Gönül Sözüne Dair
GÖNÜL SÖZÜNE DÂÎR
Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları
Türk dili, birçok eski kelimelerini, yerlerine daha güzellerini buldukça terk etmiş, fakat eskiden beri güzel her kelimesini mutlaka yaşatmıştır. Türkçenin ülkeler, çağlar ve diller boyunca macerası, birçok da bu güzeli aramak duygusundandır. (Bugün de çirkin kelimelere tepkisi, aynı histendir.)
Altın, gümüş, demir, çelik vb. gibi, güzel sesli maden adları, Türk dili var olalıdan beri yaşayan ve yaşatılan kelimelerdendir. Gönül sözü de böyledir.
Bu kelimenin en eski Türkçede söylenişi kön-kül‘dü, zamanla köngül sesini aldı ve yüzyıllarca bu sesle kullanıldı. Ona gönül sesini veren Türkiye Türkçesidir.
Gönül’e önce VIII. asırda rastlıyoruz. Tarihi taşa kazdıran bir hükümdar ağzından konuşarak adını bildiğimiz ikinci Türk yazarı Yolluk Tigin: Taş tokıttım, köngültegi sabimin… bitidim: Taş yontturdum, gönüldeki sözünü yazdırdım, diyor.
Kelimenin edebiyat tarihimizde ikinci bir âşıkı, Kutadgu Bilig yazarı Yûsuf Has Hâcib’dir. Kelimeyi fırsat düştükçe kullanır, ona aruzla mâniler söyletir. Onun:
“Köngül kimni sevse körûr közde ol
Közün kança baksa uçar yüzde ol
Könğûlde negü erse arzû tılek
Ağız açsa barça tilin sözde ol”
gibi mısraları, Türkçenin İslâm çağındaki ilk gönül şiirleridir: “Gönül kimi seve gözünün önünde (hep onu) görür; göz nereye baksa orada o (nun hayâli) uçar. Gönülde arzu, dilek ne ise (insan) ağız açınca hep ondan söz açar.” demektir.
Gönül, Anadolu’da Yûnus Emre’nin:
“Taşdın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın”
gibi mısralarıyla şahlanır. Ondan sonra, sesi fazla değişmez. Bazen “bu göynüm” diyenlerin söyleyişiyle başkalaşsa da kesin notasını Anadolu’da bulmuş olmanın gönül ferahlığıyla yaşar. O kadar ki biri çıksa da bir Gönül Şiirleri Antolojisi yapsa, bu kitapta Türkçenin nice zengin ve güzel şiirleri toplanır. Hatta XV. asırda İstanbul fatihi, Sultan İkinci Mehmet’in de katıldığı bir gönül şiirleri yarışması olmuş, fethedilen ülkeler, yüzyıllarca, bu şiirlerin: “Gönül ey vây gönül, vay gönül ey vây gönül” diye tekrarlanan mısralarıyla ahenkli, murabbaları (şarkıları) ile dolmuştur.
Bundan sonra dilimizde bir gönül zenginliği başlar. Gönül sözüyle nice dil ve gönül oyunları oynanır. Kelime, dilimize gönül dolusu söyleyiş kazandırır, dilimizde bir duygu ve mana âlemi uyandırır.
Gerçi gönül, insanın duygu merkezi demek, yürekteki manevi taraf demektir ama o bu kadarcıkla kalmaz: Gönül çekmekte aşk olur, gönül vermekte sevgi… Gönül yapmakta iyilik duygusuyla dolar, gönül almakta hoşnut etmek, memnun etmek manalarına girer. Bunun içindir ki Azeri Türkçesi şairi Şah İsmail’e atfedilen şu dörtlük:
“Hatâ’î hâl çağında
Hak gönül alçağında
Binbir Kâbe yapmaktır
Bir gönül alçağında”
inceliğiyle halkımızın gönlünde yaşamıştır. Bakınız alçaklık, ne kötü manada kelimedir ama Türk halkı onu gönül ile birleştirir ve gönül alçaklığı veya alçak gönüllülük hâline koyarsa bu, üzerinden bir tılsım geçmiş gibi birden bir fazilet manası alır.
Böylece gönül almak, gönül vermek, gönül eğlendirmek, gönlü açılmak, gönlü olmak, gönlü dolmak, gönlünü etmek, gönlüyle oynamak, iki gönül bir olmak, iki gönül bir olunca samanlık seyran olmak, gönlü kalmak, gönül kırmak, gönülden kopmak, gönülden sevmek, gönlünce sevip gönlünce yaşamak ve daha sayısız gönül kelimeleri gönül oyunları, gönül yücelikleri, gönül duygulan duyup gönül şarkıları söylemek…
Kelimeyi gönüllü, gönülsüz, gönüllenmek gibi kullanışla yayıp dile bir gönül zenginliği kazandırmak ve mesela Pir Sultan Abdal’ın dilinden konuşarak:
“Öt benim san tanburam
Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır” diye, kelimeye bir gönül inceliği işlemek…
Bazen, Nefi‘nin şiiriyle konuşarak zengin bir gönlün insana nasıl yeteceğini:
“Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sakidir gönül” şaheseri hâlinde söylemek; bazen de güzelliği, güzellerin ellerinde ararken:
“Gönül ne gök, ne elâ, ne lâciverd arıyor.
Ah bu gönül bu gönül, kendine derd arıyor!” mısralarını bulmak.
(…)
Türkçede “gönül”ün hikâyesi elbette çok zengindir. Bu saydıklarımız onun belki en kısa macerasıdır. Gerçek şudur ki Türk dili, bu manada sade gönül sözüyle kalmamış, başka dillerden başka sözler de almıştır. Meselâ Arapçadan kalb’i almış, kendi yürek sözüyle birlikte kullanmıştır. Farisi’den (yine gönül demek olan) dil’i seçmiş, bundan da dilber, dilârâ gibi, dilşâd gibi, dildâde ve dilrûbâ gibi söyleyişlerde hoşlanmıştır. Fakat başka dillerden müteradif kelimeler aldı diye “gönül ”ü terk etmemiş, aksine onu bütün gönlüyle sevip hayatının her asrında belki de her anında kullanmıştır.
Çünkü, gönül güzeldir.
Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları
Sözlükçe:
- antoloji: Seçki.
- bade: Aşıkların rüyada içtikleri aşk şarabı,
- dilârâ: Gönül alan, gönül okşayan.
- dilber: Alımlı, güzel kadın.
- dildâde: Gönül vermiş, âşık.
- dilrûbâ: Gönül kapan, herkesi kendine bağlayan.
- dilşâd: Gönlü sevinçle dolu, sevinçli.
- Farisî: Farsça.
- ızdırap: Maddî veya manevî acı, azap.
- küşâd: Açılış, açma.
- musiki: İnsanın duygu ve düşüncelerinin seslerle ifade edildiği sanat, müzik.
- murabba: Dört dizeli bentlerden oluşan divan edebiyatı şiiri türü.
- müteradif: Birbirine tâbi olan, birbiri ardınca giden.
- saki: Su, şarap, mey dağıtan kimse.
- şûh: Serbest ve neşeli tavırlı, işveli, cilveli.
- terane: Nağme, ezgi, ahenk, ses.