Hilmi Yavuz
Hilmi Yavuz Kimdir?
Hilmi Yavuz Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Hilmi Yavuz (D. İstanbul, 14 Nisan 1936) Şair, yazar, gazeteci, öğretim görevlisi.
Hilmi Yavuz, 14 Nisan 1936’da İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bıraktı. İngiltere’ye gitti. BBC’nin Türkçe bölümünde çalıştı. Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev aldı.
Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazeteleri ve çeşitli dergilerde “Ali Hikmet” imzasıyla inceleme, eleştiri ve denemeler yazdı. Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
İlk şiirleri Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil yönetiminde çıkan “Dönüm” dergisinde yayınlandı. Bu dönemde daha çok İkinci Yeni akımının etkisinde imgeci şiirler yazdı. Sonraki yıllarda gelenekçilikle çağdaş bir bakışı kaynaştıran, biçim ve özün dengelendiği bir düzey sergiledi. İslam mistisizmi, özellikle de tasavvuftan yararlanarak kendine özgü bir sözcük dağarcığı geliştirdi.
2016 yılına kadar Zaman gazetesinde kültür yazıları yazdı ve Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra diğer birçok Zaman Gazetesi yazarı ile birlikte gözaltına alındı; ancak bir süre sonra sağlık sorunları sebebiyle serbest bırakıldı.
Hilmi Yavuz’un Eserleri
- Bakış Kuşu (1969)
- Bedreddin Üzerine Şiirler (1975)
- Doğu Şiirleri (1977)
- Yaz Şiirleri (1981)
- Gizemli Şiirler (1984)
- Zaman Şiirleri (1987)
- Söylen Şiirleri (1989)
- Ayna Şiirleri (1992)
- Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize (1989, toplu şiirler)
- Gülün Ustası Yoktur (1993, toplu şiirler 1)
- Erguvan Şiirler (1993, toplu şiirler 2)
- Çöl Şiirleri (1996)
- Akşam Şiirleri (1998)
- Yolculuk şiirleri (2001)
- Hurufi şiirler ( 2004)
- Büyü’sün Yaz (2006)
- Küller ve Zaman
- Kayboluş Şiirleri (2007)
- Yara Şiirleri (2012)
- Lânet Şiirleri (2017)
- Talan Şiirleri (2020).
- Felsefe ve Ulusal Kültür (1975)
- Roman Kavramı ve Türk Romanı (1977)
- Kültür Üzerine (1987)
- Yazın Üzerine (1987)
- Denemeler Karşı Denemeler (1988)
- Dil’in dili (1991)
- İstanbul Yazıları (1991)
- Okuma Notları ( 1992)
- İstanbul’u dinliyorum (1992)
- Modernleşme, Oryantalizm, İslam (1998)
- Yazın, Dil ve Sanat (1999)
- İslam ve Sivil Toplum Üzerine Yazılar (1999)
- İnsanlar, Mekanlar, Yolculuklar (1999)
- Özel Hayat’tan Küreselleşmeye (2001)
- Budalalığın Keşfi (2002)
- Kara Güneş (2003)
- Sözün Gücü (2003)
- Yüzler ve İzler (2006)
- Batı Uygarlık Tarihine Teorik Bir Giriş (2008, Burcu Pelvanoğlu ile beraber)
- İslam’ın Zihin Tarihi (2009)
- Türkiye’nin Zihin Tarihi (2009)
- Alafrangalığın Tarihi (2009)
- Okuma Biçimleri (2010)
- Belleğin Kuytularından (2010)
- Hüzün ve Ben (2013)
- Edebiyat Okumaları (2015)
- Lirik Defterler (2018)
- Kendime, İstanbul’a, Kadınlara Dair (1997)
- Geçmiş Yaz Defterleri (1998)
- Ceviz Sandıktaki Anılar (2001)
- Bulanık Defterler (2005)
- Yüzler ve İzler (2006)
- Behçet Hoca (2019)
Anlatı
- Taormina (1990)
- Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri (1991)
- Kuyu (1994)
Not: Bu üç anlatı, can yayınlarından 1995 yılında,’üç anlatı’ adı altında basılmıştır.
Söyleşiler ve Biyografik Eserler:
- Şiir Henüz (söyleşi – derleme,1999)
- Doğu’ya ve Batı’ya yolculuk (söyleşi, 2003)
- Şiirim gibi Yaşadım (biyografi, 2006)
Çeviri:
- Şiirler, 1971, Cem Yayınevi
- Bilim ve Din Yüzyıllardır Süren Savaş, 1972, Varlık Yayınları
- Çeviri Şiirler, 1987, Cem Yayınevi
- Şiirler 1987, Bağlam Yayınları
- Bilim ve Din, 1993, Cem Yayınevi
- Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim, 2014, Meserret Yayınları.
Ödülleri
- 1978 : Yeditepe Şiir Armağanı
- 1987 : Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü
- 1998 : Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülü
Hilmi Yavuz’un Şiirlerinden Örnekler
AKŞAMIN YARISINDA
herkes öteki gibi duruyor… akşam
da durduğu yerde durmuyor artık;
yolcu yolu kuşatıyor durmadan;
kapanıyor ‘Zaman’ denen karanlık…
hiçbir şeyde yok gibi ve herşeyde var;
sıkışmış birileri ara yerde;
kalbim! durma yetiş eski yazlara!
nedense bir durgunluk var saatlerde…
herşey nasıl da bütündü bir zaman:
şimdi bahçe eksik, güllerse yarım;
kar yağar, hüzün bile yok… ve nerdesiniz,
âh, evet nerdesiniz, yoksaydıklarım?
NÂZIM HİKMET
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız
biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız
biz, ey sürgünlerin nâzım’ı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lâcivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kuş gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız
PİR SULTAN
alçacıktan uçarken yaza dokunan
sessizliktir belki ahşap kanatlı
kulluğa acı tuz vuran son atlı
bir hüznün soyadıdır pir sultan
kalın turnalarda balkıyan gizle
gök ekin çilerken geceye sazı
bir gül derneğinin börklü sonyazı
köpükten gömleği, yensiz denizde
şimdi derin doğumlara koşan kim
ey bin çiçek soluyan yağız dokuma
sorguçlu düşlerle çattığın ova
kızıl gülde konaklasın isterdin
AY DOĞAR
ay doğar
bir ay doğar umarsız gözlerinden
bir ay batar bedir allah
karanlıklar bir silâh kahrı gibi oturur yüreğime
iflah olmaz bir silâh
ya kara bir kırbaç gibi vur beni küheylânlara
ya beni öldür allah
dünyada
nerede olursa olsun dünyada
senin umarsız gözlerin
kanlı bir avuç zehir
bir de yangınlı yaz akşamlarıyla bir gelir
ya da
senin umarsız gözlerin
mahzun eşkiya ateşleridir
tutuşur rüzgârlı bayırlarda
BÂTINİ
her şey bâtıni! göl
kendi dibindeki batıktan
başka nedir? acılar
derin ve siyah bayraklarını
tekneme çekeli beriydi:
her şey bâtıni! tenim
kendini yurtsuyor birden:
‘ben kendimin
teknesiyim ben…’
böyle dedi ve diyen
öteki yolculardan biriydi:
her şey bâtıni! gül
goncalarda içkinken
dil, güzü bekleyen kıyıda
aşkın sözünü karşılıyor
gibiydi…
her şey bâtıni! ve hüzün
hüzün
en büyük muhalefettir şimdi
BEDREDDİN
mübalâğa akşam olur
güz, neftî dolaklarını kuşanır da gelir
yaprağın fetrete düştüğü zaman
sen ey yaz günlerini
top top ak çuhaya tebdil eyleyip
ve solgun bir gülümseme olarak
eğnine giyen şaman
buyur otur
şeyhim
samanyollarının ılık sedirine uzan
uzun, görklü ve sof
yüzünü bizden yana döndür
bize buğdayın ateşini
gözlerin timârını
ve hüznü vâridâtını anlat
elini elimize dokundurmadan
sen ki öldüğü yere
bir kök sümbül bırakır gibi
usulca sevdalar bırakan
ovaların ve kartalların musahibi
ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyâmına
gülün kıyâmı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman
mübalağa akşam olur
güz, neftî dolaklarını çıkarır da gelir
elini elimize dokundurmadan
BEDREDDİN ÜZERİNE ŞİİRLER’DEN
4.SARI ANASTAS
yelkenler mutasavvıf
ve boynu büküktüler
ve bedreddin büyük fırtınalarla
uğuldayan kaftanı giydi
ve işte kırmızı ve sahtiyan
bir kuşak gibi
duyuyor tanyerini etinde
ilkyaz, koynumuzda bir resimdi
o isyan ki kana kana rumeli
ve yıkık bir ayazma suretinde
onda belirdi
ve işte acılardan bir sur
ölüm ancak bu kadar çocuk
ve mağrur olabilirdi
ve kuytu dağ koyaklarını
bir sürme gibi çekmiş gözlerine
hallâc-ı mansur
ya da şahabeddin-i suhreverdi
şimdi o, bir gurbet gibi güler
ağıtlarla konar göçer gibiydi
ve bedreddin, büyük fırtınalarla
uğuldayan kaftanı giydi
BEYAZID PAŞA
gün akşamlıdır devletlim
elbet biz de ölürüz
gözüm hep o asılmışta kaldı
sanki karanfil zülfünü dökmüş de
şimşir topuzlu bir gürz
indirilmiş gibi tanyerine
kanlıydı kartal kanadı
bir tarikat değneği gibi
pürüzsüz ve düz
bir beden, asılmış
gözüm hep onda kaldı
susan yazdı, konuşan güz
usuldu, uzundu denizin boyu
sanki tüy bacaklı bir tazı
ya da kırmızı ve koyu
bir masaldı, tarçından ve süssüz
bir beden asılmış
gözüm hep onda kaldı
gün akşamlıdır devletlim
elbet biz de ölürüz
BİR YAZ GÜNÜ İÇİN ŞİİR
nerde o sarısabır, safran ve sarı sesi
akşamın? duymak sanki bir gülün
yolculuğu gibidir bahçeden sana doğru;
gelsin, bilsin ve sensin, yağdığın o yağmuru
alıp gidensin işte, daha ergin bir yaza…
bahçemde yer kalmadı, her taraf tıka basa
yaşlı yazlarla dolu… orda elbet o çölün
ortasında yabansı, ürkek ve sanki garip
bir şeyler duyuyorum… sesler, şeyler? ölünün
son gördüğü o gülü çağrıştıran, -nedense…
ben yine bahçemleyim, bu belki kendimleyim-
mi demek? Zaman ten’dir, eğer yazlar bedense…
BÖRKLÜCE MUSTAFA
biz ki sevdamızı, alaca
kıl bir heybe gibi sunduk
aba terlikle denizi yürüyenlere
şavkımız dağlara vurunca
börklüce mustafa, yonca
ve hançerlerin piri
ölümü masmavi bir hamayıl
gibi boynunda taşıyıp
gözleriyle bir acıya kalebent
olmanın korkunç şiiri
dövülüp tavını bulunca
serez çarşısına, ince
kıvrık ve celâlî
bir ayışığı gibi girmek
ve sesiyle şayağa ve tunca
sancağı buğdaysı, türküsü ebruli
bir isyân diye işlenmek
ve devrilmek, birbiri ardınca
biz ki, sevdamızı, alaca
kıl bir heybe gibi sunduk
aba terlikle denizi yürüyenlere
gölgemiz dağlara vurunca
DOĞUNUN ÖLÜMLERİ
ölüm bir aşirettir doğuda
ayışığı gülden hoyrat
gölleri güzelden talandır
ve asi, durak bilmez ağıtlarıyla
uçsuz bucaksız turnalarını
kat kat gurbete dürmüş evvelbaharla
sevdası göçer olandır
ve bu nasıl bir serencâmdır
satılır umudu beye
hasreti bir meta gibi
ve alınandır
ve tuzdan, bozkırdan ninnilerini
bir çığlık gibi mengeneden mengeneye
sokup çürüten rüzgârdır
türküsü ki eşkiyaya geniş
ve bir kekliğe dardır
ovası çelen bakışlı
ve bir fişekliğe dizilmiş
gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla
acıya pusu kurandır
ölüm bir aşirettir doğuda
YALNIZLIK BİR TARİHTİR
Yalnızlık bir tarihtir ikimiz
Dururuz odalarda bir giysi gibi
En kalın soluklarla çekiyor ipi
Kimbilir kimlere kalmışlığımız
Yalnızlık bir tarihtir sen misin
Bir geçmişi sürüp giden ak turna?
Ya benden önceydi ya da çok sonra
Bir halk türküsüne gül olan sesin
Yalnızlık bir tarihtir onlarda
Gök dediğin iki kuşun arası
Ey ilkyazlı gülüşlerin sonrası
Ansızın donuyor gül, bakışlarda
USANDIK
yaz günü! sen yine kendini anlat
sense kendini yinele ey gök!
sanki akıp gitmeyen bir su
bendini
zorlar gibidir…yararsız!
kalbimse üstüste nice sevdalar
görmüş bir höyüktü ki usandık
yaz günü! ölgün ve umarsız
işte hep burdayız, ne alır
ne satarız
hangi durak, hangi subaşı,
hangi konak
yetti o kadar…yorguna yol vermeye?
dağ yolları öyle yörüktü ki usandık
yaz günü! hep aynı ve yağız
atlar çıksın diye tek düze
dolanıp dururuz
sanki tepelerde durmayıp döner
gibi akşam gibi bitkin ve kararsız
bir kuştur şimdi buruk bengisu
ve gül şiire bir yüktü ki usandık
YAZ! SEVGİLİM!
kuş uzuyor dizelerde
kalbimdir,
üretir
dinleyin:
bir zamanlardı, dağlar
ve onların ardı
ve yabanıl bir akarsu
gibi dadandın kalbime…
yaz! sevgilim!
yürürken kekiktin boydanboya
ve yüzün ne kadar gürdü
ah hiçliğe solan gülüm!
işte sürüp bulutlar
ve elmas
ağzından ölüm sözleri
üşürdün kalbime…
yaz! sevgilim!
ve sevda günleri ürettin boydanboya
gözlerin kimbilir ne kadar sürdü?
ah hiçliğe solan gülüm!
HURUFÎ SONNET
nesimî ve mansur’la tenim dağıldı benim;
kendi yasımı tuttum, ölüydüm, aşk şehidi…
bir aynaya düşer de kırılırken bedenim,
söylenen söylenmeyenle mühürlendi idi…
düşüş düşleri oldum- ve ‘kendinle seviş!…’
dediler… Söz’ü gördüm… zaten nicedir
üstünde kar ve inkârla belenmiş meneviş
sırları var! âh, bu z e h e b î gecede,
at üstünden ‘eğer’i, atla kayıtsız koşulsuz
dörtnala o serseri aynaya… bu h u r u f î hecede
ol!… çıplak, mücerred ve hırkasız, çulsuz…
ordayım işte, gelgelelim hiç bilmedim yerimi
âh, elimle yüzerim elbet kendi derimi…
ÇİÇEKLİ DAĞ SOKAĞI
derindir arası güllerin
ve aşkın yakut dilinden
duyulur türküsü şiirin:
-çiçekli dağ
çiçekli dağ
aşklar anlatıdır yazın
onları bir sokağ
ın
adıyla çağırır yolllarında:
-çiçekli dağ
çiçekli dağ
aynalar uçurumdur bakarsan
derin bağ
larla
bağlanır acılarımız
çiçekli dağ
çiçekli dağ
ve sessizlik büyük ağ
larla çeker
yolcu denilen nehri
kimdir hüzün söyle söyle
çiçekli dağ?
LAVINIA İÇİN SONNET
sana da yas yaraştığı söylenir, öyle değil!…
birden bir dal kırılır, hani düşer ya suya,
sen o akarsusun…akma!…kendine eğil,
orda gördüğün dalı, ey solgun lavinia,
sanki tanır gibisin…belki eski yerinden
göçmüş bir yaz sözünde unutulan zakkumu
usulca büyüttündü, akarak ta derinden;
anımsa, öpüşlerdeki taşı, çakılı, kumu…
nerde bir yaz olduysa o dalı taşır şimdi;
ah! al götür, al götür…bırakma bir kuytuda;
sen onu bıraktıkça ona yaraşırım şimdi
yas…ansızın köpüklerle sevişen bir duyguda…
kırık…o yaz aynalarda durulsun diye güyâ
sana yas değil elbet, yaz yaraşır lavinia…
ÇÖLDE YALNIZ
çöl saydamdır, güz de…
herşey o kadar üstüste
ki yalnızlık kime bindi bilmiyoruz!
kimine kat kat kumaş ve biniş.
çöl bir imâ idi, güz bir serzeniş;
ve önümüzde
geçen aşklar, duran aşklar!
onlar da üstüste top top ve belki
bir aşkı mı taşıyordur öteki?
öyle ki, var Zaman, her sözümüzde…
bak a yalnızlık, kim bu teni
sana ısmarladı?
bu harap kumaşla böyle nereye?
âh, kağşamış bu teni sen
hangi divâneye
giydirdin de yüzünü açtı aynalar?
ve yüzümüzde
hangi aynanın izi kaldı; -ve niye?
âh, sır bitti, sır bitti, eriye eriye!
ÇÖL ÖYKÜSÜ
‘çöl’ denilen o öyküsü
yazmak için konuşurken
sustum içimdeki türküyü…
anlasın doğan gün seni:
bir aşk ötekinden mi kalır?
âh, şiirin altın tüyü!…
hangi yalnızlık kapatır beni
var mıdır iyi bir gül, ki kovsun
o yazın içindeki ‘kötü’yü?
SIRASI GELİNCE
acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik
hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
sen ki eyvan ağıtlarda
sürekli ve ahşap bir gülümseme gibi durdun
gözlerin bozkırdan devşirme
yolların bozgundan derlenmiş
karanlık yolcusu turnaların ve kurdun
ey hüzünlere reâyâ olan derviş
acının vergisini verdin, gülün haracını ödedin
hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
tarlalarla uzar gider al kısrak
gökçe çiçek tozar durur sılalarla
oysa ölüm, bir uçtan bir uca
bir uzun kervansaraydır ki
savrulur günü saati gelince
yıkılır yırtıla yırtıla
KİLİT
herşeyin kilide, bir kilide dönüştüğü günlerde;
herkesin bana bir eşya gibi baktığı günlerde;
kilitle beni,
ey eşya bakışlı sevgilim!
eski bir ceviz sandık gibi bırakıldığı yerde
ölü bir şairin,
taflanların arasında öylece duruyor olması
ve kimsenin ona yüz vermemesi gibi
anma gününde…
Kitab’ımı Yalnızlığa indirdiğim günlerde;
Aşkların bile ben geçerken eğildiği günlerde;
nehirlerin bir testiye sıkışıp kaldığı günlerde;
doğur cübbeni cüneyd;
cübbeni doğur;
beni kilitle cüneyd;
beni kilitle…
parmak uçlarıyla bir taflanı ufalayan şair;
elinde ulu bir ağaçla oynayan şair;
kendini doğum günü gibi hissediyor bu kentin,
ölü doğmuş bu kentin doğum günü gibi hissediyor
anma gününde…
bırakın hissetsin, beni kilitle!
je suis un vieux boudoir plein de roses fanées
çekmeceler açık dursun,
çekmecedeki solgun gülleri kilitle!
ve sandığı sulara bırak, bırak aksın o sandık;
onu var eden ulu ceviz ağacına doğru aksın,
herkesin bana bir eşya gibi baktığı günlerde…
kilitle, şiirin içindeki derin yaraya kilitle…
DOĞUNUN SONSÖZÜ
bir gece çölemerik üzerinde
bakır bir bilezik gibi hilali
gördü
ezik çiğdemleriyle elazığ
acı dağlarıyla ergani
dersim, pülümür, horasan
ibrahim talu’nun oğlunu gördüler
ve bir keçe kilimi andıran elleriyle
göğü bir beşik gibi sallayan
fatma’yı, zeynel’in ayali
kimse bizim sevdamızı anlatamadı
ne memu zin hikâyesi
ne de ahmede hâni
yaylalar kelepçeydi asi fırat’a
en büyük mahpushane dağlardı
ve dicle, fırat’ın helali
çoktandır akşam denen sanata
alışmış olmanın acısı
kavuşmuş olmanın hayali
ile akardı
köpüğünü kanata kanata
bir gece diyarıbekir’den hozat’a
ayın kızıl bir karpuz gibi
çatladığını gördü
bir heybenin morardığını
ve ölümün bir zerdali
ağacı olup köpürdüğünü
nazif ergin, müfettiş-i umumi
muğlalı paşa
ve vali
işte doğunun dünü, bugünü
yaşamış olmanın tuzu, ekmeği
ve yarını, acının düğünü
gibi duyursun bizlere
açmış bir yufka gibi umudu
türküleri yeniden yoğursun
közlesin ağıdı, melâli
SİZE BAKMANIN TARİHİ
size bakmanın tarihi! siz
bir gonca kadar kendiliğinden
yazılmış olmalısınız
derin, korkunç ve ergen
kalbim, sevdalara sığmayan kalbim
bir dağı içeriyor geçerken
siz o dağa sanki kış
ve sanki bıldır yağan karsınız
umarsız sözcüklere bulanmış
size bakmanın tarihi! siz
bir keteni köpürten yaz
ve inanılmaz
yalnızlıklarsınız; sadece
sizin olan o vahim, o beyaz
ve kuytu gurbet sesleriyle
işlenmiş yazdıklarınız
ve yanık, kavrulmuş dizelersiniz
kimbilir hangi sevdalara dolanmış
size bakmanın tarihi! bir
kalbime güvensem sizi hep
okurdum ben…ama nedense
hep aynı hüzün ve
hep aynı tutkuyla
bakmayı bilmediğimden, ne yapsam
bir ilenç, bir kargış
gibi ardımsıra geliyor şairliğim
o solgun yolculuğa adanmış
EYLÜL
eylül! daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
sözcüklerinden nasıl da
ansızın sökülürdünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim…eylül!
eylül! kırılgan mevsim!
cam hançeri güzün
dağılırdı kalbimde
birden gecenin ve gündüzün
perdesiyle örtülürdünüz
tenhâyla ve tül
dolardı içim…eylül!
eylül! unuttum sizi
dağ kızarır yol sararırdı
ve ben dönüşlere bakardım
o amanvermez belleğin
paramparça güldüğüydünüz
aynalarla ve gül
dolardı içim…eylül!
TENHÂ
her şiir boydanboya
bir ıssızlıktır artık
dizelerse giderek daha tenhâ
acının düzyazısı olmaya
hazır mı sözlerin kışı?
aşklar! onları yazan yaşasın
sarışı
n atlas kâğıtlarda yaz
ne güz okunur ağaçlar güyâ
sen sussan da susmasan da bir
tutup tutuştuğun hayale
ağırdan iri güller ve lale
düşer düştüğün melale
ve hüznü yeniden-okumak
için bir kitap olur dünya
ve her şiir boydanboya
bir ıssızlıktır artık
dizelerse giderek daha tenhâ
daha başından beri hiç sevmedim yerimi:
adî gök, bayağı toprak!
bu lânetlenmiş yerde
iki arada kaldım;
bir betona gerilmiştim, ufaldım;
aşkları koparıyor bizi, hüznü öteki,
durmadan bir leşe konuyor akbabalar…
akşamlar biraz düşkün; yollar, kanayan yollar…
ay lağımda batıyor ve sözler hiçbir yerde;
her zaman kalbimizin yerinde ince duvar…
aldanış! belki uğursuz bir gölge
bulanmış kalmış…
belki her aldanıştan kalan siyah aynalar!
rüzgârı kuytulardan esirgemeyen ne varmış?
ve daima boğulmuş, yaralı yolculuklar…
dağ kendi güneşini çıkardı gitti;
ben kendi gülüme kapandım kaldım;
sustum, her sustuğum yerdeki kaybolmalar
çağırır akşamı…
akşam,
uysaldır, boynunu bükerek gelir,
ve teslim olur bana şiirler, elvedâlar…
işte ben gittim, herşeyi söyledim, gittim;
işte benden herkese,
herkese bir sonbahar…
TAFLAN
ne zaman dinecek, ne zaman
bu taflan, bu taflan?
ey uçurum gözlü sevgilim!
ne zaman baksam
bir ‘hiçlik tadı’
ve ağzından
yıldızlar uçuran
ergin, yeşil ve yabanıl
bir yaz gecesi gibisin
yüzünde yolların gülüşü
ve yaz göğüne ilişkin
bir esenlik üretiyorsun
geçip giden fırtınalardan
ey uçurum gözlü sevgilim!
ne zaman baksam
aşkların büyük yarlarıyla
kuşatılmış görüyorum kendimi
safran
ve ezilmiş yazlardan
bakışlarının kıyısız
açıklarına
gurbet ve cevahir taşıyan
bir gülüş söylencesi
geçer bir yazdan ötekine
derin anlatılardan
ey uçurum gözlü sevgilim!
ne zaman baksam
bir dağın yırtmacından
ince bir dere yatağı
gibi kayan
yeşil tenini görüyorum
akşam
nasıl da yakışıyor yüzüne
ve sanki bir kayalığın içine
durmadan kendi kendini oyan
bir ferhâd gibiyim ben
ya da pusuda, karanlık
bir gül gibi
hem solan hem solmayan
ne zaman dinecek, ne zaman
bu taflan, bu taflan?
ey uçurum gözlü sevgilim!
Hilmi YAVUZ