Faruk Nafiz Çamlıbel’in Edebi Şahsiyeti
Faruk Nafiz Çamlıbel’in Edebi Şahsiyeti
Faruk Nafiz, İstanbul’da, Balkan savaşının ve birinci Dünya harbinin kaybedildiği üzgün çağlardaki romantik hayat içinde yetişen bir şairdir. Bu devrin marazi hassasiyeti içinde şiire daha çocukluk yıllarında başlamış, Servet-i Fünun ve Fecr-i ati dilleriyle de şiirler söylemiştir. Onun 3 Mart 1914’te henüz 16 yaşında iken Peyam gazetesinin edebi ilavesinde yayımlanan:
Atime gülen defter-ı mâzinin içinden
Açmakta hayâlim yine bir başka sahife;
Ka’rından müzeyyen
Sâhillere hemrâz olan emvâca mümâsil
Bir lücce-i nâlân akıyor; sanki bu tuhfe
Bir hande-i mâzi gibidir hâle muâdil
gibi mısra’larla söylenmiş Aşiyân-ı Harâb isimli uzun şiiri sesini duyurmaya başladığı ilk örnektir.
Bu devrin aşırı hassasiyeti genç insan gönüllerini aşk ürperişlerine kuvvetle sürüklediği içindir ki, bu yılların en güzel aşk şiirlerini terennüm eden şâir, bilhassa genç kızların ve genç erkeklerin meclislerinde herkesten çok sevilen ve herkesten çok okunan bir saltanat sürmüştür.San’atkârın şiirdeki devamlı hamlelerinde bu en çok sevildiği yılların kuvvetli te’siri vardır.
Faruk Nâfiz aşk şiirlerini önce kuvvetli bir aruzla yazıyordu. Bu çağlarda genç şâir, eskilerden Baki gibi, yenilerden Cenab gibi, bilhassa Yahyâ Kemâl gibi söylemekten hoşlanıyordu. Fakat milli şiirin bir vezin meselesi hâline getirildiği ve aruzdan heceye bir akın yapıldığı yıllarda açıkça görüldü ki, Faruk Nâfiz elinde hangi saz bulunursa bulunsun, onu orijinal bir söyleyişe âlet edebilecek ve bu sazı, şiir yolunda başarı ile kullanabilecek bir san’atkâr ruhuna sahihtir.
Faruk Nâfiz şiirde ve dilde, kendi gerçek şahsiyetini bulmakta hemen hiç gecikmemiş ve 1918’den beri söylediği şiirlerde dil tam mânasıyla Türkiye Türkçesinin zaferleri arasında yer almıştır. Onun 1920’de yâni ilk şiirlerinden 6 yıl sonra Ümid mecmuasında neşrettiği Bahçeden Saraya isimli şiirinde işte bu kendini buluşun nefis Türkçesi vardır.
Son goncalar döküldü sakın gelme bahçeme
Kalbinde mevsimin gamı yer tutmasın derim
Yaprakların süründüğü atlas feracene
Nisan oluca ruhumu ben yaymak isterin***
Kalbinde bahçenin gamı yer tutmasın, bırak
Vardır sarayda sökmeyecek bir bahâr, ısın…
Sen bir güneşle çerçevelenmiş kadar sıcak,
Gün yüzlü, sırma saçlı ve zümrüd bakışlısın.
Bu şiirde daha da sıcak söyleyişler ve meselâ :
Sensiz geçen zamana yaşanmış denilmiyor…
gibi hem Türkçenin hem de Türk aruzu‘nun zaferleri sayılacak deyişler de yer almıştır. Firâri şiirinde;
Zülfünün yay gibi, kuvvetli, çelik tellerine
Takılan gönlüm, asırlarca peşinden gidecek…
Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da, yine,
Seni aşkım canavarlar gibi takibedecek
gibi mısraları da gene türkçenin aruzun ve şiirin zaferleri arasındadır. Çünkü Faruk Nafiz, şiirin ancak asırların dilinde işlene işlene inceleşen ve musikileşen, Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerle söylenildiğine inanırdı. Kelimelerini günün türedi kelimelerinden seçmeyecek kadar köklü bir dil zevkine sahipti bu dilde ancak millet dilinde, halk ağzında derin bir yontuluş tarihi bulunan kelimeler yer alabilirdi. Nitekim :
Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime.
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır,
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme gönlüm dilime.
gibi mısralarında Türkçe’ye ve aruza bağlılığını açıkça ortaya koymaktadır.
Aruzla söylediği şiirlerde bu vezni bir Türk aruzu hâline koyan, Muallim Nâci, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Ahmed Hâşim ve Yahya Kemâl dizisinin son usta şâiridir. Onun şiiri bilhassa bu meziyeti bakımından, üstad şâir Yahya Kemâl tarafından takdir edilmiş ve;
Bir lübbüdür, cihanda elezz-i lezâizin,
Her mısra’-ı güzidesi Fârûk Nafiz’in,
gibi Yahya Kemal’in her şâir için kolay söyleyemeyeceği bir iltifatı ile değerlendirilmiştir.
Bununla beraber şair sıcak duygularını ve zeki buluşlarını, eski Türk şiirinden ve Tevfik vasıtasıyla aydın zümrenin edebiyâtına akseden Türk halk şiirinden edindiği kuvvetli hâtıraları, yeni vezinle de muvaffakıyetle terennüm etti. Hece veznine kısa bir zamanda aruza yakın bir ses vermeğe muvaffak oldu. Onun terennümlerinde aruzla hece yanyana yürüyor, şâir pürüzsüz bir söyleyişle kullandığı nazım lisanını, yeni ve kuvvetli hamlelerle olgunlaştırıyordu. Devrinin hemen bütün genç şâirlerini mısralarındaki terennüm lisanının tesiri altında bıraktığı ve bütün yeni yetişenlere âdetâ müşterek bir nazım lisânı verdiği yıllar oldu. Büyük bir ustalıkla kullandığı 7+7 vezni onun elinde aruza yakın bir âhenk kazanmış, daha yeni şâirlerin en çok rağbet gösterdikleri müşterek bir vezin olmuştu.
Faruk Nâfiz’in diğer mühim bir meziyeti de yabancı iklimlere ait şiirlerden tesir almayışıdır. Ne Şarkın Sultanları’nda ne Gönülden Gönüle’de ne Dinle Neyden isimli şiir mecmuasında herhangi bir Avrupa şiiri tesiri vardır. Yalnız Suda Halkalar’ın ismi o sırada pek meşhur olan bir Avrupalı sözden alınmışa benziyordu. Bir Fransız şâiri, “Ben suya taş atan bir adamım” demişti. Yakup Kadri Türkiye’deki şiir anlayışına hücum için bu sözü kullanmış Faruk Nafiz ise bir kitabına başlık yapmıştı.
Faruk Nâfiz, şiirlerinin ekseriyeti bakımından daha çok bir aşk şâiridir. Fakat onun aşkının mayasında, doğuştan bir Türk dili aşkı, bir tabiat sevgisi, bir vatan ve millet aşkı âdetâ bir arada yoğrulmuştur.
Yıllar ilerledikçe aşk şâirliği esas vasfını kaybetmemekle berâber; onun şiire daha başka duygu ve düşünceleri getirdiği de olmuştur; fakirlerin ve muztariblerin derd ortağı olmak, yeni şiire eski şiirden, bazı asil çizgiler aksettirmek ilhamını Kısas-ı Enbiya’dan alan yeni duygu ve düşünce şiirleri söylemek şiire, ince İstanbul peyzajları işlemek v.b. türlü ilhamlar, teessürler duygular, düşünceler bu şiirlere dikkate değer bir çeşitlilik vermiştir.
Faruk Nafiz’in bir de memleket şâirliği devresi vardır:
Şâir, çocukluk ve gençlik hayâtını yaşadığı Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi ve İstiklâl Savaşı yıllarında, çeşitli yurt felâket ve ıztırapları içinde büyümüştü. 1922’de İleri Gazetesi muharriri olarak Anadolu’ya geçmiş, bir müddet Ankara’da kaldıktan sonra, edebiyat muallimi olarak, Ulukışla yoluyle, Kayseri’ye gitmişti. Faruk Nafiz’in Anadolu’yu içinden tanımasına fırsat veren bu yolculuk, 1928’de daha geniş bir imkânla tamamlanmıştı: Devrin Maârif Vekili Mustafa Necâti’nin riyâsetinde Şark Vilâyetlerini Tedkik Heyetle’nde bulunan şâir, bu heyetle Sivas, Erzincan, Gümüşhâne, Trabzon, Erzurum illerimizi görmüş ve dönüşte Kastamonu’yu tanımak fırsatını bulmuştu. O târihlerde bir İstanbul şâiri için çok mühim ve çok yeni olan bu çeşit vatan içi seyâhatleri, Faruk Nafiz’in edebi hayâtında dönüm noktası olmuştu: Bu devirde, şâirin sanatında bir memleket edebiyâtı vücûda getirme ideali yer tutar.
Onun Anadolu’yu adım adım dolaşıp tanıdığı çağlarda bir kısım hece şâirlerinin işi mizaha döktükleri, diğer bir kısmının ise Türkçe manzumelere Baud-laire’lerin Mallarme ve Verlaine’lerin mısralarını yerleştirmekle meşgul oldukları bir buhran devresinde Faruk Nafiz bilerek giriştiği bu yeni harekete Memleket Edebiyatı diyordu. Memleket şürleri söylemek Faruk Nafiz için Anadolu’yu birçok cebheleriyle tanımış olmaktan doğan bir anlayıştır.
Şâir, bu arada, Türk şiirinin, umûmiyetle, Türk edebiyâtının o devirde nasıl bir yol tâkip etmesi lâzım geldiğini, sağlam bir görüşle, düşünür. Onun Sanat isimli şiirinde, bizzat yapmaya çalıştığı bu memleket edebiyatı‘nın bir felsefesi vardır. Bu manzûmede egzotik veyâ kozmopolit sanat zevkiyle yerli ve millî sanat anlayışı ustalıkla karşılaştırılır ve şâir, sebebini de belirterek bu, ikinci sanatı tercih eder :
Başka san’at bilmeyiz, önümüzde dururken,
Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türkü’ler tuttururken,
Sana uğurlar olsun, ayrılıyor yolumuz !
Gerçekten o yıllarda, hakiki bir memleket edebiyâtına, yâni Türk milletinin kendi milli ve bedii kıymetlerini, edebiyâtı vasıtasıyla yakından tanımaya, ihtiyâcı vardı: Yarım ve cinaslı kafiyelerle, en güzel en geniş bir şiiri iki mısra içine sığdıran, sihirli mânilerle; durakları değişik koşmalarla, son mısra’ları terennüm edilsin diye tekrarlanan zevkli türkülerle; tarihi ve içtimâi macerâlarımızın halk gözü ile görülmüş, halk diliyle terennüm edilmiş mahsülleri olan sevimli destanlarla şiir söyliyen Türk milletinin târihi zevki, yeni Türk şiirine halktan yükselen bir ses verecekti. Faruk Nafiz işte bu sesi Anadolu’da bulmuştu, onun bu ilhamla örülen yeni şiirlerinde fidan ve söğüt boylu Türk kızları salınacak, toprağa diz vuruşu içimizi titreten dağ gibi zeybekler sıralanacaktı, Han duvarlarının islenmiş sıvalarında yurt macerâları okunacak, dağ yamaçlarında âşık Garib’lerin, yanık Kerem’lerin tarihi gönüllerinden dökülen, çoban çeşmeleri seslenecekti. Tarihe karışmış sanılan bütün bu “eski sevdalar” yeni Türk şiirinde Faruk Nafizin kalemi ile dirilecekti.
Faruk Nâfiz’in bu tarz şiirleri derhal lâyık oldukları ehemmiyetle ve sevgi ile karşılandı. Sanatkâr bu yeni malzeme ile de birçok “aşk şiirleri” söylemek imkânını da buldu. Bu arada aruzla söylediği Melekü’l Mevt gibi Kızıl saçlar gibi kuvvetli şiirler ne ölçüde bir terennüm lisanıyla ortaya kondularsa hece ile söylenen Çoban Çeşmesi, Kız Hüseyini Vurdular ve Han Duvarları gibi manzumeler de onlara yakın bir musikiye ulaşmış olarak terennüm edildiler. Şâirin yeni, yurt şiirlerinde arada bir, aşktan gayrı, elemler ve bir takım içtimâi yaralar da yer almaya başladı. Şâir açlarla muztariblerle de ilgilenir, ruhunda milli sevgi esâsından doğan bir “beşeri sevgi” besleniyordu. Düşmüş kadınların, kimsesiz çocukların ıztıraplarını da söylemeğe başlayan şâir, Orta Anadolu’nun uzayan yollarında dertli yolcular taşımakla ömür tüketen arabacının bir ömür boyu süren garipliklerini yakından duyuyor, aç insanların karşısında duyduğu ıztırabları da dile getiriyordu. Bu arada şâirin Kayseri’de yazmaya başladığı Yağmur Duası gibi yerli ve şiirli parçalarla Süslü Canavar isimli manzum tiyatro eseri de o devir Anadolu’sunun dertlerine eğilen bir eser olarak dikkati çekiyordu.
Ancak Memleket Edebiyâtı yapmak, Faruk Nafiz için, o yıllarda üzerinden geçen fırtınalarla sarsılmış, fakirleşmiş, muztarip Anadolu’nun bu hâlinden istifâde eden bir gösteriş yapmaktan ve her türlü siyâsi maksatlarla yabancı ideolojilerden uzak, samimî bir harekettir. Bunun içindir ki şâir, Anadolu’nun ıztırâbına yerinde ve kuvvetli çizgilerle temâs etmekle berâber, daha çok o perişan hâliyle bile güzel ve sevimli bir vatanda yaşayan halkımızın incelik ve üstünlüklerini gösteren, iyi ruhlu bir edebiyat meydana getirmiştir. Yine bunun içindir ki Faruk Nafiz’in bu tarz şiirlerinde dört asır evvelki saz şâiri Karacaoğlan‘ın şiirlerini besleyen, yurt güzellerine ve yurt güzelliklerine âit, yerli çizgiler görülüyordu.
Kısaca, bu şiirlerde görülen “O zaman için yeni” dünyâ, büyük romancı Reşat Nuri‘nin Anadolu sahneleri’yle süslü romanlarında olduğu gibi yalnız zekâlarında, tecrübe, tevâzu ve irfanlarında değil ıztırablarında da bir incelik ve sevimlilik bulunan sıcak ve asil milletin dünyâsıdır.
Fâruk Nafiz’in san’at hayatındaki üçüncü aşama, 194o’lardan sonradır. Denilebilir ki, şair en olgun şiirlerini bu yıllar içinde vermiştir. Fâruk Nâfiz imsazıyla okuduğumuz manzumeler, ekseriya duygulu ve usta bir san’atkâr kalemiyle terennüm edilmiş tefekkür şiirleridir. Bu manzumelerdeki fikir maddesinin şairin bir ömür boyunca edindiği hayat tecrübelerinden doğmuş olması, onlara ayrı bir kıymet vermektedir. Bu şiirlerde her şeyden çok, iyi bir “insan” ve her insanın iyiliğini istiyen bir ruh vardır. Aşk, Tanrı ve hayat karşısında, gençlik duygularından ziyâde, bu mevzuların bir kısım sırlarına ulaşmış bir ruhun fikri heyecanları bu şiirlerin ruhunu teşkil ediyor. Onun meselâ Beşikten Mezara Kadar isimli şiirinde sevginin ve Sofra isimli diğer bir şiirinde tabiat güzellikleri karşısında kendi kendine yeten bir şairin olgunluğu vardır. Mezâmir ve Eller böyle olgun bir aşkın, Hadisler, yine böyle olgun bir düşüncenin mısralarıdır.
Faruk Nafiz, hayatının en ıztıraplı devresi olan Yassıada hicranlarını rubâî veya kıt’a şeklinde küçük fakat özlü manzumeler halinde yazmıştır. Yassıada’dan sonra yazdığı bazı kıt’alarıda azâsı bulunduğu Kubbealtı cemiyeti’nin çıkardığı Kubbealtı Akademi mecmuası’nda “İsimsiz Kıt’alar” başlığı altında yayınlamıştır.
Fâruk Nâfiz’in roman ve mensur tiyatro tecrübeleri de edebiyatımıza, intişar yıllarında çok beğenilen, bazı eserler kazandırmakta gecikmemiştir. Onun Yıldız Yağmuru isimli romanında bir kere daha tattığımız “güzel Türkçe”, Yayla Kartalı isimli tiyatro eserinde gerçek bir zafer kazanmıştır. İstanbul Şehir Tiyatrosunda sürekli bir rağbet gördükten sonra, filme alınan Yayla Kartalı, bugünkü toplumsal hayatımızın, iyi ve kötü bir çok sahnelerine temas etmesi bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Müellifin “sahne romanı” gibi bir tarifle vasıflandırdığı bu eser, bugün sayılamayacak kadar çok çeşitleri bulunan tiyatro nevileri arasında ayrı bir çeşni ve herhalde başarılı bir teliftir.
Kaynak: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihat Sami Banarlı