25.12.2023Saat:23:39
DİL DEĞİŞİMİ VE TÜRKÇE KULLANIMI TARTIŞMALARI
Tüm dillerin zamanla değiştiği, bazılarının öldüğü, yeni kuramsal ve teknolojik gelişmeler sonucunda özel alan dillerinin doğduğu ve kullanıldığı artık herkes tarafından bilinmektedir. Değişim süreci yaşanırken aynı dili konuşanlar için alışılmadık kullanımlar ortaya çıkar. Çeviri yoluyla yeni alanların gerektirdiği terimler ve sözcükler türetilir. Bazıları dilde kabul görür, türetildiği bağlam dışında da kullanılmaya başlar ve yaşar. Bazıları unutulur gider, bazıları ise ait oldukları alanlarda kalır ve o alanla ilgilenenlerin sözlüklerinde yerlerini alır. Dil, iletişimi sağlayan en önemli araç olduğu için dildeki değişim, belli bir dilin tüm kullanıcılarını, değişik ölçülerde (değişimden etkilenme derecesine, yaptığı işe bağlı olarak) ilgilendirir. Bazıları bu değişimleri yadırgar ve çeşitli değer yargıları ile mahkûm eder. Bazıları kuralcı bir tutum izleyerek sürekli bir yanlış avcılığı yapar. Bazıları değişime uygun bir gelişim için çalışır.
(…)
Dil değişiminin doğallığını kabul etmek, yanlış dil kullanımlarını onaylamak anlamına gelmemektedir. Dildeki gözle görünür yanlışlar, dil dizgesine uygun olmayan kullanımlar ve yabancı sözcük kullanımları dil değişimi değil, kamuoyunda bir değer yargısı ile “dil kirlenmesi” olarak nitelenen “dil sapmaları” olguları olarak değerlendirilebilir. Ancak, asıl sorun dil değişimi ve “dil sapmalarını” karıştırmak, birini diğerinin ölçütlerine göre kabul edip değerlendirmektir. Bu, her iki alan için de tehlikelidir. Dil sapmaları ve yanlış kullanımların dil değişimi alanında değerlendirilmesi, sadece dilimizi değil tüm Avrupa dillerini tehdit eden İngilizcenin kültürel egemenliğini bir olgu olarak yok saymak, yanlış kullanımların ise yerleşip kurallaşmasına yardımcı olmak anlamına gelir.
İngilizcenin tüm dünya üzerindeki kültürel egemenliği, ülkemizde de hissedilmektedir. Mağaza ve tüketim maddeleri isimleri, çeşitli alan terimleri ve kavramları İngilizceden dilimize yeni karşılıklar aranmaksızın girmekte ve bazen bu sözcükleri kullanmak “prestij” sorununa dönüşmektedir. Yabancı bir dilin anadil üzerindeki etkisi sadece yeni sözcük boyutunda değildir. Anadilin sözdizimsel ve anlambilimsel yapısına aykırı kullanımlar da çeviri yolu ile yerleşmekte ve kullanılmaktadır. Ekonomik ilişkilerin ve popüler kültür ürünlerinin dilimize yerleştirdiği kullanımların doğruluğu ya da yanlışlığı, yararı ya da zararı tartışılır. Ancak bunlar yaşanan gerçekliklerdir. Kuralcı yaklaşımlar ya da değer yargıları bu sürecin yaşanmasını engelleyememektedir.
Dilde yazım, söyleniş ve dil bilgisi ölçütlerinin belirgin, geçerli bir modele göre oluşturulması kuralcı olmayı gerektirir. En azından eğitim alanında değer ölçütleri belirleyebilmek, düşüncenin belli sözdizimsel ve anlambilimsel kurallara göre aktarımını sağlamak gerekir.
Anadili eğitimindeki kuralcılık, eğitsel ve kamusal alanda dilsel birliği sağlamaya yönelik olmalıdır. Belli bir kültürel ya da siyasal düşüncenin diğerlerine göre üstünlüğünü ya da etkinliğini belirgin kılmaya yönelik olmamalıdır. Dilsel birliği sağlamaya yönelik çabalar, belli söz dizimsel ve anlam bilimsel kurallarla iletişimin gerçekleşmesini hedeflemelidir. Herhangi bir amaç ya da kültürel hedef bağlamında değerlendirilmemelidir.
Dilin yaşayan canlı bir düzenek olması ve adlandırmadaki keyfîlik nedeniyle Türkçe ve tüm diğer diller için dilin kurallarına göre işlemesi ve “korunması” adına yapılan çalışmalar akademik alanlarla sınırlı kalmakta ve toplumsal gerçeklikle örtüşmemektedir. Ekonomik ve kültürel gelişmenin özellikle “popüler” kültür ve “tüketim” nesneleri anlamında sınırları kaldırdığı bir dönemde değişime müdahale şansı azalmaktadır.
(…)
Ülkemizde, dilin sadeleştirilmesi ve anlaşılırlığının sağlanması ile ilgili çalışmalar Tanzimat Dönemi’n-de başlamıştır. Tanzimat aydınları Fransız kaynaklı bir kültürel model seçtiklerinden gelişme, yenileşme ve demokratikleşme alanında yapılacak çalışmaların halkın anlayabileceği düzeyde olması için öncelikle dilde sadeleşme ve yenileşme hareketine gerek duyulduğunu düşünmüşler ve bu alandaki çalışmalarını Fransız kültürel modeline göre sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet Dönemi, Tanzimat Dönemi’nden farklı olarak yeni bir alfabe ile bu gelişimi ve değişimi sağlamıştır. Her iki dönemde de amaç halkın anlayabileceği bir dil kullanmak, eğitimi yaygınlaştırmak ve dili yabancı sözcüklerden arındırarak sadeleştirmektir.
(…)
Özetle X. yüzyıldan başlayıp günümüze uzanan Türkçenin yabancı dillerin egemenliğinden kurtarılması ve sadeleştirilmesi sorunu tarihsel gerçeklik olarak üç aşamadan geçmiştir: Arapça ve Farsçanın etkisi, Fransızcanın etkisi ve günümüzde İngilizcenin etkisi. Değişen kültürel ve ekonomik koşulların dilimizde yarattığı bu süreç sadece bize özgü değildir. Dünya üzerindeki bütün diller benzer etkileşimlerle değişikliğe uğramış ve benzer tartışmaları yaşamıştır.
Dilde sadeleşme, yenileşme ve özenli dil kullanımına yönelik çabalar, iletişimi sağlamayı amaçladıkları sürece başarılı olabilir. Belli modeller ve kalıpların yaygınlaşmasını ve dayatılmasını önerdiklerinde başarı şansları azalır. Dilin sadeleşmesi, dil aracılığıyla yaşanan kültürel yabancılıktan kurtulmak anlamına da gelebilir. Bu nedenle ülkemizde yaşanan dilsel değişim dönemleri, hangi kültürün etkisinde olursa olsun, bizlere kendi kültürümüz ve dilimizle ilgili soru sorma ve yenilenme fırsatı tanımıştır. Kültürel değişim ve gelişimin önemli basamaklarını oluşturmuştur. Bu nedenle değer yargısından uzak bir biçimde, bilimsel ölçütlerle değerlendirilmeleri kültürel kimliğimiz konusunda da yeni verilere ulaşmamızı sağlayabilir.
Betül Parlak, Dil Değişimi ve Türkçe Kullanımı Tartışmaları, Muğla Üniversitesi SBE Dergisi (Kısaltılmıştır.)
Tüm dillerin zamanla değiştiği, bazılarının öldüğü, yeni kuramsal ve teknolojik gelişmeler sonucunda özel alan dillerinin doğduğu ve kullanıldığı artık herkes tarafından bilinmektedir. Değişim süreci yaşanırken aynı dili konuşanlar için alışılmadık kullanımlar ortaya çıkar. Çeviri yoluyla yeni alanların gerektirdiği terimler ve sözcükler türetilir. Bazıları dilde kabul görür, türetildiği bağlam dışında da kullanılmaya başlar ve yaşar. Bazıları unutulur gider, bazıları ise ait oldukları alanlarda kalır ve o alanla ilgilenenlerin sözlüklerinde yerlerini alır. Dil, iletişimi sağlayan en önemli araç olduğu için dildeki değişim, belli bir dilin tüm kullanıcılarını, değişik ölçülerde (değişimden etkilenme derecesine, yaptığı işe bağlı olarak) ilgilendirir. Bazıları bu değişimleri yadırgar ve çeşitli değer yargıları ile mahkûm eder. Bazıları kuralcı bir tutum izleyerek sürekli bir yanlış avcılığı yapar. Bazıları değişime uygun bir gelişim için çalışır.
(…)
Dil değişiminin doğallığını kabul etmek, yanlış dil kullanımlarını onaylamak anlamına gelmemektedir. Dildeki gözle görünür yanlışlar, dil dizgesine uygun olmayan kullanımlar ve yabancı sözcük kullanımları dil değişimi değil, kamuoyunda bir değer yargısı ile “dil kirlenmesi” olarak nitelenen “dil sapmaları” olguları olarak değerlendirilebilir. Ancak, asıl sorun dil değişimi ve “dil sapmalarını” karıştırmak, birini diğerinin ölçütlerine göre kabul edip değerlendirmektir. Bu, her iki alan için de tehlikelidir. Dil sapmaları ve yanlış kullanımların dil değişimi alanında değerlendirilmesi, sadece dilimizi değil tüm Avrupa dillerini tehdit eden İngilizcenin kültürel egemenliğini bir olgu olarak yok saymak, yanlış kullanımların ise yerleşip kurallaşmasına yardımcı olmak anlamına gelir.
İngilizcenin tüm dünya üzerindeki kültürel egemenliği, ülkemizde de hissedilmektedir. Mağaza ve tüketim maddeleri isimleri, çeşitli alan terimleri ve kavramları İngilizceden dilimize yeni karşılıklar aranmaksızın girmekte ve bazen bu sözcükleri kullanmak “prestij” sorununa dönüşmektedir. Yabancı bir dilin anadil üzerindeki etkisi sadece yeni sözcük boyutunda değildir. Anadilin sözdizimsel ve anlambilimsel yapısına aykırı kullanımlar da çeviri yolu ile yerleşmekte ve kullanılmaktadır. Ekonomik ilişkilerin ve popüler kültür ürünlerinin dilimize yerleştirdiği kullanımların doğruluğu ya da yanlışlığı, yararı ya da zararı tartışılır. Ancak bunlar yaşanan gerçekliklerdir. Kuralcı yaklaşımlar ya da değer yargıları bu sürecin yaşanmasını engelleyememektedir.
Dilde yazım, söyleniş ve dil bilgisi ölçütlerinin belirgin, geçerli bir modele göre oluşturulması kuralcı olmayı gerektirir. En azından eğitim alanında değer ölçütleri belirleyebilmek, düşüncenin belli sözdizimsel ve anlambilimsel kurallara göre aktarımını sağlamak gerekir.
Anadili eğitimindeki kuralcılık, eğitsel ve kamusal alanda dilsel birliği sağlamaya yönelik olmalıdır. Belli bir kültürel ya da siyasal düşüncenin diğerlerine göre üstünlüğünü ya da etkinliğini belirgin kılmaya yönelik olmamalıdır. Dilsel birliği sağlamaya yönelik çabalar, belli söz dizimsel ve anlam bilimsel kurallarla iletişimin gerçekleşmesini hedeflemelidir. Herhangi bir amaç ya da kültürel hedef bağlamında değerlendirilmemelidir.
Dilin yaşayan canlı bir düzenek olması ve adlandırmadaki keyfîlik nedeniyle Türkçe ve tüm diğer diller için dilin kurallarına göre işlemesi ve “korunması” adına yapılan çalışmalar akademik alanlarla sınırlı kalmakta ve toplumsal gerçeklikle örtüşmemektedir. Ekonomik ve kültürel gelişmenin özellikle “popüler” kültür ve “tüketim” nesneleri anlamında sınırları kaldırdığı bir dönemde değişime müdahale şansı azalmaktadır.
(…)
Ülkemizde, dilin sadeleştirilmesi ve anlaşılırlığının sağlanması ile ilgili çalışmalar Tanzimat Dönemi’n-de başlamıştır. Tanzimat aydınları Fransız kaynaklı bir kültürel model seçtiklerinden gelişme, yenileşme ve demokratikleşme alanında yapılacak çalışmaların halkın anlayabileceği düzeyde olması için öncelikle dilde sadeleşme ve yenileşme hareketine gerek duyulduğunu düşünmüşler ve bu alandaki çalışmalarını Fransız kültürel modeline göre sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet Dönemi, Tanzimat Dönemi’nden farklı olarak yeni bir alfabe ile bu gelişimi ve değişimi sağlamıştır. Her iki dönemde de amaç halkın anlayabileceği bir dil kullanmak, eğitimi yaygınlaştırmak ve dili yabancı sözcüklerden arındırarak sadeleştirmektir.
(…)
Özetle X. yüzyıldan başlayıp günümüze uzanan Türkçenin yabancı dillerin egemenliğinden kurtarılması ve sadeleştirilmesi sorunu tarihsel gerçeklik olarak üç aşamadan geçmiştir: Arapça ve Farsçanın etkisi, Fransızcanın etkisi ve günümüzde İngilizcenin etkisi. Değişen kültürel ve ekonomik koşulların dilimizde yarattığı bu süreç sadece bize özgü değildir. Dünya üzerindeki bütün diller benzer etkileşimlerle değişikliğe uğramış ve benzer tartışmaları yaşamıştır.
Dilde sadeleşme, yenileşme ve özenli dil kullanımına yönelik çabalar, iletişimi sağlamayı amaçladıkları sürece başarılı olabilir. Belli modeller ve kalıpların yaygınlaşmasını ve dayatılmasını önerdiklerinde başarı şansları azalır. Dilin sadeleşmesi, dil aracılığıyla yaşanan kültürel yabancılıktan kurtulmak anlamına da gelebilir. Bu nedenle ülkemizde yaşanan dilsel değişim dönemleri, hangi kültürün etkisinde olursa olsun, bizlere kendi kültürümüz ve dilimizle ilgili soru sorma ve yenilenme fırsatı tanımıştır. Kültürel değişim ve gelişimin önemli basamaklarını oluşturmuştur. Bu nedenle değer yargısından uzak bir biçimde, bilimsel ölçütlerle değerlendirilmeleri kültürel kimliğimiz konusunda da yeni verilere ulaşmamızı sağlayabilir.
Betül Parlak, Dil Değişimi ve Türkçe Kullanımı Tartışmaları, Muğla Üniversitesi SBE Dergisi (Kısaltılmıştır.)