar Evi’nde düzenlenen gecenin ertesinde Politeknik Müzesi’nde, okuyucuları için ikinci bir toplantı gerçekleştirilir. Salonun tıka basa dolu olduğu gecenin yöneticiliğini İlya Ehrenburg yapar.
1963 – Afrika’ya, Tanganika’ya gider. «Cenaze Merasimim» başlıklı şiirini kaleme alır (Nisan). 3 Haziran sabahı evinde ölür.
Ayrıca bakınız ⇒ Nazım Hikmet Ran’ın Edebi Kişiliği ve Özellikleri
Nâzım Hikmet’in Bütün Eserleri
Nâzım Hikmet‘in ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü, 1928’de Bakû’de yayımlandı. Bu kitaptaki şiirler daha sonra Türkiye’de basılan kitaplarında şairin yasaları gözeterek yaptığı bir iki değişiklikle yer aldı.
Türkiye’de 1929-1938 arasında yayımlanan kitapları şunlar:
ŞİİR:
- 835 Satır (1929)
- Jokond ile Sİ-YA-U (1929)
- Varan 3 (1930)
- 1+1=1 (1930)
- Sesini Kaybeden Şehir (1931)
- Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)
- Gece Gelen Telgraf (1932)
- Portreler (1935)
- Taranta-Babu’ya Mektuplar (1935)
- Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)
Tiyatro:
- Kafatası (1932)
- Bir Ölü Evi (1932)
- Unutulan Adam (1935)
Diğer:
- Şeyh Bedreddin Destanına Zeyl, Millî Gurur (1936)
- İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla fıkralar, 1936)
- Alman Faşizmi ve Irkçılığı (inceleme, 1936)
- Sovyet Demokrasisi (inceleme, 1936)
1949’da, Nâzım Hikmet cezaevindeyken, Ahmet Halit Kitabevi, Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla La Fontaine‘den Masallar’ı yayımladı. Bu çeviri yapıt dışında, tam 29 yıl Nâzım Hikmet’in kitapları Türkiye’de basılmadı. Ölümünden iki yıl sonra, 1965’te, “Yön” dergisinin Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yayımlaması gözüpek bir davranış olarak değerlendirildi. Arkasından, başta İzlem ile Dost Yayınevleri olmak üzere, ilerici yayınevleri, önce şairin sağlığında Türkiye’de basılmış kitaplarını, sonra dış ülkelerde Türkçe olarak yayımlanmış kitaplarını yayınlamaya başladılar. Bu yayınlar sürekli olarak kovuşturmalara uğradı. Bazıları toplatıldı, davalar açıldı.
Piraye ile Nâzım Hikmet’in üvey kardeşi Metin Yasavul’un sahibi oldukları, Memet Fuat’ın yönetimindeki De Yayınevi ise, şairin Bursa Cezaevi’ndeyken basıma hazırlayıp Piraye’ye bırakmış olduğu kitapların yayımına başladı. Bunlar içerde dışarda daha önce basılmamış kitaplardı. Şair ölmeden önce yaptığı konuşmalarda bu kitaplardan bazılarının kaybolmuş olduğunu söylemişti. De Yayınevi’nde birinci basımı yapılan kitaplar şunlar:
- Saat 21-22 şiirleri (1965)
- Dört Hapisaneden (1966)
- Rubailer (1966)
- Ferhad ile Şirin (1965)
- Sabahat (1965)
- Memleketimden İnsan Manzaraları (5 cilt, 1966-1967)
Bütün bu kitapları basıma Memet Fuat hazırlamıştı. Saat 21-22 şiirleri ile Dört Hapisaneden için iki kez mahkemeye verildi, sonuçta beraat etti. Ferhad ile Şirin’in daha önce dışarda yapılmış olan, yarıdan sonrası kaybolduğu için yeniden yazılmış bir basımı vardı. De Yayınevi’nin bastığı şairin Bursa Cezaevi’nde yazdığı asıl metindi. Bulgaristan’da yayımlanan Memleketimden İnsan Manzaraları ise De Yayınevi basımının tekrarıydı.
Bilgi Yayınevi, 1968’de, Cevdet Kudret’in basıma hazırladığı Kuvâyi Milliye’yi yayımladı. Bu Nâzım Hikmet’in cezaevinden çıktıktan sonra İnkılap Kitabevi için hazırladığı Kurtuluş Savaşı Destanı’nın yeni bir düzenlemesiydi. Şair gerçi bu destanı Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içine yerleştirmişti, oradan çıkarılıp ayrı olarak yayımlanmasını istemiyordu. Ama cezaevinden çıktıktan sonra gerçek bir özgürlük ortamında olmadığını gördü. Kimse onun yapıtlarını yayımlamayı göze alamıyordu. İnkılap Yayınevi’nin yaptığı öneriyi çok parasız kaldığı bir dönemde kabul ederek Kuvâyi Milliye’yi düzenledi. Ama İnkılap Yayınevi parasını peşin ödediği bu kitabı bile yayımlamaktan çekindi, on yedi yıl sonra, Cevdet Kudret aracılığıyla Bilgi Yayınevi’ne devretti.
Yine 1968’de Bilgi Yayınevi Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar’ı; De Yayınevi Cezaevi’nden Memet Fuat’a Mektuplar’ı yayımladılar. İki yıl sonra da Cem Yayınevi Bursa Cezaevi’nden Vâ-Nû’lara Mektuplar’ı yayımladı. 1975’te De Yayınları arasında Memet Fuat’ın Nâzım ile Piraye’si çıktı. Bu kitap Nâzım Hikmet’in Piraye’ye yazdığı mektuplardan bölümler seçerek şairin yaşamıyla şiirleri arasındaki iç içeliği gösteren duyarlı bir çalışmaydı. Mektupların tümü değildi, ama öyle sanıldı. (Yirmi üç yıl sonra, 1998’de, Adam Yayınevi Piraye’ye Mektuplar adıyla Nâzım Hikmet’in cezaevi yılları boyunca Piraye’ye yazdığı mektupların tümünü iki cilt olarak yayımladı.)
1975-1980 arasında Cem Yayınevi Nâzım Hikmet’in Tüm Eserleri dizisini yayımladı. Şerif Hulusi ile birlikte notlar yazarak başladıkları 9 kitaplık bu diziyi, çalışma arkadaşının ölümü üzerine Asım Bezirci yalnız tamamladı.
1980’de Kemal Sülker Yazko Yayınları’nda Nâzım Hikmet’in Bilinmeyen İki şiir Defteri’ni yayımladı.
1988-1990 arasında Adam Yayınevi Nâzım Hikmet’in bütün yapıtlarını 28 kitaplık bir dizide topladı. Dizinin editörlüğünü Memet Fuat, araştırmacılığını Asım Bezirci yaptı. Bugün satışta bulunan bu dizideki kitaplar şunlar:
ŞİİR:
- 835 Satır (835 Satır; Jokond ile Sİ-YA-U; Varan 3; 1+1=1; Sesini Kaybeden şehir)
- Benerci Kendini Niçin Öldürdü (Benerci Kendini Niçin Öldürdü; Gece Gelen Telgraf; Portreler; Taranta-Babu’ya Mektuplar; Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı; şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl)
- Kuvâyi Milliye (Kuvayi Milliye; Saat 21-22 şiirleri; Dört Hapisaneden; Rubailer)
- Yatar Bursa Kalesinde
- Memleketimden İnsan Manzaraları
- Yeni Şiirler
- Son Şiirleri
- İlk Şiirler
- La Fontaine’den Masallar (İlk Şiirler, Nâzım Hikmet’in çocukluk şiirleriyle hece şiirlerini içeriyor. Şair bunların büyük bir bölümünün toplu şiirleri arasına alınmasını herhalde istemezdi. Son kitap takma adla yayımlanan La Fontaine çevirileri.)
OYUN:
- Kafatası (Ocak Başında; Kafatası; Bir Ölü Evi; Unutulan Adam; Bu Bir Rüyadır)
- Ferhad ile şirin (Yolcu; Ferhad ile şirin; Sabahat; Enayi)
- Yusuf ile Menofis (Allah Rahatlık Versin; Evler Yıkılınca; Yusuf ile Menofis; İnsanlık Ölmedi Ya; İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?)
- Demokles’in Kılıcı (İstasyon; İnek; Demokles’in Kılıcı; Tartüf – 59)
- Kadınların İsyanı (Kadınların İsyanı; Yalancı Tanık; Kör Padişah; Her şeye Rağmen)
ROMAN-ÖYKÜ-MASAL:
- Kan Konuşmaz
- Yeşil Elmalar
- Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim
- Hikâyeler
- Çeviri Hikâyeler
- Masallar (Nâzım Hikmet yalnızca Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı romanıyla Sevdalı Bulut adlı masallar kitabını kendi adıyla yayımlamıştı. Ötekiler para kazanmak için acele yazılıp gazetelerde takma adlarla yayımlanmış ürünlerdir.)
YAZILAR:
- Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil
- Yazılar (1924-1934)
- Yazılar (1935)
- Yazılar (1936)
- Yazılar (1937-1962)
Konuşmalar: (Nâzım Hikmet’in bu kitaplarda yer alan yazılarının büyük çoğunluğu çeşitli takma adlarla gazetelere yazdığı köşe yazılarıdır.)
MEKTUPLAR:
- Nâzım ile Piraye
- Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar (1998’de Adam Yayınevi’nin Piraye’ye Mektuplar adıyla iki cilt olarak yayımladığı yapıt da bu bölüme eklenmelidir.)
- Ayrıca yine Adam Yayınları arasında Memet Fuat’ın hazırladığı Nâzım Hikmet’in Seçme Şiirler kitabı da yer almaktadır.
- (Fotoğraf: Ferhat ile Şirin balesi yaratıcıları (soldan) Yuri Grigoroviç, Arif Melikov, Virsaladzade, Nâzım Hikmet, şef Niyazi Tagizade.
Ayrıca bakınız ⇒ Nazım Hikmet Ran’ın Edebi Kişiliği ve Özellikleri
Bu otobiyografi 11 Eylül 1961 tarihinde Doğu Berlin’de yazılmıştır.
OTOBİYOGRAFİ
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederimkimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerinhapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidirotuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’yaLenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdırpartimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümüsevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımıniçtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu banabaşkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledimbindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım olduyazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasakkansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.Nâzım Hikmet (11 Eylül 1961 / Doğu Berlin)
Hakkında Yazılanlardan
ŞEYH BEDREDDlN DOSTUM – Nurullah ATAÇ (Son Posta, 28.11.1936)
Nâzım Hikmet’in sanatım: «Şair zamanının geçici endişelerine bağlanmamak, bir ideologianın yayıcısı olmamak, insanda ebedî olan şeyi aramak» diye tenkit edenlere, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı öyle sanıyorum ki, susturucu bir cevap olabilir. Bu kitaptaki parçaların hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla beraber, yine insanın ebedî bir hissini, tarihin her devrinde rasgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartiyle, bunu inkâr etmek kabil değildir. Harap olmuş, insanları yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çarpışanları, ihanete uğrayanların elemini tasvir etmek; hak bildikleri bir yolda başlarım vermiş olanlar için ağlamak, insanın «ebedî» hislerinden doğmaz mı? Destanı okuyun, göreceksiniz ki o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz saymanız için İçtimaî veya siyasî itikatlarına iştirak etmeniz hiç de zarurî değildir. Hattâ daha ileri gideceğim, Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kabildir. «Şairin insanda ebedî olan şeyi araması lâzımdır» demek, «Şair, her devir insanlarının tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikatlerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmağa çalışmalıdır» demektir. Şeyh Bedreddin’in Nâzım Hikmet’in kitabındaki çehresi ile, böyle bir mythe olduğu söylenebilir.
O destandaki manzumeler güzel midir? Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için elimizde heyecanımızdan başka bir ölçü yoktur. Ben, Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki manzumeleri heyecandan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir insan için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir.
Şu var ki. şiir gözden ziyade kulak içindir. Mısraları sade gözle takip etmeniz, mânâlarım anlamanız için kâfi değildir. Kitapta kalan bir mısra hareketsiz, cansız, mânâsız bir şeydir. (Böyle olmayanları da vardır; fakat onlara şiir diyemiyoruz). Şiirin – kelimeyi hemen hemen musikideki mânâsı verilerek – «okunma»sı lâzımdır. Bir manzume, bilhassa bir bestedir; mânâsı, yani güfte, o besteyi bulmamıza yardım eden bir vasıtadan başka bir şey değilir. Nazım Hikmet’in şiirini o mânâda «okumak» ise, itiraf edelim kolay değildir. Çünkü klâsik nazım kalıplarını kullanmadığı için her manzumede ahengi aramağa mecburuz. (Fakat bu zaruret, klâsik nazım kalıpları ile yazılmış, yani aruz veya hece vezinlerine uygun manzumelerde de vardır; ancak onlarda bir de veznin ittiradı vardır ki, biz ekseriya «beste» diye bununla iktifa ederiz.) Nâzım Hikmet’in şiiri için: «Bu nazım değil, nesir!» diyenler var. Hayır; nesir ile nazım arasındaki başlıca fark, birincisinin «okunamamasıdır.» Halbuki Nâzım Hikmet’in şiiri muhakkak «okunulmak» ister. Bunun için onu sevseniz de, sevmeseniz de nazım olduğunu, hiç olmazsa nesir olmadığını kabul etmeniz lâzım gelir.
Şeyh Bedreddin Destanı’nı okuyun, bestesini keşfe çalışın. Bulursanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk, gerçekten asil bir ahenktir. (Şiirin bestesi bittabi musiki değildir. «Şiir okurken kulağımıza bir keman, bir tanbur veya bir piyano sesi gelir» gibi sözlerin mânâsı yoktur. Fakat bu ayrı ve uzun bir meseledir.)
Emeksiz bulduğunuz bestelerin güzelliğine de pek inanmayın; onlar zaten bildiğiniz şeylerdir. Her yenilik, yazan gibi okuyandan da – belki yazandan ziyade okuyandan – bir gayret ister. (Son Posta, 28.11.1936)
NÂZIM IN SAVAŞIMI- Atilla COŞKUN (Eylül 1990)
Nâzım, Türkçe’nin en büyük ustalarından biridir. Yalnızca bir şair değil, aynı zamanda; öykü, roman, oyun yazarıdır, gazetecidir. Kısacası, çok yönlü bir sanatçıdır. Binlerce sayfayı bulan şiir, roman, oyun ve yazılarıyla, yazın dünyasının özgün kişiliklerinden biridir.. Ulusal kültürümüzü, halkların ve insanlığın ortak değerleriyle birleştirebilen bir sanatçıdır. Ve bir düşünce adamıdır. Gerek sanat, felsefe, politika ve gerekse, insanlığın ve ülkemizin temel sorunları üzerinde düşünceler üreten bir kişiliktir. Yazın sanatımızda, belli bir ekoldür.
Sanatta diyalektik materyalist felsefi anlayışla hareket eder. Politik yaşamını belirleyen ise, komünizm düşüncesidir. Yaşamı boyunca, hiçbir sınıf ve zümrenin egemenliğinin olamayacağı sınıfsız bir rejim için savaşmıştır. İnsanın, kendisini özgürce geliştirebileceği bir dünyanın, ancak böyle bir rejimde gerçekleşebileceğine inanmış ve bu yönde dinmek bilmeyen bir mücadele vermiştir.
Onun bu inancı ve bu tutumu, yaşadığı yılların Türkiye’sinin egemen siyasal anlayışı ve siyasal rejimiyle açıkça ve çok kesin olarak çelişiyordu. Görüşlerini açıklayarak yaşama geçirmeye çalışması kuşkusuz ki zordu ve pekçok sorunun oluşmasına ve çeşitli sıkıntıların yaşanmasına yol açabilirdi. Ve zaten bunun içindir ki, kısa yaşamının önemli yılları, mahkeme kapılarında, cezaevlerinde ve göçmenlikte geçmiştir. Onbir kez yargılanmış, toplam otuzdört yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş ve net onaltı yıl hapishanelerde yatmıştır. Bunun onüç yılı ise aralıksızdır. Öte yandan, kendisinin «zor zanaat» dediği, onüç yıl süren ve ölümü ile biten göçmenlik yılları vardır…
Nâzım, bu çileyi, düşünce ve inançları nedeniyle yaşamıştır. Özgür ve uygar bir toplumun ve özgür bir insanın asla anlamayacağı ve benimseyemeyeceği bir durumdur bu kuşkusuz. Ama, yaşanmıştır. Üstelik en ağır biçimde…
Nâzım’la ilgili tüm soruşturmaların ve nihayet yargılamaların konusunu, genellikle siyasal ve toplumsal rejime karşı olmak şeklindeki suçlamalar oluşturuyordu. Yani, Nâzım, esas itibariyle, kurulu düzene karşı çıkmakla suçlanıyordu. Hukuk adamlarının «siyasal suç» olarak tanımladığı bu tür yargılamaların, kendine özgü nitelikleri vardır. Çeşitli hukuk sistemlerinde «siyasi suç» ve «siyasi dava» çoğunlukla özel yasal düzenlemelere bağlanmıştır. Siyasal davalar, genellikle, siyasal iktidarların eğilimlerine ve siyasal koşullara göre oluşur ve sonuçlanır. Bu tür davalarda nesnel bir hukuksallıktan söz edilemez. Devlete egemen güçler, gerek bu davaların kotarılması, gerekse gelişimi ve nihayet, sonucu üzerinde etkili ve belirleyici olurlar. Bu özellik, Nâzım Hikmetle ilgili davalarda da açıkça yaşanmıştır. Devlet yönetiminde etkili konumlarda olan pek çok kişi ve çevrenin özel çabalarıyla Nâzım’a yönelik davaların açılmış olduğu açık olarak bilinmektedir.
Örneğin Nâzım’ın 1930’lu yılların başında yayınladığı şiirlerle ilgili davaları, CHP’nin gerici çevrelerinin ve özellikle de İçişleri Bakam’nm özel çabaları sonucunda açılmıştır. Bunun gibi, 1938 yılındaki gerek Harp Okulu, gerekse Donanma davaları da, faşist, pantürkist çevrelerin ve dönemin Genel Kurmay Başkanı’nın girişimleri sonucunda açılmış ve baskı altında sürdürülen bir yargılama sonucu, Nâzım’ın ağır hapis cezalarına çarptırılması sağlanılmıştı (Bkz. A.Coşkun, Siyasal Yaşamından Kesitlerle Nâzım’ın Davaları, Cem Yayınevi, 1989 s. 62-63,116 vd. ile 157 vd.).
İnsanlık tarihi, böylesi uygulamalara pekçok kereler tanık olmuştur. Fransız İhtilâl Mahkemelerindeki yargılamalar, Yüzbaşı Dreyfus’un davası, Rosenbergler ve 1930’lu yıllarda Dimitrof’un yargılanması ve nihayet Moskova Davaları; ülkemizde ise, İstiklâl Mahkemeleri’ndeki davalar, Nâzım’ın davalarının yanısıra, Yassıada Davası, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri yargılamaları gibi pek çok dava, bu tür uygulamaların örnekleridir.
Kuşkusuz ki, siyasal davalar, demokrasinin ve açık toplum yaşamının güçlenmesi oranında azalırlar. O nedenle, bu tür davaları, doğru deyişle; «siyasal komploları», geriletebilmenin tek yolu da, toplum yaşamının demokratikleştirilmesi ve bunun yanı sıra açık toplumsal ilişkilerin egemen kılınmasıdır. Bu yönde atılacak ilk adım ise, geçmişteki bu tür davaların yeniden ele alınması ve mahkûmiyetlerin kaldırılmasıdır.
Tarihimizde yer alan bu gibi davaların yeniden ele alınması gereksinimi karşılanmadan, demokrasi yolundaki yürüyüşün tamamlanabileceğine inanmıyorum. Nâzım’ın davaları da dahil olmak üzere, tarihimizdeki benzer «siyasal komploların» mutlaka irdelenmesi, yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz bir görev olarak gelecek kuşakların omuzlarındadır.
Kendi Sesi ve Yorumuyla Şiirler