Füruğ Ferruhzad Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Füruğ Ferruhzad Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Füruğ Ferruhzad, 5 Ocak 1935’te Tahran’da orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Füruğ İran’ın 20. yüzyılda yetiştirdiği en önemli kadın şairlerdendir. Babası Albay Muhammed Ferruhzad ile annesi Turan Veziriteber Hanımın yedi çocuğundan üçüncüsüdür. İlk okulunu 9. sınıfa kadar devam ettirdikten sonra on beş yaşındayken orta okuldan mezun oldu. Lisedeki ilk üç yılını bitirdikten sonra resmî öğrenimden vazgeçmedi ancak lise diploması alamadı. Daha sonra Kamalolmalk Teknik Okul’una geçerek kısa süre içerisinde resim ve kostüm çalışmalarını tamamladı. Bu görünüşe göre fazla bir şey ifade etmedi. Füruğ, şiir yazıyordu; 16 yaşına geldiğinde eski ustalarının geleneklerinde gazeller bestelemeye başladı.
Füruğ Ferruhzad’ın sosyal hayatını şekillendiren çeşitli faktörler bulunmaktadır. Bunların ilki; 1951’de on altı yaşında ailesinin isteği üzerine kuzeni, daha sonradan eleştirmen ve karikatürist olan Parviz Shapour ile evlenmesidir. Ve bir yıl sonra oğlu “Kamyar” doğdu, sonra eşinin isteği üzerine Ahwaz’a taşındılar.
Cesur, minik ve çekici bir kadın olan Füruğ Ferruhzad Ahwaz’da sıkı kıyafetler giyen ilk kadındır. Füruğ bu kasabada uzun süre kocasıyla birlikte kalamadı. Evlilik 1954 yılında boşanma ile sonuçlanır; çocuğunun velayeti ise eşine verilir. İran kanunlarına göre boşanan kadına çocuğun velayeti verilmemekteydi; çocuğundan ayrı düş(ürül)mek, onun ruh dünyasında derin yaralara sebep olur.
1952 yılında Füruğ Ferruhzad ilk koleksiyonu olan “Esîr”i yayımladı. Temmuz 1956’da Füruğ Avrupa’ya yaptığı dokuz aylık bir ziyaretle İran’ı ilk kez terk etti. Bu sene içerisinde Dîvâr (Duvar) adlı yirmi beş kısa şarkı sözü içeren ikinci koleksiyonunu kocasına ithaf etmiştir.
Bir başka faktör Füruğ’un erkek arkadaşlarıyla yakın arkadaşlıklarına odaklanan skandal, bir süre ünlü şair Nadir Naderpur’la arkadaşlık kurdu ve sonrasında ilişkileri bir aşk ilişkisi olarak kabul edildi.
1958’de Füruğ Ferruhzad üçüncü koleksiyonu “Esian” (İsyan) göründü ve onu henüz ünlü şair olarak, umut verici olarak kurdu. Romancı Sadeg Chubak, bir görüntü yönetmeni olan İbrahim Gülistan’a iyi bildiği Ferruhzad’ı tanıttı. Daha sonra Ferruhzad, Gülistan’ın yakın bir ortağı oldu. Gülistan’ın asistanı olarak görüntü yönetmeni oldu. Karısı ile partilere katılıyordu. Aynı zamanda Tahran’ın kuzeyindeki Gülistan tarafından ödenen bir apartmanda yaşıyordu. Füruğ Ferruhzad’ın tartışmalı yazar ve görüntü yönetmeni Ebrahim Golastan (İbrahim Gülistan)’la olan ilişkisi şairin kişisel yaşamında ölümüne kadar önemli olmaya devam etti.
1962’de “The House Is Black” (Kara Ev) başlıklı bir Leper Kolonisi ile ilgili belgesel film yaptı. Film uluslararası beğeniyle karşılandı ve birçok ödül kazandı. Bu filmin konusu “İranlı cüzzam hastaları ve onların sorunları” ile ilgilidir.
1963’te UNESCO, Füruğ Ferruhzad ile ilgili otuz dakikalık bir film yaptı. Ayrıca Bernardo Bertolucci, İran’a onu röportaj yapmak için geldi ve şairin hayatı hakkında on beş dakikalık bir film yapmaya karar verdi.
1964 yılında Füruğ’un dördüncü şiir koleksiyonunda, Tovallodi Digar (Another Birth) şairin yaklaşık altı yıl boyunca bestelediği otuz beş şiiri içeriyor.
1965 yılında Füruğ Ferruhzad’ın beşinci koleksiyonu “Soğuk Sezonun Başlangıcına İnelim” denildi ve ölümünden sonra yayınlandı.
14 Şubat 1967 Pazartesi günü Füruğ annesini ziyaret etti. Daha sonra öğle yemeği sohbetinden sonra geri dönerken döner yolda, Darüşşal Marvdosht ve Logumanoddowleh sokaklarının kesiştiği noktada cip istasyonu vagonu yaklaşmakta olan bir aracın önüne geçmek için savrulur ve bir duvara çarpar. Arabadan fırlar ve otuz iki yaşında baş yaralanmasından ölür.
1950’lerin ortalarındaki geleneksel evlilik İran’daki kadınların durumunu ve “Captive”, “The Wedding” gibi şiirlerde artık konvansiyonel(=anlaşmaya dayalı) bir yaşam yaşayamayan bir eş ve anne olarak kendi durumuyla ilgili duygularını açıkça şiirlerinde dile getiriyor.
Füruğ Ferruhzad, şiirlerinde kadınların sorunlarını ele almakta, İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirmektedir. Onun bu fikirleri zaman zaman şiddetli tartışmalara yol açmıştır. O İran’da kadınların yaşamlarının daha iyi hak ve koşullara kavuşmasını savunmaktaydı. Dönemindeki Şah’ın despotluğuna karşı çıkmıştır. Hiciv şairi olarak da tanınır.
Şiirlerinde derin bir yalnızlık duygusu dikkat çeker. Genç yaşta aşk şiirleri söylemeye başlayan Füruğ, ilk şiirlerini Rûşenfikr (Aydın) gibi haftalık dergilerde yayınlamaya başladı. Füruğ’un şiirlerinin kadını; çarşaf ve peçeden kurtulmuş ve aile sorunlarının dışında bir dünyaya göz dikmiştir. Bu durumu şu dizelerinden anlarız:
“Gel, ey erkek, ey bencil varlık
Gel, kafesin kapılarını aç
Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer
Bari bir anlık olsun serbest bırak.”
Füruğ Ferruhzad, çevresinde olup biten her şeyi şiirlerinde yansıtmıştır. Örneğin, bir buğday tarlasının hoş kokusunu olduğu gibi bizlere aktarır. Bazı şiirleri ise oldukça erotik bulunmuştur.
“Ben yeşil buğday salkımlarını
Göğsüme alarak sütle besliyorum.
Ses, ses, sadece ses,
Su akışının sesi
Ve dişi toprak kabuğunun üzerine
Yıldız ışığının düşüş sesi
Ve aşkın yayılma sesi
Ses, ses, sadece ses kalıcıdır.”
Füruğ Ferruhzad’ın Eserleri
- ESÎR (TUTSAK) (1952)
- DUVAR (1956)
- İSYAN (1957)
- YENİDEN DOĞUŞ (1964)
- İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA (yarım kalan eseri)
Türkçe’de Furuğ Ferruhzad
- Sonsuz Günbatımı, Furuğ Ferruhzad, Çev: Onat Kutlar-Celal Hosrovşahi, Ada Yay., İstanbul, 1989
- Ve Yaralarım Aşktandır, Furuğ Ferruhzad, Çeviri: Haşim Hüsrevşahi, Öteki Yayınevi, Ankara,1999
- Furuğ-i Ferruhzad Bütün Şiirleri, Çeviri: Kutlukhan Eren, Şule Yayınları, İstanbul, 1999
- Bir Başka Doğuş, Furuğ-i Ferruhzad, Çeviri: Hatice Gülcan Topkaya, Om Yayınları, İstanbul, 2002
Füruğ-ı Ferruhad’ın ödülleri de bulunmaktadır.
- 1962 yılında yaptığı belgeselle İtalya Belgesel Filmler Festivali’nde birincilik ödülü,
- 1963 yılında “KARA EV” filmiyle, Almanya’daki Ober Hausen Film Festivali’nde en iyi film ödülü
ESÎR (1952)
İlk şiir kitabı basıldığında henüz 18 yaşındaydı. Bu eserde Füruğ-ı Ferruhzad, dış dünyayı yalın bir şekilde açıklamıştır. Ona göre erkek, bencil ve bazı hakları haksız olarak elde etmeyi kabul eden bir varlıktır.
Dış dünyadaki sosyal değerlere, toplumun geleneksel yapısına ve törelerine aldırmadan bir kadın olarak gençlik dönemindeki durumunu ve duygularını tasvir eder.
Esîr’de yer alan şiirler daha çok şairin şahsi hayatındaki olumsuzlukları anlatır. Yirmi dokuz şiirden oluşmaktadır.
“Seviyorum onu…
Tohumun ışığı sevdiği gibi…
Tarlanın rüzgarı sevdiği gibi…
Kayığın dalgayı sevdiği gibi…
Kuşun yüksekleri sevdiği gibi…
Seviyorum onu…
Aşk ne ile
Ebedileştirilebilir?
Hangi öpücükle, hangi dudakla?
Ne zaman, hangi gecede?
Yok olup giden ben gibi…
Günler gibi…
Mevsimler gibi…
DÎVÂR (DUVAR) (1956)
Kocasından ayrıldıktan sonra kaleme aldığı bu eserde şair, bir kadının duygularından ve iç dünyasından bahsetmektedir. Eser yirmi beş şiir içermektedir. Dîvâr’daki şiirlerin çoğunun konusu aşktır. Şairin aşkının sırrı da şiirinde gizlidir. O, maddi aşklardan çok ötelerde gönül aşığıdır, ten aşığı değil.
“Soğuk anların çarçabuk geçişinde
Yaban gözlerin senin kendi sessizliğinde
Duvar örüyor çevrem
Kaçıyorum senden yol sapaklarına.”
İSYÂN (1957)
Bu eser on sekiz şiirden oluşur. Bu kitabında Füruğ Ferruhzad kutsal kitaplarda yer alan metinlere ve özellikle de insanın yaratılışı, şeytanın Allah’a baş kaldırmasıyla ilgili konuları göz önünde bulundurup kendisinden önce de bu konulara eğilmiş doğulu ve batılı şairlerden de örnekler alarak duygularını dizelere aktarmıştır.
“Dolsun gözlerim şebnem tanecikleriyle
Perdeyi açmaya kendim gittim.
Hz. Meryem’lerin temiz yüzlerinden
Bu dışı zahid güruhla
Kolay değildir bu mücadele biliyorum.
Benim ve senin şehrin, tatlı yavrucuğum.
Yuvasıdır çoktan beri şeytanın.”
Füruğ-ı Ferruhzad’ın ilk üç eseri daha çok serkeş(=başkaldıran ), heyecanlı, isyankar ve romantik bir kadının duygularını yansıtır. Bu şiir mecmualarının üçünde de Romantizm hakim olmaktadır.
Hazırlayan: Zeynep DOKUMACI – Turkedebiyati.org
O Günler – Şiir: Füruğ Ferruhzad | Seslendiren: Kenan Işık
Yolum Yok – Şiir: Furuğ Ferruhzad – Yorum: Vedat Sakman
hırsla ölmemi bekliyor
ben ise düşünüyorum
nasıl bir tuzak kurayım ki
bana yaklaşsın da
onu vurayım
soluk almak için
oturmaya kalksam
işte yıkıldı diye
saldırıyor yüzüme
onu vurmak için
anlayınca fırsat beklediğimi
hızla dönüyor gökyüzüne
kuşaktan kuşağa
onca insanlar öldü
yem olarak, şu ihtiyar akbabaya
deneyimlerim sesleniyor ki
bitimindeyiz zamanın
yaklaşan bir sonu var
ya senin, ya ihtiyar akbabanın
bu cadı, bu kocamış
leş yiyenin yazgısı, sana bağlı
başaramazsan eğer
sıran geldi demektir
tepemde bir akbaba
hırsla bekliyor ölmemi
vay eğer
fırsatı ben kaçırırsam
dökülüyor suskunluğuna akşamın
ezanın ayak sesleri
kent akşamının hayalinde yanıyor
altın ormanları düşlerin
ve odamın suskunluğunda
cuma akşamıyla uğraşıyor
ezanın ayak sesleri
benim elimde kitap
cuma akşamı sessiz
kopuk kopuk geliyor kulağıma,
ezan
kime söylüyor
ne diyor
kent
uğraşıyor Cuma akşamıyla
ve o garip ses
yalın bir köylü gibi
yitiyor kentin çağıltısında
ben yine
kitap okuyorum
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Sobhi BABEK
————–
CUMA
sessiz Cuma
terk edilmiş Cuma
eski sokaklara benzer hüzünlü Cuma
hastalıklı tembel Cuma
sünen sinsi esnemeler Cuması
bekleyişsiz Cuma
teslim olmanın Cuması
boş ev
sıkıntılı ev
gençliğin baskınına kapalı ev
karanlık ev ve güneşin hayali ev
yalnızlık, fal ve kuşku evi
perde, kitap, dolap ve resimler evi
ah ne denli dingin ve gururla geçiyordu
garip bir su akıntısı gibi
bu terk edilmiş sessiz Cumalarda
bu sıkıntılı evlerde
benim yaşamım
aaah ne denli dingin ve gururla geçiyordu…
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ
———
İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüştür
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
-selam
-selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
gitmekte olan o kimseye böyle
dayançlı
ağır
başıboş
nasıl dur emri verilebilir.
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir
zaman diri olmadığı.
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar
ve merdivenin boyu
ne kadar kısa
onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına götürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek?
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu
bekleyen.
uçuş düşlediğin bir yolda bir gün
o kuş belirdi
sanki yeşil hayal çizgilerindendi
esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
lambanın masum düşüncesinden başka bir şey
değildi.
sokakta rüzgâr esiyor
bu yıkımın başlangıcıdır
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı sevgili yıldızlar
gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl
sığınılabilir?
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize
varırız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, “o şarap meğer kaç
yıllıkmış?”
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçimler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve aşktandır tüm yaralarım benim
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.
selam ey masum gece!
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
niçin bakmadım?
bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
gibi…
niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
İsfahan’ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün
içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydınlıktı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum.
annem o gece ağlamıştı sanırım.
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık
uğradı
niçin bakmadım?
tüm mutluluk anları biliyorlardı
senin ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına.
acaba saçlarımı yeniden
rüzgârda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde?
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi?
“bitti artık” dedim anneme
“hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz” dedim
boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
dayançlı,
ağır,
başı boş.
saat dörtte,
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
-selam
-selam
sen asla o dört su lalesini
kokladın mı hiç?…
zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece pencere camlarının ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarımın toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum…
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken
ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın
buğu uyku çimenliğine oturdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresinde dönerlerdi.
sözü neden sesli söylediler?
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kızoğlankız saçların arına götürdüler?
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir.
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem.
serçelerin dili fabrikada ölüyor.
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
birlik anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini
matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla
kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı.
sen mavi çini tınlamasından boşaldın.
ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz
kılıyorlar…
mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma
şehvetinde…
ah,
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam…
ben nereden geliyorum.
“bitti artık” dedim anneme,
“hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz” dedim
selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun tanıklığında
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ
———-
YERYÜZÜ AYETLERİ
O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar
Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.
Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerin orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi
Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.
Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.
Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.
Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.
Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.
Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki…
Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk…
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu…
Ah tutsağın sesi…
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi…
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Onat KUTLAR – Celal HOSROVŞAHİ
————
YEŞİL DÜŞ
Bütün gün ağladım aynada
Penceremi ağaçların yeşil düşüne
Açmıştı bahar
Gövdem sığmıyordu yalnızlığın kozasına ve
Kokusu kâğıtlardan örülmüş tacımın
Kaplamıştı gökyüzünü baştan başa
O güneşsiz ülkenin
Yapamıyordum artık yapamıyordum
Sokağın sesi bastırıyordu birden ve kuşların sesi
Kayboluşunun sesi paltoluk çocuk kumaşı toplarının
Şamatası çocukların
İplerin ucunda yükselen
Uçurtmaların dansı
Sabun köpükleri gibi
Ve rüzgâr
Sevişmenin en derin ve karanlık anında esmeye başlayan rüzgâr
Zorluyordu
Surlarını güvenimin sessiz kalesinin
Kendi adıyla çağırıyordu yüreğimi çok eski çatlaklardan sızarak
Bütün gün gözlerimi diktim
Gözlerine yaşamın
O korkak ve kaygılı gözlere
Bakışımdan kaçan
Ve yalancılar gibi gizleniveren
Gözkapaklarının tehlikesiz sığınağına
Hangi tepe hangi doruk?
Tümü dolambaçlı yolların
Bir kavuşma noktası ve son
Bulmuyorlar mı o soğuk ve yok edici ağızda?
Ve ne derdiniz bana ey yalın ve aldatıcı sözcükler?
Ne verdiniz tenin ve isteğin kaçışından başka?
Daha da yalancı olmaz mıydı
Başıma koyduğum ve kokular saçan
Kâğıttan yapılmış taçtan daha yalancı
Saçlarıma iliştirdiğim bir çiçek?
Nasıl da tutuldum çölün ruhuna
Ve uzaklaştırdı beni ayın büyüsü sürünün inançlarından
Nasıl büyüdü yüreğimin yarım kalmışlığı
Tamamlayamadı bir türlü hiç olan yarım öbür yarımı
Durdum nasıl ve gördüm kayıyor
Ayaklarımın altındaki toprak
Ve geçmiyor tenimin bomboş bekleyişine
Sıcaklığı tenimin
Hangi tepe hangi doruk?
Koruyun beni ey kaygılı ışıklar
Aydınlık evler
Çamaşırların ıtırlı tütsülerle güneşli çatılarında salındığı
Koruyun beni ey olgun ve saf kadınlar
Parmakları çocuğun zevkten çıldırtıcı kıpırtılarını izleyen tenleri üstünde
Göğüslerinden süt kokusuyla karışık taze esintiler gelen
Hangi tepe hangi doruk?
Beni koruyun ey ateş dolu ocaklar, uğur boncukları
Karanlık mutfaklardaki türküsü bakır kapların
Yüreği biraz sıkkın mırıltısı dikiş makinalarının
Kavgası sürüp giden süpürgelerle halıların
Koruyun beni ey tutkulu aşklar
Yatağımızı üremenin acı isteği
Cadı suları ve kan damlalarıyla donatıyor
Bütün bir gün boyu bütün bir gün
Terk edilmiş terk edilmiş bir ceset gibi su yüzünde
İlerledim ürkütücü kayalıklara
En derin deniz mağaralarına ve
En etobur balıklara
Durmadan gerildi sırtımın incecik omurgası
Bir ölüm duygusuyla
Yapamıyordum artık yapamıyordum
Yadsıyarak yükseliyordu yoldan ayak seslerim
Daha büyüktü umutsuzluğum sabırdan
Ve geçiyordu bahar o yemyeşil düş
Penceremden
Sesleniyordu yüreğime:
“Bak
Hiçbir zaman ilerlemedin
Battın sen!”
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Onat KUTLAR – Celal HOSROVŞAHİ
————-
KIZIL GÜL
kızıl gül
kızıl gül
kızıl gül
o beni kızıl gül bahçesine götürdü
ve ıstıraplı saçlarıma kızıl gül taktı karanlıkta
ve sonunda
kızıl gül yaprağı üstünde benimle yattı
ey felçli güvercinler
ey adetten kesilmiş deneyimsiz ağaçlar, ey kör pencereler
yüreğimin altında ve derinliğinde uyluklarımın, şimdi
kızıl bir gül sürgün vermekte
kızıl gül
kızıl
bir bayrak gibi
ayaklanmada
ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ
———-
PENCERE
Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana
Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kâğıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
O andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hâlâ başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabancı sesiyle
Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kentte
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acı şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka
Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adını kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar art arda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Aya vardığınızda!
Düşler
Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
gençliğim miydi benim?
Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı’ya çatılarda dolaşan?
Seziyorum zaman geçip gitti artık
Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında
Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda…
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Onat KUTLAR – Celal HOSROVŞAHİ
————
RÜZGÂR BİZİ GÖTÜRECEK
küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var
dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun
dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
yağış anını bekliyorlar
bir an
ve sonrasında hiç.
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil!
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi götürecek
rüzgâr bizi götürecek.
Furuğ FERRUHZAD
Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ