Gelenekçi Romanın Özellikleri ve Gelişimi
Gelenekçi Romanın Özellikleri ve Gelişimi
GELENEK VE ROMAN
“Anane” sözcüğüyle eş anlamlı olarak kullanılan “gelenek”, Türkçe Sözlükte “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan, kültürel kalıntılar, alışkanlıklar” biçiminde tanımlanır.
“Gelenekçi” sözcüğü ise “geleneklere bağlı kimse” anlamındadır.
Sözcüğün kavramsal çerçevesi, topluma ait tarihî, dinî ve kültürel öğeleri içine alır, Her toplumun ayırıcı özelliklerini oluşturur, Yaşama tarzına yansır, Sanat yoluyla kendini ifade eder.
Sanat ve edebiyatta, içinde doğup büyüdüğü toplumu değiştirme ve dönüştürme çabası sergileyenler olduğu gibi, mensubu bulunduğu toplunun gelenek adı altında toplanan değerlerine, motif ve ögelerine bağlı tavır sergileyenler de vardır, “Yenilikçi” ve “gelenekçi” kavramları bu farklı tavırları karşılamak için kullanılır, “Yenilikçi” tavrın arkasında, toplumun değerlerine sırt çevirme, gelenekçi tavrın arkasında ise toplumun değerlerini yüceltme kaygısı vardır, İkisini uzlaştırmaya yönelik bir çizgi takip edenlerden de söz edilebilir.
Edebiyatta gelenekçilik, toplumun kültür değerlerine ilişkin farkındalık oluşturmaya yöneliktir, Dinden, tarihten ve yaşama tarzından gelen ritüeller bunlar arasındadır, Dinî ve millî karakterli geleneklerden söz edilebilir, Bayramlaşma, konuk ağırlama, ikramda bulunma, el öpme, imeceye katılma, nişan töreni yapma, yeme içme, zenaatla uğraşma gibi günlük hayatın pratik alışkanlıkları yanında aile, musiki, mimari, tasavvuf, şehitlik, gazilik gibi derin yapıda karşılığını bulan unsurlar da vardır.
Toplumun kültürel değerlerini kurmacanın dünyasına taşıyan romanlara “gelenekçi roman” denir. Gelenekçi roman, aileyi ve aile içi değerleri yücelten bir anlayışı temsil eder.
GELENEKÇİ ROMANIN ÖZELLİKLERİ
Gelenekçi romanın ayırıcı özellikleri şöyle sıralanabilir:
• Gelenekçi roman, toplumun değerleriyle barışık, hatta bu değerlere sıkı sıkıya bağlıdır,
• Gelenekçi roman, romantik bir tavrın takipçisidir,
• Tarihten, yaşama tarzından, inançlardan gelen unsurlar edebî metne yansır,
• Gelenekçi romanlarda klasik olay kurgusuna rastlanır,
• Gelenekçi romanlarda dün-bugün-yarın şeklindeki kronolojik zaman kullanılır,
• Gelenekçi romanlarda genellikle ilahi (hâkim/tanrısal) bakış açışına rastlanır,
• Gelenekçi romanlarda estetik anlayışı etik kaygılar yönlendirir,
• Gelenekçi romanlar, millî ve İslami duyarlıktan beslenir,
• Gelenekçi romanlarda, popüler roman vadisinde değerlendirilebilecek örneklere rastlanır,
• Yerel ağızların kullanıldığı görülür,
• Romanlarda olay, verilmek istenen mesajı öne çıkaracak biçimde kurgulanır,
• Gelenekçi romanlar, millî, İslami, tarihî roman gibi nitelemelerle karşımıza çıkabildiği gibi bazen millî-tarihî, bazen İslami-tarihî, bazen de millî-İslami-tarihî nitelikte örnekler olarak okuyucuya sunulabilir,
GELENEKÇİ ROMANIN İLK ÖRNEKLERİ
Gelenekten beslenen romanların ilk örneklerini Mehmet (Mizancı) Murad‘ın (1854-1917) Turfanda mı Yoksa Turfa mı? (1891) ve Halide Edib Adıvar‘ın (1884-1964) Yeni Turan (1912) romanlarına kadar götürmek mümkündür. Her iki roman da millî ütopyalar üzerine kurulur.
Mehmet Murad, Turfanda mı Yoksa Turfa mı romanını Batılılaşmanın getirdiği etkiyle din, dil, tarih, ahlak, gelenek gibi değerlerin sarsılmasına engel olmak, bu konuda halkı bilinçlendirmek için yazar.
Halide Edib Adıvar da Yeni Turan’ı, söz konusu kültür unsurlarının oluşturduğu yaşama tarzını öne çıkarmak ve millî ruhu temsil eden kahramanlar üzerinden ifade etmek amacıyla kaleme alır.
Aradaki fark, Mehmet Murad’ın İslam birliği, Halide Edib’in milliyetçilik düşüncesinden yola çıkmasıdır.
Her iki roman da öncelikle siyasal bir tehlike olan Batı’ya karşı millî değerlere ve kaynaklara yönelmenin zorunluluk olduğu tezine gönderme yapar. Bir yanda Mansur ve Zehra, diğer yanda Oğuz ve Kaya kendi kültür değerlerine sadık ve idealize edilmiş tipler olarak romana girerler.
Ruh-madde, şehir-köy, İstanbul-Anadolu çatışmaları yanında vatan ve millet sevgisi gibi temalar işlediği romanlarıyla Safiye Erol (1900-1964), geleneğe eklenen bir tavır sergiler. Doğu ve batı medeniyetlerini karşı karşıya getiren bir kurguyla çözümlemelere giden yazar, kültür değerlerimize gönül ve ruh penceresinden bakar.
İlk eseri Kadıköyü’nün Romanı’nda (1938) medeniyet çatışmaları çevresinde kurgulanmıştır, Doğulu temellerden uzaklaşmış Boğaziçi sosyetesine ayna tutulur, Yüzeysel de olsa kültürümüzün önemli yapı taşlarından biri olan tasavvuf, kahramanların iç hesaplaşmaları içinde işlenir.
Ülker Fırtınasında (1938), Batı müziği icracısı Nuran’la doğu müziği icracısı Sermet çevresinde iki kültür ve medeniyet dairesini karşı karşıya gelir. 1930’lu yılların siyasal ve kültürel ortamı Türk müziğinin gelişmesine elverişli olmadığından Samed tükenirken, Nuran doğu ve batı müziğinde bir terkibe ulaşır. Bir yandan besteler yaparken bir yandan da notaya geçirilmemiş klasik eserleri notaya çeker.
Ciğerdelen (1947) Batının maddi gelişmişliğiyle Doğunun, daha doğrusu Türk milletinin yükseliş felsefesini oluşturan tasavvufi hayatı bir araya getirmeye çalışır. Tarih sevgisi, dinî-tasavvufi duygularla kaynaşır. Macaristan coğrafyasında Türk uç beyleri, sipahiler, din adamları, yiğit delikanlılar ve güzel serhat kızları tasvir edilir.
Akıncıların hayatı ve yaşama tarzı, destanlara özgü bir anlatımla romanın dünyasına taşınır.
Dineyri Papazı (1955, tefrika) romanında ise yoksul Gülbün ve varlıklı Ayhan arasındaki aşk çevresinde yer yer mistik metafizik anlam katmanları kurar, İki kahramanın aşka yüklediği anlam farklıdır. Roman, Gülbün’ün şahsında saf aşkın, tenden ruha yükselen bağlılığın hikâyesidir.
Medeniyet değişimini ele alan ve bu değişimin aile içinde sebep olduğu çözülmeleri kişilerin ruh derinliklerine inerek işleyen Samiha Ayverdi (1906-1993), konusunu Firavunlar döneminden alan ilk romanı Aşk Bu İmiş’i (1939) yayımlar. Bu ilk romanı sırasıyla Batmayan Gün (1939), Ateş Ağacı (1941), Yaşayan Ölü (1942), İnsan ve Şeytan (1942), Son Menzil (1943), Yolcu Nereye Gidiyorsun (1944), Mesih-paşa İmamı (1944), İbrahim Efendi Konağı (1965) romanları izler. Kenan Rifaî’nin tasavvufi düşünceleri çevresinde kurgulanan romanlarında Ayverdi, yalı ve konaklarda sürdürülen Cumhuriyet öncesi geleneksel toplum hayatını kadınca bir duyarlıkla dile getirir. Yazar, toplum hayatını ve onun bağlı olduğu medeniyeti verirken bencillik-madde-gönül-aşk çatışmalarına “tevhid akidesi”yle çıkış yolu arar.
Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975), eski Türk geleneğine ayna tuttuğu romanlarıyla Türkçü/milliyetçi söylemin öncü ismi olarak dikkati çeker. 1923 sonrası inşa edilmek istenen kimliğin oluşumuna Orta Asya’daki kültür değerlerimizi katmayı amaçlayan Atsız Bozkurtların Ölümü (1946) ve Bozkurtlar Diriliyor (1949) romanlarında Türk milletinin cesur, bilgili, bilinçli, fedakâr ve kahraman idarecilere sahip olduğu zamanlar büyük işler başardığını, en zor şartlarda bile istiklal düşüncesinden vazgeçmediğini vurgular, Bu bir tür karakter tespitidir.
Konusunu Osmanlı tarihinden, fetret döneminden alan Deli Kurt (1958) romanı, bir yandan devlet geleneğimize ışık tutarken, öbür yandan Anadolu’da kurduğumuz yeni kültür ve medeniyeti romanın diliyle ifade eder.
Ruh Adam (1972) ise aşkın nedensizliği, insanın aşk ve kader karşısındaki aczi, “fenalığın cezasını göreceği” gibi düşünceler üzerine kurulur.
TÜRKİYE’DE GELENEKÇİ ROMANIN GELİŞİMİ
Türkiye, 1950’li yıllarda çok partili hayata geçişin getirdiği sosyal ve siyasal değişimlere sahne olur, Tek parti döneminin pozitivist ve tek tip insan yaratma tavrı, evrensel değerleri öne çıkarma çabası, laikliği özel hayatlara müdahale edecek biçimde uygulama ısrarı gibi nedenler, İslami söylemin de, milliyetçi söylemin de güçlenmesini engellemişti.
1950’lerin özgür ve demokratik ortamında mistik/metafizik yaklaşımların önü açılır, Önce şiirle kendini ifade imkânı bulan İslami söylem, daha sonra roman ve hikâyeyi de kullanmaya başlar.
Batılılaşma macerasının, kendini inkâr biçiminde ve kayıtsız şartsız teslimiyet düzeyinde algılanması, kimi aydınlar tarafından sorgulamaya tabi tutulur. Toplumun kalp ve zihin bulanıklığına çözüm arayışları, üzeri küllenmiş kültürel değerleri hatırlama ve yeniden hayata katma çabalarını doğurur.
Modern hayata karşılık geleneksel hayat da yaşama şansı bulur. Bir yanda modern yaşama tarzı, diğer yanda geleneksel yaşama tarzı, üçüncü grupta da modern yaşama tarzıyla geleneksel yaşama tarzını sentezleyen bir anlayış hüküm sürmeye başlar.
1950’Lİ YILLARDA GELENEKÇİ ROMAN
1950’li yıllarda Cengiz Dağcı (1920-2011), hem anlatım hem de içerik bakımından gelenekçi roman sayılabilecek örnekler verir, 2, Dünya Savaşından sonra vatanı Kırım’dan ayrılan Dağcı, bir daha ülkesine dönmez, Ömrünün altmış yılını Londra’da geçirir.
Cengiz Dağcı, romanlarında Kırım Türklerinin Ruslardan gördüğü baskı ve zulümleri anlatır, Eserlerini “annemin dili” dediği Türkiye Türkçesiyle kaleme alır, Yazarın “Sadık Turan’ın Hatıraları” adıyla yazdığı hacimli roman, Yaşar Nabi’nin yönetiminde ve Ziya Osman Saba’nın editörlüğünde Varlık Yayınları cep kitapları arasında Korkunç Yıllar (1956) ve Yurdunu Kaybeden Adam (1957) adlarıyla iki cilt hâlinde yayımlanır, Onlar da İnsandı (1958), O Topraklar Bizimdi (1966), Dönüş (1968), Badem Dalına Asılı Bebekler (1962), Üşüyen Sokak (1972) Dağcı’nın romanlarından birkaçıdır. Korkunç Yıllar, Cengiz Dağcı’nın bir bakıma kendi yaşadıklarının hikâyesidir. Vatan sevgisi, vatanı koruma ve savunma bilinci, savaşın getirdiği acılar, vatan hasreti, şehitlik, dostluk, fedakârlık, adanmışlık gibi temalar Dağcı’nın romanlarında çokça işlenen unsurlar arasındadır.
1960’LI YILLARDA GELENEKÇİ ROMAN
1960’lı yıllar Türkiye’de siyasal, sosyal çalkantıların, ideolojik kamplaşmaların görüldüğü dönemdir, Siyasal otoritenin, ihtilal yoluyla devrilmesi, bu iktidar aktörlerinin yargılanması, başbakan ve iki bakanının idamı, kamu vicdanında bir acının tortusunu bırakmış, haksızlığa uğramış, mağdur ve mazlumun yanında olma duygusunu uyandırmıştır.
Menderes iktidarının geleneğe bağlılık ve halkın değerlerine saygı konusunda sergilediği tavır, halkın ruhunda karşılığını bulmuştur.
Ülkede bir yandan da sosyal değişim sürmektedir, Bu değişimden ve zihniyet oluşumundan edebiyat da payına düşeni alır.
Türkiye’de roman başlangıçtan itibaren hep Batılı değerlerin anlatım aracı olarak görülmüştür, 1960’lı yıllardaki içerik değişimi, toplumun öncelikle dinî hayatındaki özgürleşmeyle doğrudan ilgilidir, Dinin temel kaynaklarına daha rahat ulaşabilen, okudukları ve dinledikleriyle hayatını düzenlemeye çalışan kitle, bunları hikâye ve roman aracılığıyla paylaşmanın da yollarını arar.
Yalnızca dinî duyarlık değil, millî duyarlık da romanın diliyle daha özgürce ifade edilmek ister, Tek parti dönemi Türkçü/milliyetçi söyleme de çok sıcak bakmamıştır.
İslami söylem, bir çatışma düzleminde ortaya çıkar. Geleneksel hayatı kuran değerler dizgesi ile öykünmeden öteye geçemeyen yanlış Batılılaşma anlayışı arasında çatışma vardır. Varlığın maddeden ibaret olmadığı düşüncesi, dünya ve dünya ötesini dengeleme arayışı, insanı yücelten erdemlere ulaşma ideali, aşkın metafizik boyutta algılanması, hidayete erme, nefis terbiyesi gibi alternatif yaklaşımlar romana girer.
1960’lı yıllarda gelenekçi romanın ilk isimlerinden biri Münevver Ayaşlı‘dır (1906-1999). Ayaşlı, Pertev Beyin Üç Kızı (1968), Pertev Beyin İki Kızı (1969), Pertev Beyin Torunları (1976), romanlarıyla konak hayatı içinde geleneksel Türk ailesinin resmini çizer.
Gelenekçi romanın ilk nitelikli örnekleri, Tarık Buğra‘nın kalem ürünleridir, Çınaraltı dergisinde yayımlanan ve yazarın ilk eseri Akümülatörlü Radyo’nun romana dönüşmüş hâli olan Yalnızlardan başlayarak 1980’li yıllara uzanan en önemli isim Tarık Buğra (1918-1994)’dır. Buğra, Küçük Ağa, İbiş’in Rüyası, Firavun İmanı, Dönemeçte, Gençliğim Eyvah, Yağmur Beklerken, Osmancık gibi romanlarıyla Türk toplumunun geleneksel değerlerine bağlı bir yazar kimliği sergiler.
Yalnızlar (1948), gençlik yıllarında yaşanan yoklukların, toplum düşmanlığına dönüşmesini önleyen aynı zamanda iyi niyetlerin de sorgulamasını yapan bir romandır. Yazar, Dr. Rıza’nın şahsında çürüme ve bozulmalara karşı hayatı savunma iradesini öne çıkarır.
Küçük Ağa (1964), Kurtuluş Savaşının küçük bir Anadolu kasabasından görünüşüdür. Kültür hayatımızın tanıdık simalarını ve özelliklerini yansıtan eser, Millî Mücadele’nin romanıdır. Küçük Ağa’nın devamı niteliğinde olan ve yazarın Sakarya Savaşı öncesi ve sonrasını ele aldığı Firavun İmanı (1976) ise, çıkarcılar, vurguncular, satılmışlar ve bunlara karşı yiğit ve erdemli insanların yeni bir devleti kurma çabası anlatılır. İbişin Rüyası (1972), ortaoyununun temsilcilerinden Nahit’le, canlandırdığı İbiş arasındaki gelgitler üzerine kurulur. İbiş’in geleneksel tiyatronun önemli figürlerinden, Naşit’in de ortaoyunu sanatçılarından biri olması romanı, gelenekle ilişkilendirmeye yeter.
Dönemeçte (1978), Türkiye’de çok partili döneme geçiş yıllarını aksettirir. Konuya bir Anadolu kasabasından, halk ve aydın ilişkileri çerçevesinde bakar. Romanın kahramanı Dr. Şerif, sık sık okuduğu Dostoyevski ve Mevlâna arasında ilgi çekici benzerlikler kurar. Dr. Şerife göre, “Mevlâna Dostoyevski’nin sağlıklısı, Mevlâna ruhları sağlıklı insanların Dostoyevskisi” dir.
Gençliğim Eyvah (1981), 1970’li yıllarda Türkiye’yi kan gölüne çeviren anarşinin otopsisidir. Romanda, boşa harcanan gençliklerin hikâyesi yanında, Türkiye’nin içine düşürüldüğü kaosun da grafiği çizilir. Türkiye’de toplum hayatını sarsan demagojiler, bunlara karşı vatansever insanlara düşen görev ve sorumluluklar sergilenir.
Yine bir Anadolu kasabasının mekân olarak seçildiği ve Serbest Fırka olayının anlatıldığı Yağmur Beklerken (1981) romanı, o dönem Türkiyesi’nde yaşanan büyük kuraklıkla siyaset ortamı arasında benzerliklerin vurgulandığı bir eserdir.
Yazarın “Cihan devletini kuran irade; şuur ve karakter” ifadesini ikinci bir başlık olarak kullandığı Osmancık (1983) romanı, Osmancık’ın (Kara Osman’ın) Osman Gazi olarak tarih sahnesine çıkışını ve Osmanlı devletinin kuruluşunu gözler önüne serer. Türk’ün karakteristiği, değerler dünyası ve insanî ilişkiler manzumesi romanın arka planını oluşturur.
İslami Roman
Gelenekçi roman, 1960’lı yıllarda dinî değerler çevresinde kurgulanan örnekler verir. Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanıyla başlattığı İslâmi roman, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ile ikinci örneğini verir ve 1980’li yıllarda “hidayet romanları” olarak adlandırılacak bir tarzın da kapılarını açar.
Dedesinden ödünç aldığı Hekimoğlu İsmail takma adıyla Minyeli Abdullah’ı (1968) kaleme alan Ömer Okçu (1932-), dindar bir insanın, yönetimin ve çevrenin baskısı altında dinini yaşama çabasını ve karşılaştığı güçlükleri anlatır. Roman kahramanı önüne çıkan engellere rağmen, yılgınlık göstermez; güçlükleri kararlılığı ile yener.
Edebi niteliği tartışılsa da, Minyeli Abdullah bir ilk örnek olarak yol açıcı olmuş, İslami roman geleneğini başlatmıştır. Hekimoğlu İsmail’in ikinci romanı olan Maznun (1970) da, dindar insanların yaşadığı sıkıntıları içeriden gözleyen bir yazarın eseri olarak değerlendirilebilir. Yazarın sanat anlayışında öncelik, roman yazmak değil, romanla İslam’a hizmet etmektir.
Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ın açtığı yoldan, Şule Yüksel Şenler (1938-) Huzur Sokağı (1969) ile geçer. Romanın, başlangıçta dini değerlere alaycı bir tavırla yaklaşan kahramanı Feyza, aşkın değiştirici gücünün de etkisiyle yeni bir hayata başlar ve dindar bir kimliğe bürünür. Kızıyla birlikte hayatını sürdürmeye çalışırken, yüceltilmiş bir aşkı da ruhunda taşır. Türkiye’de “hidayet romanları”nın ilk örneği olarak dikkati çeken Huzur Sokağı’nın ardından modern, batılı, ateist kahramanların roman içinde dindarlaşması şablonu üzerine kurulan onlarca roman yazılır.
Batılı yaşama tarzıyla dinî hayat arasındaki çatışma, roman kahramanlarının kişiliğinde red ve kabul cepheleri oluşturur, Önceleri dinî hayatı red cephesinde yer alan olay kişisi, yaşadığı çelişkiler ve bunalımlar sonucunda, karşı tarafı temsil eden kahramanların davranışsal ve sözel etkisiyle kabul cephesine geçer, Modernizmi tecrübe eden insanların dine yönelişleri birçok romanın temel gücünü oluşturur.
Kurguda yapaylık ve olay akışında güdümlülük yanında tip ve karakter oluşturamamak da bu tür romanların zaafı olarak değerlendirilebilir.
1970’Lİ YILLARDAN SONRA GELENEKÇİ ROMAN
1970’li yılların çalkantılı ortamında dinî ve millî değerlere yönelme ihtiyacı romanda da kendini gösterir. Abbas Sayar, Bahaeddin Özkişi, Tahir Kutsi Makal, Emine Işınsu, Hasan Kayıhan, Sevinç Çokum gibi yazarların kaleminden çıkan örnekler, gelenekçi roman vadisinde ele alınabilir.
Abbas Sayar (1923-) Yılkı Atı (1970), Çello (1972), Can Şenliği (1974), Dik Bayır (1977), Tarlabaşı Salkım Saçak (1987) romanlarıyla Anadolu merkezli hayatı, insanı ve tabiatı tasvir eder.
Bahaeddin Özkişi (1928-1975), Köse Kadı (1974), Osmanlı akıncılarının serhat boylarında gösterdikleri kahramanlıkları destansı bir dille dikkatlere sunar. Sokakta (1975) ise manevi değerleri bütünüyle yok sayan materyalizmin toplumu tutsak almaya çalışması üzerine kurulur. Şeytan, cin gibi soyut fansastik öğelere yer veren romanda inançların ve millî değerlerin yok oluşuna dikkat çekilir.
Tahir Kutsi Makal (1937-1999) Meydan Dayağı (1977) ve Kamyon (1979) romanlarında Anadolu insanını toprağa bağlı yaşama tarzı içinde anlatır.
Emine Işınsu (1939-), Küçük Dünya (1966) romanıyla şehirli küçük aydının sorunlarına ayna tutar. Azap Toprakları (1969), Ak Topraklar (1911), Sancı (1974), Tutsak (1975), Çiçekler Büyür (1978) romanlarıyla Türkiye dışında yaşayan Türklerin acılarına tercüman olur. Canbaz (1982), Kaf Dağının Ardında (1988), Altı Karınca (1989), Cumhuriyet Türküsü (1994), Nisan Yağmuru (1997), Havva (1998), Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri (2002), Tür insanının değerler dünyasını yansıtır. 1970’li yıllardan sonra Türk toplumunun yaşadığı siyasal-ideolojik olayları, “ülkücü hareketin var oluş” nedenlerini işler.
Hikâye yazarı olarak edebiyat dünyasına adım atan Sevinç Çokum (1943-), Eğik Ağaçlar (1972), Bölüşmek (1974), Makina (1976), Derin Yara (1984), Onlardan Kalan (1987), Rozalya Ana (1995), Gece Kuşu Uzun Öter (2001), Evlerinin Önü (2002), Beyaz Bir Kıyı (2009) gibi hikâye kitapları yanında Zor, Bizim Diyar, Hilâl Görününce, Ağustos Başağı, Gülyüzlüm, Çırpıntılar, Karanlığa Direnen Yıldız, Deli Zamanlar, Gece Rüzgârları, Tren Buradan Geçmiyor gibi romanlarıyla da geleneğe yaslanan bir tavır sergiler. Toplumsal konuları işleyen Çokum, tarihî konulara da eğilir. Türk kimliğini anlamaya ve anlatmaya yönelir. Esir Türklerin acılarını romanın diliyle ifade etmeye çalışır.
Zor’da (1977) kültüre sahip çıkan, onu yaşayan/yaşatmaya çalışan, dolayısıyla geleneği temsil eden Nesrin ve Ulvi Dayı gibi kahramanlarla geleneksel değerlerden kopmuş Cevdet, Enise gibi genç kuşak temsilcileri arasındaki çatışma dile getirilir, Değerler dünyasını reddeden kuşak, aynı güçte bir değerler dünyası kuramamıştır, Millî kültüre yabancı olmak, beraberinde kimlik ve inanç bunalımını getirir, Çokum, değerler çevresinde buluşmayı teklif eder.
Bizim Diyar’da (1978) yakın tarihimizden önemli bir kesitini günümüze taşır, Osmanlı devletinin çöküş yılları, Balkan Savaşı ve Rumeli göçleri üzerine yoğunlaşan yazar, bu kopuşu derinden yaşamış olan yakınlarının hikâyesini o çevreden seçtiği canlı karakterlerle romanlaştırır, Bizim Diyar’ın bir özelliği de kaybedilen Rumeli’ye ait kültür mirasının İstanbul’a uzanmış çizgilerini yansıtmasıdır.
Hilâl Görününce’de (1984) 1853-1865 Kırım Harbi yıllarında Osmanlı Kırım yakınlaşması sırasında, Kırımlı Nizam Bey’in kendi toprağına tutunma çabaları işlenir, Kırım Türklerine özgü örf ve âdetlerin romana hâkim olduğu görülür, Nizam Bey’le birlikte Arslan ve Giray Beyler, Şirin Gelin, “anlatıcı” Felekzede Arif Çelebi romanın diğer kişileridir.
Ağustos Başağı’nda (1989) yazar, Millî Mücadele yıllarını ele alır, Okuyucuyu, Osmanlı devletinin beşiği Söğüt ön planda olmak üzere, Batı Cephesi’nin diğer bölgelerine uzanan bir coğrafyada gezdirir.
Gülyüzlüm (1989), Anadolu’dan İstanbul’a göçle birlikte yaşanan kültür yozlaşmalarına göndermeler yapar, Ancak burada İstanbul yozlaştıran değil, yozlaştırılan mekândır, Diğer yandan İstanbul’da kimliğiyle var olmaya çalışan insanlar vardır, Anadolu İstanbul’a taşınırken değişime uğramakta, hem kendi kültürüne, değerler dünyasına yabancılaşmakta hem de iklimine döküldüğü İstanbul’u kültürel kimliğinden uzaklaştırmaktadır.
Çırpıntılar (1991), “parçalanmış aile”ler ve göç dramının bir başka kesitidir, Çokum, bu romanında Avustralya’ya göç etmiş üç kişilik bir ailenin ayakta kalma mücadelesini, bu mücadelenin nelere mal olabileceğini, kendi ülkelerine dönüşlerinde yaşayacakları uyumsuzlukları anlatır.
Karanlığa Direnen Yıldız (1996) ve Deli Zamanlar (2000) romanları, 1960’lı ve 1970’li yıllar Türkiye’sinden kesitler sunar, Yazarın “bir geçit” olarak tanımladığı bu dönem, ideolojik bağlanmaların ötesinde insan unsuru çevresinde tasvir edilir. Yazar, Cumhuriyet’in halkın kültür değerlerinde gerçekleştirdiği değişimin, öznel ve kişisel tasarruflarla aşırılığa kaçtığını düşünür. Batılı değerlere bütünüyle karşı olmamakla birlikte, ölçüsüz ve tutarsız değişiklikleri onaylamaz. Ölçüsüzlük, bunalım doğurur, Bir örneğini İncenaz’ın temsil ettiği genç kuşaklar, iç dünya ile dış dünya arasında çelişkiler yaşar. 1970’li yıllar için kullanılabilecek “yerli olan” ya da “olmayan hâller” bir ideolojik tavır olarak ortaya çıkarken, 1980’li yıllarda arada kalan kuşaklar “Amerikanlaşma” biçiminde ortaya çıkan tutumlar sergilemeye başlar. Bu, yönetimin kültür alanında bilinçli bir tercih yapamamış olmasıyla doğrudan ilişkilidir, Topluma hâkim olan popüler kültür, kültürsüzlüğün bir yansımasıdır.
Tren Buradan Geçmiyor (2007) romanında ise, kültür yabancılaşmasının getirdiği kimliksizliğin altı çizilir. Kimliksizliğin de bir tür travma olduğu, bu durumda değerler dünyasından söz etmenin mümkün olmadığı vurgulanır.
Hasan Kayıhan (1949-), Yoklar, Zincir, Uyanmak, Acı Su, Gurbet Ölümleri, Beyler Aman. Dönüş romanlarıyla dinî ve millî unsurları harmanlayan gelenekçi bir yazar portresi çizer.
Yoklar (1975), ülkücü bir öğretmenin, davasına inanmış; milletinin, devletinin meselelerini kendine dert edinmiş aydın bir insanın romanıdır.
Zincir (1977), Kerküklü bir Türkmen kızını seven Kırım göçmeni bir gencin öldürülmeden önce Ankara’da I. Türk Dünyası Kurultayı’nı toplayışı ve katılanlara on beş yıl içinde bütün Türk yurtlarının özgürlüklerine kavuşacakları müjdesini verişini anlatır. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılacağını on beş yıl önceden haber veren belge niteliğinde bir romandır.
Uyanmak (1977), Anadolu’nun doğusunda 1985’lerden sonra yaşanan olayların bir öngörü ve önseziyle kurgulanıp anlatıldığı bir romandır.
Acı Su (1978), Seyhun ırmağı kıyısında yaşanan bir olayı tasvir eder, Koloniz-min, kapitalist-komünist sistem farkı göstermeyen acımasız yüzünü tasvir eder.
Gurbet Ölümleri (1982), Avrupa’nın dört bir yanına buğday taneleri gibi savrulan Anadolu insanının dünyaya bakışının hikâyesidir, Bir vatana sahip olmanın değerini, vatandan uzak kalınca anlayan insanların, dil, inanç ve kültür birliğinin sadece kuru birer yurttaşlık bilgisi terimi olmadığını kavrama serüvenleri dile getirilir.
Beyler Aman (1984), romanı, Bilecik Bozüyük’te yaşayan Karakeçili aşiretinin son beyi Sarı Mustafa ile Cumhuriyet Halk Fırkası Bursa Müfettişi Çolak Sami arasındaki çekişme üzerine kurulur. Çolak Sami ahlâksız bir kişidir, Millî Mücadele yıllarında Ankara’da bir namus meselesi yüzünden yaralanmış ve Ankara’dan uzaklaştırılmıştır, Yahudi bir tüccarla anlaşır ve Bursa’da özellikle Karakeçili aşiretine mensup köylülerin yaşadığı ormanlık bölgeyi ele geçirerek kereste ticareti yapmak ister. Ancak aşiretin beyi Sarı Mustafa’yı ikna edemez. Zira geleneklerine çok bağlı olan aşiret bölgeyi terk etmeye yanaşmaz, Millî Mücadelede bu dağları ve bölgeyi kahramanca savunmuşlar, buralara Yunanlıları sokmamışlardır. Atatürk’ün ölümü üzerine Çolak Sami Ankara’ya gider. Kaybettiği itibarı yeniden kazanır. Bölgedeki ormanları işletmek için yetki çıkarttırır. II, Dünya Savaşı yılları, “Millî Şef” dönemidir, bölge halkı kıtlık ve yoksulluk içindedir. Bu sırada yol vergisi çıkarılır, Veremeyenler çalıştırılmak için götürülür. Aşiret dağılır. Bölgenin manevî sahibi eren geleneğinin devamı olan Güllü Baba tutuklanır. Yazar, Çolak Osman’la çarpık bir şekilde başlayan batılı aile sistemini, köye gelen ilkokul öğretmeninin yenilik adına köylüyle çatışma mantığını eleştirir. 1940’lı yıllarda Güllü Baba tipiyle karşılaşmak, okuyucuyu Söğüt’e hatta Fırat nehrini geçen Kayı boyuna götürürken, romandaki Deli Ferhat tipi haksızlıklar karşısında susmayan alperenlerle ilgi kurmayı sağlar. Toprağı vatan yapma ülküsünün eşlik ettiği romanda millî bilincin bir toplumu nasıl millet hâline getirdiği sezdirilir.
Sultan/Köln’de Bir Kız (2006), Köln’de, kültür çatışmaları sebebiyle dağılan ailelerde yaşanan acılar, aile şerefi uğruna sönen, söndürülen hayatlar anlatılır.
Dönüş (2006) romanında Türk-Ermeni ilişkileri, bir kaplumbağanın gözünden nakledilir. Türklerin Ermenileri yok ettiğine ilişkin iddialar çürütülmeye çalışılırken tam tersine Rus ordusuyla işbirliği yapan Ermeni çetelerin yaptığı katliamlara dikkat çekilir.
Tarihî Roman ve Gelenek
1940’lı yıllarda Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü (1946) ve Bozkurtlar Diriliyor (1949) romanlarıyla başlayan gelenekçi tarihî roman, 1970’li yıllarda yeni temsilcilerini bulur. Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yavuz Bahadıroğlu bu çizgide ilk akla gelen isimlerdir.
“Çağımızın Dede Korkut’u” olarak anılan Mustafa Necati Sepetçioğlu (1932-2006), Kilit (1971), Anahtar (1973), Kapı (1973) romanlarıyla Türklerin Malazgirt kapısından Anadolu coğrafyasına giriş serüvenini hikâye eder. Selçuklularla başlattığı tarihî roman çizgisini Osmanlılar’la sürdürür ve 20. yüzyıla dek getirir. Milliyetçi bir söylemin yer aldığı romanlarda Türk insan tipi ve karakteristiği, gelenek, görenek ve ülkü birliği, duygu ve kültür planında inşa edilmiş “biz” kavramı çevresinde anlatının dünyasına girer.
Konak (1974), Çatı (1974), Üçler Yediler Kırklar (1975) ise Osmanlı devletinin kuruluş yıllarının hikâyesidir. Konakta Kumral Dede’nin toprakla, ağaçla, çiçek tohumlarıyla uğraşması ve bu tohumları özel olarak gönderildiği Anadolu’ya getirmesi, sembolik bir anlam taşır. Toprak, su, ağaç, çiçek gibi unsurların öne çıkarılması, toprağı vatanlaştırma iradesini temsil eder. Kültürün “tarım” anlamı da düşünüldüğünde, tohum sembolüyle kültür değerlerinin sezdirildiği söylenebilir. Zira Türk kültür ve medeniyeti yeni bir coğrafyada çiçek açmak üzere Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınmıştır. Sepetçioğlu’nun romanları bu temel gücün ifadesine hizmet eder. Türklerin özgün bir kültür ve medeniyete sahip olduğunu vurgulama ve bu tarihi estetik bir kurgu içinde sevdirme çabası içindedir.
Sepetçioğlu, Bu Atlı Geçide Gider (1977), Karanlıkta Mum Işığı (1978) gibi romanlarıyla Kayı boyunun aşiretten devlete yürüyüş macerasını anlatır.
Adını Şeyh Bedreddin’in idam edilmesinden alan Darağacı (1979), Ankara Savaşından sonra Timur’un bozduğu Anadolu birliğini kurulmasında Çelebi Mehmet’le İne Bey’in gösterdiği çabaları sezdirir. Öte yandan yönetenle yönetilen arasına fitne sokmaya çalışan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın art niyetli çabalarıyla Şeyh Bedreddin’in darağacında sona eren hayatına ışık tutulur. Geçitteki Ülke (1980), Darağacı’nın devamı niteliğinde, Yıldırım Bayezid’in yakın dostu Doğan Bey çevresinde kurgulanmış bir eserdir.
Sabır (1980) Sultan 2, Murat döneminin devlet yapısı, Hacı Bayram Veli ve onun yetiştirdiği Akşemseddin gibi manevi figürler, Bizans entrikaları yanında Karamanoğlu Beyliğinin de Osmanlı’ya yönelik karanlık emelleri gibi olay parçaları çevresinde resmedilir.
Ebem Kuşağı (1989) Osmanlı’nın kuruluş yıllarında meydana gelen Düzmece Mustafa isyanına parmak basar.
Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu (1980) İnönü döneminin (1940’lı yıllar) kırsal hayatı ve Anadolu köylüsüne ayna tutar. Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi (1980), fethin maddi ve manevi temellerine işaret eder.
…Ve Çanakkale 1 /Geldiler (1989), … Ve Çanakkale 2 / Gördüler (1989), …Ve Çanakkale 3 / Döndüler (1989), Çanakkale muharebelerini kazandıran ruhun tasviridir.
Kutsal Mahpus (1990), Sabır Ağacı (1992), Kıbrıs’ın dört bin yıllık tarihini özetler. Benim Adım Yunus Emre (1994) ise Sepetçioğlu’nun büyük Türk bilgesi Yunus Emre’yi roman kahramanı olarak seçtiği bir eserdir.
Yavuz Bahadıroğlu (1945-), 1970’li yıllardan itibaren tarihî romanda dinî ve millî değerleri öne çıkaran bir imzadır, 1972’de yazdığı Sunguroğlu romanıyla tarihî roman vadisinde adım atan Bahadıroğlu, millî ve manevi değerleri tarihî roman aracılığıyla topluma kazandırmaya çalışır. Buhara Yanıyor (1974), Elvedâ Buhara (1975), Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı, Kırım Kan Ağlıyor, Şehzade Selim (1976), Sel (1977), Köprübaşı (1979), Mavi Yıldız (1980), Endülüs’e Veda (1981), Cem Sultan 1-2, Dördüncü Murad 1-2 (1982), Merhaba Söğüt (1990) gibi tarihî romanları yanında Yolbaşı, Boşlukta Yürümek (1979), Keşmekeş, Yürek Seferi, Uzaklar Yakındır gibi güncel toplumsal romanlarında da geleneksel değerlere bağlılığı dile getirir.
Popüler tarihî roman türünün bir diğer ismi Ahmet Yılmaz Boyunağa‘dır, Boyunağa (1935-1995) Kırık Hançer’de (1976) Hinduların elinde bulunan ve Gazneli Mahmut’un ordusuna karşı kullanılacak olan kutsal hançeri almak için akıncıların verdiği mücadeleyi; Fetih Sancaklarında (1976) cihat kavramı çevresinde Pre-veze savaşını, HindSularındada (1989) Seydi Ali Reis’in leventleriyle Hindistan’da gerçekleştirdiği deniz ve kara savaşlarını; Endülüs fiahini’nde (1992) İspanyanın fethi ve Endülüs devletinin kuruluşunu; Malazgirt’in Üç Atlısında (1993) Malazgirt zaferini, Kan ve Gül’de (1994) Altınordu devletinin Müslüman oluşunu anlatır.
1980’Lİ YILLARDAN GÜNÜMÜZE GELENEKÇİ ROMAN
12 Eylül İhtilâli ülkede asayiş ve düzeni sağlamakla birlikte toplumda kırılmalara da yol açmış, dinî ve millî kimlikler üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır. İslami çevrelerde baskıcı yönetime tepki sonucu popüler romanın bir alt türü olarak değerlendirilebilecek “hidayet romanları” hızla çoğalmıştır. Öte yandan tarih bilinci aşılamaya yönelik romanlarda da artış görülmüştür. Dinî ve millî değerleri bir terkip hâlinde romanın dünyasına taşıyan yazarlar da vardır.
Tarihî roman vadisinde 1970’li yıllardan gelen Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yavuz Bahadıroğlu‘na 1980’li yıllarda Mehmed Niyazi (Özdemir) de katılır. İdealize edilmiş tarihî kişilikleri rol model olarak okuyucuya sunmaları, bu dönem gelenekçi tarihî romanlarının ortak özelliklerinden biridir.
1980’li yıllarda değerler dünyasını medeniyetler çatışması içinde ele alan (ilk eserlerini 1970’li yıllarda veren) Mustafa Miyasoğlu ve Rasim Özdenören, tarihî çerçevede yorumlayan Mehmed Niyazi (Özdemir), millî duygularla telif eden Osman Çeviksoy, tasavvuf düşüncesi ve klasik kültürle ilişkilendiren Nazan Bekiroğlu, İskender Pala ve Sadık Yalsızuçanlar gelenekçi roman yazarlarına eklenecek imzalardır.
Mustafa Miyasoğlu (1946-), Kaybolmuş Günler, Dönemeç, Güzel Ölüm, Bir Aşk Serüveni romanlarıyla gelenekçi bir yazardır.
Kaybolmuş Günler (1975), bireysel sorunlarla sosyal ve tarihî olayların iç içe yaşandığı 1960 sonrasında ortaya çıkan iki-üç neslin hikâyesini anlatır. Kaybedilmiş dönemler ve dışarıdan esen yanlış rüzgârlar arasında yaşamaya ve hayata tutunmaya çalışan gençler, romanın konusunu oluşturur.
Üniversiteli gençlerin hayatını, aşklarını ve acılarını, “Alternatif 68 Kuşağı”nın farklı bakış açısıyla ortaya koyar, Beşir Güner’in kararsız ve tedirgin kişiliğinde, baştan sona bir huzur arayışını anlatan roman, Cumhuriyet döneminde yaşayan insanımızın iç dünyasındaki parçalanmışlığı ve değerler karmaşasını ele alır.
Dönemeç (1980), Anadolu insanının tarihî bir dönüm noktasındaki tavırlarını, değişen durumlar karşısındaki değişmeyen özelliklerini ortaya koyan bir romandır. Cumhuriyet’in 50, yılındaki sosyal ve kültürel hareketliliği Anadolu şehirlerinden seçilmiş gençlerle geleneksel yapısı parçalanan aileler çevresinde ele alan bu roman, insanımızın toparlanma çabalarıyla ülke ve dünya şartlarına karşı tavır alışlarını yansıtır. Bir yönüyle de bir bilincin alttan alta geliştiğini ortaya koyar. Roman kahramanlarından Şakir Bey de Yunus gibi “Kasdım odur şehre varam / Feryâd ü figân koparam”demektedir. Dönemeç, Anadolu insanının umutlarını, sevinçlerini, korkularını ve geleneksel değerlere sığınışlarını tablolaştırır.
Güzel Ölüm (1982) romanıyla farklı bir aşk anlayışını ortaya koyan Miyasoğlu, Şakir’le Serpil’in ince, temiz, el değmemiş aşkını sezdirir, Ancak bu aşk, Serpil’in ölümü üzerine evlilikle sonuçlanmayacaktır. 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın fon olarak kullanıldığı romanda Hala Sultan’ın ölümü şehitlik bağlamında “güzel ölüm” olarak tasvir edilir.
Bir Aşk Serüveni, (1995) aşkı bütün boyutlarıyla ve kültürel çağrışımlarıyla anlatan bir romandır. Geleneksel olanla çağdaş olanın dinamikleri, değişenle değişmeyenin kesişme noktaları ve kültürle politika ilişkileri, bir aşk hikâyesi çevresinde dile getirilir. Roman yalnızca bir aşk hikâyesi değildir. Toplumun son otuz yılda geçirdiği değişimleri ve kimlik arayışlarını da, gençler çevresinde ortaya koyar. Gençler aşk duygusunda olduğu kadar, kültür ve inanç konularında da pazarlıklara ve sahte çözümlere karşı çıkarlar. Miyasoğlu Bir Aşk Serüveninde bu anlayışı daha da zenginleştirerek Doğu kültüründeki ‘ilâhî aşk’a da yer verir.
Hikâye yazarı olarak tanınan, bu alanda Hastalar ve Işıklar (1967), Çözülme (1973), Çok Sesli Bir Ölüm (1974), Çarpılmışlar (1977), Denize Açılan Kapı (1984), Kuyu (1979), Hışırtı (2000), imkânsız Öyküler (2010) gibi eserler veren Rasim Özdenören (1940-), yayımlanmış tek romanı Gül Yetiştiren Adam’da (1979) dindar kimliği sezdirilen kahramanın modernleşme, yanlış Batılılaşma ve kültürel yozlaşma karşısında kendi değerlerine sadık kalma çabasını hikâye eder, Bireyin yalnızlığını, yabancılaşmasını, kuşak çatışmasını, modernlik, gelenek gibi sorunları, değerlerinden koparılmış ve modern kentlerin varoşlarında kıstırılmış bireyin veya ailenin acılarını yerli-İslami bir duyarlılık ve bakış açısıyla öykülerine taşır, Hikâyelerinde çok az da olsa varoluşçu felsefeden izler görülür, bireyin bilinçaltına iner, ruhsal çözümlemelerde bulunur
Mehmed Niyazi (Özdemir) (1942-) Ölüm Daha Güzeldi’de (1983) Azerbaycan’dan Türkiye’ye sığın Tahir Mihmandarlı’nın ülkesinde ülkesinde yaşadığı acıları nakleder, Yazılmamış Destanlar (1989). Balkan savaşlarını; Çanakkale Mahşeri (1998), Çanakkale muharebelerini; Yemen Ah Yemen! (2004) Yemen cephesinde yaşananları, Plevne’de (2011) 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının kilidi olan Plevne savunmasını anlatır. Özdemir’in roman yazmaktaki amacı, genç kuşaklara sağlam bir tarih bilinci kazandırmaktır.
Osman Çeviksoy (1951-), hikâye ile başladığı yazarlık serüveninde Beyaz Yürüyüş (1982), Tutuklu Yürek (1982), Ağlamak Yasak (1984), Duvarın Öte Yanı (1985), Kar Yağar Gül Üstüne (1986), Derdimi Gül Eyledim (1989), Geriye Hüzün Kalır (1990) kitaplarının ardından Başıma Dağlar Düştü (1991), Ömrümüz Gurbet (2008) romanlarını yazar, Anadolu insanının ait olduğu coğrafyada ve bu coğrafyanın dışında da yaşadığı sevinçler ve hüzünleri dile getirir. Anadolu insanı, aidiyet kavramı, göç olgusu, gurbet duygusu kimi romanlarda en önemli temel güç olarak karşımıza çakır.
Nun Masalları (1997) adlı hikâye kitabıyla edebiyat dünyasına giren akademisyen yazar Nazan Bekiroğlu (1955-), metinlerini tasavvuf kültürü ve İslami motiflerle süsler. Kur’an-ı Kerim’de “ahsenü’l kasas” (kıssaların en güzeli) olarak anılan Yusuf kıssasını çağdaş edebiyatın imkânlarıyla yeniden yazar. Yusuf ile Züleyha (2000) adlı bu eserde, yazarın kurguya katkısı yanında özgün yorumları da söz konusudur.
İkinci romanı İsimle Ateş Arasında (2002) Osmanlı coğrafyasında gücü/iktidarı temsil eden padişah ile padişahın gücünü hem kabullenen hem de tehdit eden yeniçeriler arasındaki çatışma üzerine kurulur. Roman kahramanlarından biri olan Numan’m kişiliğinde aşk duygusuyla çıkarlar arasındaki çatışma da romanın üzerine kurulduğu ikinci eksen durumundadır. Romandaki asıl tema adlar, sıfatlar, imgeler ve simgeler üzerinden yürüyen değerler çatışmasıdır.
Lâ-Sonsuzluk Hecesi’nde (2009) ise yine Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Adem ve Havva kıssasından yola çıkarak var oluş, insan, isyan, nisyan ve teslimiyet gibi değerler üzerinden bir hikâye kurgular. Roman yaratılış, cennet, yasak meyve ve dünyaya sürgün edilme, dünyada var olma gibi kavramlar üzerine özgün yorumlar ve yaklaşımlar içerir.
Nazan Bekiroğlu, geleneğe konu ve içerik bağlamanda eklemlenen bir yazardır.
Bir başka akademisyen yazar İskender Pala (1957-), eski edebiyatın anlatma formlarından yararlanarak divan kültüründen beslenen tezli romanlar kaleme alır. İlk romanı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk (2003) bilimkurgu, mesnevi ve post-mo-dern romanın kesiştiği bir eserdir. Romanda olay örgüsü, Fuzulî’nin sırrını saklayan Leyla ile Mecnun mesnevisi çevresinde oluşturulur. Başta rahipler, gizli servis ajanları, hazine avcıları olmak üzere herkes bu gizemli kitabın peşindedir. Kitabı korumak isteyenlerle yok etmek isteyenler arasındaki çatışma, olay örgüsünü biçimlendirir. Üç yüz elli yıllık bir dönemi kuşatan olaylar, dönemin saray hayatına ilişkin birçok ayrıntıyı barındırır.
İskender Pala’nın ikinci romanı Katre-i Matem (2009), Lâle devrinde geçen gizemli bir olayı anlatırken, ilginç kurgusuyla ve taşıdığı kültür unsurlarıyla dikkati çeker.
Şah Sultan (2010) ise Türk İslam tarihinin tartışmalı olaylarından Yavuz Sultan Selim ve Şah Sultan arasındaki mücadeleyi tarafsız bir gözle, roman kurgusu içinde okuyucuya sunar. Od-Bir Yunus Romanıhda (2011) ise Yunus Emre’nin efsanevi hayat hikâyesini romanlaştırır.
Sadık Yalsızuçanlar (1962-) Şehirleri Süsleyen Yolcu (1986) ile başladığı imge yoğunluklu öykülerin ardından Yakaza (1999) adlı romanıyla uzun soluklu metinler kaleme almaya başlar. Bazen roman, bazen anlatının sınırları içinde gezinir. Metinlerin arka planında simgelerle ifadesini bulan, derin bir İslami duyarlık sezilir.
Yakaza’da taşrada görev yapan bir öğretmenin uyku ile uyanıklık arasında yaşadığı iç yolculuk hikâye edilir, Roman kahramanı bir kasaba ortamında kendi gerçeğini arar. İyi bir gözlemci ve izlenimcidir, Toplumsal yapıyı ve insan ilişkilerini gözlemler. Bencilliklerin ve digergâmlıkların, zaaflar ve erdemlerin karşı karşıya geldiğini görür.
Sadık Yalsızuçanlar’ın metinleri, hikmet çevresinde kurgulanır. Geleneği şimdiki zamana taşıyarak yeniden yorumlar. Gezgin’de (2004) arif, veli ve bilge İbni Arabi’nin hikâyesini anlatırken zaman zaman menkıbe diliyle roman dilini birleştirir. Gezgin, yazarın deyişiyle “geleneksel bir roman ya da çağdaş bir menkıbe” olarak tanımlanabilir.
Anka ‘da (2008) Niyazi Mısrî’nin efsanevi hayatı, bir doktora öğrencisinin bakışıyla ve bilinçakışı tekniğiyle dikkatlere sunulur.
Cam ve Elmasta (2006), mutasavvıf Ebu’l Hasan Harakanî’nin hayatı, Kars’a belgesel film çekimi için giden bir kameramanın gözünden aktarılır.
Vefa Apartmanında (2010) ise Menderes dönemine ait olaylar anlatılır.
VE DİĞERLERİ
Geleneğe yaslanan romanda dikkate değer başka isimler de vardır:
- Yüreğimi Sana Bıraktım (1974) ve Arzu ile Kamber-Gül Mevsimine Uyanmak (2000) romanlarıyla Necdet Ekici (1955-);
- Eşiktekiler (1960), Aşamalar (1977), Garip Bir Dava (1987), Sendika (1987), Feministin Doğruya Yakın Portresi (1988), Âd-Semûd-Medyen (1992), Yolcu (1993) romanlarıyla Afet Ilgaz (1937-);
- Aziz Sofi (1976), Ankara’da Ölüm (1977) ve Fetva Yokuşu (1978) romanlarıyla Durali Yılmaz (1948-);
- Yitik Yaşamın Güncesi (2002) ve iki Ateş Arasında Aşk (2007) romanlarıyla Ali Haydar Haksal (1951-);
- Dünyayı Dolduran Kirazla (1990) Şükrü Karaca (1956-); Nefes, Örtü ve Kim romanlarıyla Nuriye Akman (1957-);
- Bana Uzun Mektuplar Yaz (2002) ve Seni Dinleyen Biri (2007) romanlarıyla Cihan Aktaş (1960-);
- Hiçbiryer (2004) ve Uzak Ülke: Fatma Aliye (2007) romanlarıyla Fatma Karabıyık Barbarosoğlu (1962-)
gelenekçi romanın üzerinde önemle durulması gereken isimlerindendir.
- Hüseyin Karatay (1937-), Kıbrıslı, isyan Eşiği, Hayal Tutkusu, Ana, Sürgün Öğretmen;
- Sevim Asımgil (1939-),Dilara, Terk Etme Beni, Siyah Zambak ve Merve, Düğünümde Ağlama, Ayrılan Kalpler, Sevda Geri Dön, Diana;
- Raif Cilasun (1940-), Beklenen Sabah, Kutsal Çile, Gafiller, Haram Lokma, Oğlum Osman, Kızım Ayşe, Dinmeyen Gözyaşları, Bir Annenin Feryadı;
- Ahmed Günbay Yıldız (1941-), Yanık Buğdaylar, Çiçekler Susayınca, Günahın Rengi, Ekinler Yeşerdikçe, Boşluk, Figan, Sitem, Üç Deniz Ötesi, Aynada Batan Güneş, Sokağa Açılan Kapı;
- İbrahim Ulvi Yavuz (1942-), Dikenli Yollar, Çalkantı, Korkunun Bedeli, Baharı Beklerken, Son Kavşak, Düşlerin Rengi Soldu, Hasretin ilk Durağı, Küllenmiş Acılar, Kıyam Vakti;
- Emine Şenlikoğlu (1953-), imamın Manken Kızı, Sevgide Hiç Vefa Yok mu?, Çin işkencesi, idamlık Genç;
- Talât Uzunyaylalı (1955-), Sabrın Suskun Sesi, Taht ve Baht, Paylaşılamayan Topraklar, Efsane Kadın Nene Hatun, Paylaşılamayan Topraklar;
- Halit Ertuğrul (1956-), Kendini Arayan Adam, Aysel, Ateşte Yeşerdim, Secdede Son Nefes, Sevda, Düzceli Mehmet;
- Mecbure İnal (1963-), Gündönümü, Ya Niçin Demiz Olmuyorsun, Aşk-ı Pervane, Zambaklar Cennet Açar, Kuş Kaderle Uçar, Sızı, Beklenen
gibi romanlarıyla din ve gelenek çevresinde popüler kurmaca dünyalar çizerler.
- Ahmet Cemil Akıncı (1914-), (Asil Düşman, Hilâllerin Gölgesinde, Selçuk Kartalı Aldoğan, Elif Sultan, Yaylanın Derdi. Yüzbaşı Murat…);
- Üstün İnanç (1937-), (Yalnız Değilsiniz, insanlar Böyleydi, Bir Kimlik Lütfen…);
- Hasan Nail Canat (1944-) (Bir Avuç Ateş/1992, Nur Dağındaki Çocuk, Gül Yarası, Yaralı Serçe…);
- Sadettin Kaplan (1944-), (Bir Demet Leyla, iğde Dalı, Uçurumun Çağrısı…),
- Ali Erkan Kavaklı (1952-), (Gülü Koklayamadım, Hicran, Cehennem Vadisi, Başkaldırıyorum, Umudun Rengi Soldu, Çığlık, Kader Kapımı Çaldı…);
- Şerif Benekçi (1952-) (Şimdi Ağlamak Vakti, Kırlangıçlar Erken Göçtü, Bir Şafak Yürüyüşü, Kumsalı Olmayan Ada, Güvercin Geçidi…);
- İslâm Yaşar (1953-) (Yılanın Teri, Karanlığın Gölgesi…);
- Recep Şükrü Apuhan (1958-) (Sevmeye Geç Kalmadın, Çanakkale Geçilmez-BirDestanın Öyküsü…);
- Hüseyin Yılmaz (1960-), (Hüzün Çiçeği…);
- Nurullah Genç (1960-) (Tutkular Keder Oldu, Yollar Dönüşe Gider, intizar);
- İsmail Fatih Ceylan (1962-) (Kapanmayan Yara, Sabahsız Geceler, Bir Buket Gül, Son Sabah, Zirvedeki Yalnızlık…);
- Hurşit İlbeyi (1963-) (Irmaklar Denize Akar… )
gelenek içinde özellikle İslami duyarlığı popüler romanın ifade imkânları içinde dile getiren diğer yazarlardandır.
Kaynakça: Yrd.Doç.Dr. Tacettin ŞİMŞEK, Çağdaş Türk Romanı