Hiçbiryer’e Dönüş – Oya Baydar
Oya Baydar’ın “Hiçbiryer’e Dönüş” Adlı Romanının Eleştirisi
Roman: Hiçbiryer’e Dönüş*
Yayım Tarihi: 1998
Yazarı: Oya Baydar
Romanın Eleştirisi: Fethi Naci
Oya Baydar’ın “Elveda Alyoşa” adlı hikâye kitabını eleştirirken, “Hikâyeler boyunca hep o somut hüznü, mutsuzlukla sarmaş dolaş o yoğun hüznü hissediyorsunuz.” demiştim (Roman ve Yaşam, Eleştiri Günlüğü: 3, Can Yayınları, 1992, s. 186); Hiçbiryer’e Dönüş (Can Yayınları, 1998) için bu cümle bile yetmiyor, çözülüşün, çöküşün böylesine kahredici olduğu bir döneme uygun bir üslup yaratmış Oya Baydar: Kahroluşun kahredici üslubu… Ama bu üslup romanı nefes nefese okutan “demlenmiş bir üslup”.
Oya Baydar da farkında bunun, romanın yer yer “uyaksız bir şiir” gibi okunabileceğini söylüyor 7 Mayıs 1998 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta. İşte bazı örnekler: “Belki de ellerinin ve dudaklarının soğuk, uzak, veresiye (“veresiye” sözcüğünün yepyeni bir anlam kazanabileceğini ilk defa Oya Baydar’da gördüm – F.N.) olduğunu ilk o gün hissetmiştim.” / “Gece otobüslerinin iki yanından mevsimler akan, karanlık, kederli yolları…” / “Bir tuz tadıydın, bir deniz kokusuydun.”
/ “İstanbul’a kar yağıyordu. Sakin, güzel, kuş tüyü bir kar.” / “Şehirlerin her birinin rengi başkaydı; kokusu, sesi, hüznü de.”
Ne var ki Oya Baydar, zaman zaman, “uyaksız şiir’e “edebiyat yapma”yı karıştırıyor: “Bir yaz akşamı, güneşin son kızıllığı gecenin laciverdine teslim olurken, şehrin masalımsı güzelliğine açılan bir pencerenin önünde yan yana durmuştuk.”
Oya Baydar, Cumhuriyet Kitap’taki konuşmasında, romanın biçimi konusunda şöyle diyor: “Hiçbiryer’e Dönüş un bir yap-boz, yani bir puzzle olduğunu söyleyebilirim. Kitapta 15 bölüm var. Her biri ayrı ayrı, bağımsız da okunabilecek bölümler. Yerlerini istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz. Belki, yine biçim kaygısıyla birinci bölümü yerinde bırakabilirsiniz. Ötekileri istediğiniz gibi dağıtın, sonra yeniden toplayın; fark etmez.”
Oya Baydar’ın bu düşüncesine katılmıyorum. Önce ünlü Rus biçimcilerinden Boris Eyhenbaum’un 1925’te yazdığı “Düzyazı Kuramı Üstüne” başlıklı nefis incelemesinden bir alıntı: “Bu romanın (XIX. yüzyıl Avrupa romanı – F.N.) gelişmesi doruk noktasına 1870’e doğru ulaştı. O tarihten sonra da kesin bir sonuca vardığımız izleniminden kurtulamadık ve yazınsal düzyazı alanında yeni bir biçimin ya da türün var olamayacağına inandık. Oysa, bu tür roman gözümüzün önünde parçalanmakta ve farklılaşmaktadır. Bir yandan, basit öykülemeye yakın küçük biçimler işlenmekte; öte yandan da ANILAR (Büyük harfler benim. – F.N.), gezi anlatıları, mektuplar, töre incelemeleriyle karşılaşılmaktadır;…” (Yazın Kuramı içinde. Todorov’un derlediği metinleri çevirenler: Mehmet Rifat-Sema Rifat.)
Hiçbiryer’e Dönüş, anı ağırlıklı bir roman. Doğrusu, Oya Baydar, anlatmak istediklerine uygun bir biçim bulmuş; “anı ağırlıklı” olmayan bir roman yazsaydı, aynı şeyleri anlatmak için herhalde yüzlerce sayfa yazması gerekebilirdi. Ne var ki o “yap-boz” sözü, o “Yerlerini istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz.” cümlesi bana pek inandırıcı gelmedi. “Mavi yeşil bir koy’’ başlıklı bölümle “Ölü aylar mezarlığı” başlıklı bölümün yerlerini birbiriyle değiştirmek istesin, bakalım değiştirebilir mi?
Açıklayayım:
Anlatıcı, önce, Atina’da karşılaştığı “adam”ı tanıtıyor. “Adam”ın oğlunun “farklı bir çizgide” olduğunu öğreniyoruz. Nedir bu çizgi: “Bizleri kaçak sayıyor, küçümsüyor. Belki de haklı olan o. Belki, gerçekten de silahtan başka yol yok. Teröre karşı terör…” Altı sayfa sonra anlatıcı “Adam” için (Romanda roman kişilerinden yalnızca birinin adı var: “Eylül”. Roman kişileri adsız da Oya Baydar’ın romanında sözünü ettiği gerçek kişilerin adları var: Lokantacı Refik, Haydar, Anahit, Ela Gün… Oya Baydar yaşayan bir kişiye [Refik yaşayan bir kişi hakkında [Haydar] şu sözleri söyletebiliyor: “İçince cıvıtıyor artık. Beş kuruş da ödemiyor. Kovdum, bir daha uğramaz buralara.” Olacak şey değil!) “O gece gözlerinde, Atina gecesinde bile olmayan huzursuz edici bir bakış vardı.” diyor. Sonra, “dalıp dalıp giden” “Adam”, “Oğlumu vurdular. Kaçarken vuruldu, dediler. Ölüsünü teslim aldım. Kurşun yarası ensesindeydi.” diyor. Dört satır sonra: “İçinde, istemeden işlenmiş bir cinayetin pişmanlığı, “Çocuklarımızı ölüme biz mi yolladık? Onları biz mi taktık kendi hayallerimizin peşine?” diyor, (s. 132) Bunları “Ölü Aylar Mezarlı ğı” başlıklı bölümde okuyoruz. Bunları okumadan “Mavi Yeşil Bir Koy” başlıklı bölümü okusaydık “Adam”ın tragedyasını yeterince anlayabilir miydik?
(Anlatıcının “hekim” kocası da intihar eder gibi ölür. Polis, “hekim”e karısının [anlatıcının] “Kürt hareketiyle” ilişkisi olup olmadığını sorunca “Karımın ne yaşı, ne yapısı, ne ideolojisi, dağlara çıkmasına elverişli değildi.” der (s. 36) ama Kürtlere yardım etmek niyetiyle Güneydoğu’ya gider. Kendi kendine sorar: “Benim ne işim var bu karanlık gecede? Hayat karşısında, bir türlü yenemediğim o aydın küstahlığı ve meydan okumanın ürünü olan görkemli bir intihar tutkusu mu? (…) İnsan, aslında, sadece kendisi için, kendi hayatına bir anlam kazandırmak için savaşıyor. Uğrunda savaşıldığı sanılan amaç, ütopyalarımız, hepsi kendi yaratmalarımız.” Yardım etmek istediklerinin kurşunuyla ölürken düşünür: “Sahi neden buradayım ben? Bu kayalık, çalılık dağlarda; korkuya, dehşete, ölüme teslim olmuş köylerde, mezarlarda; hiçbir yakınlığım, -haydi itiraf etmekten çekinmeyeyim-, hiçbir sevgim olmayan bu insanların arasında; şimdi şu anda, bir yerlerim durmaksızın kanayarak bu otların, kayalıkların üzerinde ne işim var benim?”)
Oya Baydar, Cumhuriyet Kitap’taki bir soruya, “Kitabın ikinci kahramanı da İstanbul galiba?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Bu soruda bir alay sezmeli miyim?” Sonra ekliyor: “Evet, pek yanlış değil. (…) Bir gün, kahramanı İstanbul olan bir roman yazmak isterdim gerçekten.” Böyle bir roman 1949’da yayımlanmıştı. “Tam kahramanı” değil de “kahramanlarından biri” İstanbul olan, Tanpınar’ın Huzur adlı o güzelim romanı. İstanbul’un bir roman kişisi gibi anlatılmasını
1973’te şöyle yazmışım: “Huzur, Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkın, bir erkeğin bir kadına olan aşkının değil, iç içe iki aşkın romanı, birbirini besleyen, geliştiren iki aşkın: Mümtaz, Nuran’a olduğu kadar, İstanbul’a da âşıktır. Huzur’da İstanbul sadece bir güzel şehir, roman kişilerinin yaşadığı bir çevre değildir; başlı başına bir roman kişisidir, bir sevgilidir. Ne diyordu Beş Şehir’de Ahmet Hamdi Tanpınar: ‘İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir. Yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.’ Mümtaz da şöyle der: ‘Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?’ (…) ‘… artık ne İstanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya imkân bulamazdı.’ Böyle bakar Tanpınar İstanbul’a; bunun için de anlattığı çevrelerin roman kişilerini açıklamaya yarayıp yaramadığına, romanda bir öğe olarak görevleri olup olmadığına bakmaz; bir Mümtaz gibi, bir Nuran gibi, bir İhsan gibi anlatır İstanbul’u. Ama ne güzel anlatır…” (Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, 1981, ss. 72-73.)
Oya Baydar da İstanbul’u bir roman kişisi gibi anlatıyor, ama bu İstanbul çirkinleşen bir İstanbul’dur:
“… Acı frenlerin, kornaların, küfürlerin arasında nihayet yolun karşısına geçmeyi başarınca dönüp arkasına, kırlara, çilek tarlalarına doğru bakıyor: Bir otomobil, otobüs, kamyon seli; yüksek beton binalar, iddialı, süslü ve çirkin dükkânlar, çarşılar…”
Anlatıcı teselliyi nerelerde arıyor:
“Ne iyi; kimi evlerin bahçeleri henüz zapt edilmemiş. Çevresi kebapçılarla, otomobil galerileri, emlakçılar, kapılarında ‘Kulüp’ levhası asılı beton ve demir duvarlı mafya köşkleriyle sarılmış da olsa, alçakgönüllü bahçelerin ortasında kahramanca direnen tahta panjurlu birkaç ev kalmış hâlâ.”
Anlatıcı, İstanbul’un güzelliklerini hep “di’li” geçmişle anlatabiliyor ancak:
“… Sokakları; taflandan, hanımelinden, asmadan çitlerle çevrili yemyeşil ara yollar, gölgeli meydancıklar birleştirirdi. Sizin bahçenin yeşil boyalı tahta parmaklıklarına küçük pembe sarmaşık gülleri dolanırdı. Bizim baygın kokulu, katmerli hanımellerimiz vardı.”
Evet. bir zamanlar İstanbul…
“Kendimizle Yüzleşme, Hayatla Ödeşme…”
Oya Baydar, romanın sunu yazısında,
“Bu bir dönüş hikâyesi.” diyor ve ekliyor: “‘Nereye?’ diye sorma. (…) … kendimizle yüzleşmeye, hayatla ödeşmeye…” Ve anlatıcı konuşuyor: “… Yanlış ya da doğru nedir, artık eski kesinlikle bilmiyorum. Ama ütopyamız güzeldi, namusluydu, hayatımız anlamlıydı; demek ki doğruydu. Sözünü etmeli istediğim yanlışlar daha farklı şeyler. Amacın doğruluğu ve yüceliğinin araçları haklı kıldığına inanmak mesela. Artık, güzel ve iyi bir amaca kötü araçlarla varılamayacağını biliyorum. Sonra tarihin zorlamayla, iradi olarak değiştirilemeyeceğini; yüzlerce yıla yayılması gereken bir sürecin birkaç on yılda tamamlanamayacağını; tarihin gelişme yönünün, mutlak ve kaderci bir şekilde insanlığın kurtuluşuna doğru olması gerekmediğini; zaten insanlığın kurtuluşunun, ütopyanın sonu anlamına geldiği için mümkün olamayacağını; daha bunun gibi bir sürü şey.” (s. 140)
Katıldığım düşünceler, bunlar.
Anlatıcının arkadaşına çizdirdiği Türkiye manzarası: “Bir yanda dönenler, öte yanda dünyada hiçbir şey olmamışçasına, ne eylem, ne de söylemde virgül bile değiştirmeden devam edenler, orta yerde de benim gibi şaşkınlar.” Oya Baydar, anlatıcıya katılıyor mu?
Oysa Oya Baydar, “anlatıcı”nın karamsarlığına aldırmadan “iş”ini sürdürüyor: Yazıyor. Kendisi yaşanmış acılara, hüzünlere, inanmışlığın çöküşünün kahrediciliğine (bunlar yaşanmadan bu roman yazılamazdı) karşın ayakta kalıyor da anlatıcıya niçin bunu çok görüyor?
Bir de anlatıcının “erkek”leri küçümser gibi bir hali var, yüksekten bakıyor erkeklere; nerdeyse her erkek ona hayran: Biri, “Hepimiz biraz hayrandık sana” der, bir başkası “… güzel, güçlü kadın, bana birkaç numara büyük geldi…” der. Onun kahramanlıkları anlatılır hep: “Çok işkence gördüğün, ağzından adından başka laf alamadıkları, sevgilinin nerede saklandığını söylemekten korktuğun için intihar etmek istediğin (…) anlatılırdı.” Bunlar yetmiyormuş gibi anlatıcı bir de kendini seven bütün erkekleri ölüme yolluyor! Bir hayli narsisizm kokuyor o satırlar.
(Unutmadan: Önemli bir yanlış: “Yani şairin mısralarıyla ‘Mademki bir defa mağlubuz, netsek neylesek zahit.’” Bu alıntı, 142. sayfada. Doğrusu: “Mademki bu kerre mağlubuz / netsek neylesek zaid.” “Zahit”in bir düzelti yanlışı olduğuna inanmak istiyorum.)
Hiçbiryer’e Dönüş, 1998’in en ilginç eserlerinden biri. O demlenmiş üslup, kitabın soluk soluğa okunmasını sağlıyor. Ayrıca, bu memleket için iyi bir şeyler yapmayı düşünen, yapmaya çalışan, bu yolda başı belaya giren ya da girmeyen herkesin özel bir ilgiyle okuyacağı bir roman.
Kaynak: Fethi Naci, Yüz Yılın Yüz Türk Romanı*