Fantastik Edebiyat
Fantastik Edebiyat
Nedir Fantastik?
Sözcüğün etimolojisine baktığımızda köken olarak bir noktada hayal anlamına gelen Yunanca bir sözcükle karşılaşırız: Phantasia. Bundan phantasma (hayalet), phantastikon (imgelemi ilgilendiren), phantastike (hayal edebilme yeteneği) gibi sözcükler türetilir.
Ortaçağ’da “cin tutmuş” anlamında fantastique sıfat olarak kullanılır ilk kez. Fantasie kelimesi klasik Fransızca’da imgelemi belirtir. 19. yüzyılın ortalarında bu kavram bugün yerleşmiş anlamına kavuşur: Yalnızca imgelemde var olan ve yalnızca cismanî bir varlığın görüntüsüne sahip olan olarak iki ayrı anlam ifade etmeye başlar. Bugün TDK fantastik sözcüğünü aslında çok da farklı olmayan bir biçimde tanımlamaktadır: Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayalî.
Derlenen bu kısa etimolojik verilerden yola çıkarak fantastik edebiyatı tanımlayamaya çalıştığımızda çok farklı tanım arayışları ile karşılaşırız. Örneğin, Tzvetan Todorov’un edebiyatta fantastiği tanımladığı incelemesine başvurabiliriz. Öncelikle Todorov’un tekinsiz ve olağanüstü diye iki ayrı ana tür tanımladığını bilmemiz gerekiyor. Ona göre fantastik bu iki komşu türün arasında yer alıyor. Bunu şöyle açabiliriz: Sözgelimi bir öykü okuduğunuzu varsayın ve bu öyküde geçen olaylara dair, bunların doğal mı yoksa doğaüstü olaylar mı oldukları konusunda bir kararsızlık çekiliyor olsun. Todorov’a göre, bu kararsızlık hâli sürdüğü müddet fantastik denilen tür ortaya çıkar. Yani okuyucu ve çoğunlukla onunla aynı anda öykü kahramanın içine düştüğü karar verememe hâli fantastiğin temel koşuludur ona göre. Bir noktada artık olayların doğal açıklamaları olduğu kanaatine varılırsa o zaman fantastik biter ve tekinsiz denilen türe geçilir, ya da aksine olayların doğal olmayan türden olaylar oldukları kanaatine erişilirse, yine fantastik biter ve olağanüstü denilen türün sınırlarına adım atılır.
Görüldüğü üzere Todorov fantastiği okuyucunun ve öykü kişisinin kararsızlık sürecine sıkı sıkıya bağlayarak, türün sınırını da epeyce daraltıyor. Bu açıdan bakıldığında pek çok eserin fantastik edebiyat içerisinde kendine yer bulması mümkün olamayacaktır. Dolayısıyla Todorov’un bakış açısı kendi bütünlüğü açısından çok yetkin olsa da, hafta kavrayış açısından çok yararlı olsa da, kişisel olarak daha farklı bir tanım ihtiyacı duyabiliriz.
O zaman tanım arayışına devam edelim. Çoğumuzun öyle ya da böyle bir şekilde tanıdığı H. P. Lovecraft’ın tanım çabası şöyledir:
“En önemlisi atmosferdir çünkü (fantastiğin) özgünlüğünün ana ölçütü olayın yapısından çok yaratılan özel izlenimdir. .Bu nedenle fantastik masalı, yazarın niyetinden çok, uyandırdığı heyecan yoğunluğuna göre değerlendirmeliyiz. .Okuyucu derin bir korku ve terör duygusuna kapılıyorsa ve alışılmamış güçlerin varlığını duyuyorsa o masal fantastiktir, işte bu kadar basit.”
Böylece Lovecraft fantastiği okurun psikolojik tepkilerine bağlama yolunu seçiyor. Eğer korku ve terör uyandırıyorsa okunan metin fantastiktir diyor. Peki, bu yeterli mi? Şüphesiz korku klasik fantastikte çok sık ortaya çıkar fakat her zaman değil. Yani bu tanım Lovecraft için yeterli olsa bile klasik fantastik edebiyat içinde yer alan fakat korku hissi uyandırmayan eserler için yetersiz kalacaktır.
İşin aslı şu ki, fantastik edebiyat etrafına sınırlar çizilmesi zor bir edebi alan. Burada da görülebilir; bugün bildiğimiz şekliyle modern fantastik edebiyat ne Todorov’un yapısalcı fantastiğine ne Lovecraft’ın korku ve dehşet hissi üzerine kurulmuş fantastiğine tam olarak denk düşmüyor. Peki, öyleyse Yüzüklerin Efendisi’ni ve benzerlerini nereye yerleştireceğiz? Aslında yerleri örneğin Todorov’un kuramına baktığımızda olağanüstü denilen türün içine alınabilirmiş gibi duruyor. Fakat bu noktada şunu belirtmek elzem olacak; klasik fantastik üzerine söz söyleyen yazar ve eleştirmenler peri masallarını ya da bu yapıdaki anlatıları fantastik dedikleri metinlerden ayırma yoluna gitmişler. P. G. Castex’den yapılan şu alıntı bu ayırımın nedeni konusunda bize sağlıklı bir yardım verebilir: “Zihnin yerinden yurdundan uzaklaşmasını ifade eden mitolojik anlatıların ve peri masallarının geleneksel uydurmacılığından” farklı olarak fantastik, “gerçek yaşam çerçevesine gizemin zorla dâhil edilmesiyle” nitelendirilir.”
Bu alıntıda dikkat çekici unsur peri masalı ya da benzeri bir mitolojik anlatının klasik fantastikten açıkça farklı bir biçimde kurulduğudur. Daha net ifade edersek; peri masalı bildiğimiz dünyadan bütünüyle farklı bir dünya üzerinde olmasa bile hemen dikkatimizi celbedecek denli bariz farklılıkta bir hayalî dünya üzerine kurulur. Alıntıda dikkat çekilmeyen ama benim ekleyebileceğim bir başka bağlam da peri masalının bir uzlaşmayla kuruluyor olmasıdır. Masalın hayalî imgeleri ile bildik gerçeklik bir araya gelirken hiçbir sorun ortaya çıkmaz ve hemen uyuşurlar (hem okurun zihninde, hem de öyküde). Halbuki klasik fantastik yine Castex’e göre “günlük gerçekliğin yapısında bir kırılma, bir yırtılma” yaratır. İşte gerçeklikte meydana gelen bu kırılma bir sorun demektir ve anlatı bu sorun üzerinde döner. Olağan ve olağanüstü arasında “kavgalı” bir durum ortaya çıkmış demektir ve ikisi arasında en azından fantastik kararsızlık sürdükçe bir çatışma var demektir. Bu nedenle örneğin Case of Charles Dexter Ward öyküsü ile Sir Gawain and Green Knight arasında belirgin bir fark görürüz. Sir Gawain and Green Knight bildiğimizin dünyadan ayrıksı, -Todorov’a dönersek- en başta hemen farkına varacağımız, fantastik kararsızlığa yer bırakmayacak derecede olağanüstü bir anlatıdır. Okumaya başladığınızda olağan ve olağanüstü arasında bir kararsızlıkla zaman kaybetmezsiniz. Böylece, bu tür bir okumayı mümkün kılan Yüzüklerin Efendisi ve benzerleri Sir Gawain and Green Knight ile benzer bir düzlemde, hattâ daha öte bir olağanüstülük düzleminde değerlendirilebilir ancak. Peki klasik fantastiğin kendi içinde uzlaşı barındırmayan sınırlarını iyice kırıp neden tüm kapsayıcılığı ile şöyle demeyelim: Fantastik edebiyat, içinde olağanüstü olay ya da varlıklar bulunduran bir edebî türdür. Berna Moran’ın tanımı şu şekildedir: “Gerçekliğin mekân, zaman, karakter kavramlarını, canlı cansız ayırımını tanımayan ve bildik dünyamızın ötesinde alternatif bir dünyayı işin içine katan anlatıların tümüne verilen bir ad.”
Bu bakış açısı karşısında şüphesiz Todorov şöyle bir itiraz getirecektir:
“İçinde doğaüstü öğeler bulunan yapıtların tümünü kapsayacak bir tür düşünülemez, yoksa Homeros kadar Shakespeare‘in, Cervantes kadar Goethe‘nin yapıtlarını da böyle bir türe katmak gerekir. Doğaüstü dediğimiz nitelik benzer yapıtları nitelemez, çok geniş bir dağılımı vardır.”
İtiraz elbette anlamlı gibi gözüküyor. Eğer sınır çizeceksek, benzer yapıtları içine alacak sınırları çizelim denilmesi çok anlaşılır bir yaklaşım. Fakat Todorov’un olağanüstü dediği edebî tür kendi itiraz ettiği biçimde hayli geniş ve benzer nitelikleri olmayan eserleri içine alabilir düzeyde değil mi, diye sormak da mümkün olabilir.
‘Fantastik edebiyat’ teriminin jenerik (türsel) tanımı için son olarak geniş kapsamlı ve modern anlatıları da hesaba katan ‘Darko Suvin’in ‘Metamorphoses of Science Fiction’ kitabındaki çalışmasından yardım alabiliriz. Suvin’e göre edebi türler tarih boyunca iki büyük akım oluştururlar:
Doğalcı/Naturalist
Yabancılaştırıcı/Yadırgatıcı
Bunlardan birincisi, Suvin’in ‘doğalcı/naturalist’ diye adlandırdığı, her çağın ‘bugün ve burada’sının olabildiğince sadık temsillerinin temel alındığı akımdır. Bu akım her çağın ana akımıdır ve o çağ içindeki adlandırılması ne olursa olsun (romantizm, realizm, neo-klasisizm, modernizm) aynı büyük, doğalcı akımın parçasıdır.
Diğer akım ise her çağın ikinci planda kalan, muhalif akımıdır. Bunlardan bizi ilgilendiren yabancılaşma içeren anlatılardır. Suvin buna ‘estanged=yadırgatılmış’ akım der. Terimin özgün biçimi estrangement’tır ve Rus Biçimcilerden Brecht’e kadar uzanan evrimsel bir geçmişi vardır. Bu tür metinlerin temel özelliği içinde varoldukları çağın bugün ve buradasına alternatif bir varsayım üzerine kurulmalarıdır. Bilim-kurgu ve fantaziyi de bu bağlam içinde birbirinden ayırmaya çalışıyor Suvin. Eğer yazar alternatif gerçekliği kurarken bugün ve buradasının bilişsel yapısına uygun davranma gereği duyuyorsa (ya da öyleymiş gibi yapıyor ve bunu başarabiliyorsa) yaptığı şey bilim-kurgudur. Yani bilim-kurgu bilişsel (cognitive) bir nitelik taşımalıdır. Bunu önemsemeden hareket ediyorsa da anlatı bir fantezidir. Ve sonuç olarak diyebiliriz ki, fantastikte önemli olan şey okurun anlatılan karşısında inançsızlığını istekli olarak ertelemesinden geçecektir. Tolkien inançsızlığı erteleme olgusunu okurun isteğinden çok öykünün yapısına bağlayarak şöyle ifade ediyor: “Aslında gerçekleşen şey, masal yaratıcısının başarılı bir “alt yaratıcı” olduğunun kanıtlanmasıdır. O sizin aklınızın girebileceği bir İkincil Dünya yaratır. O dünyanın içinde, anlattıkları “doğru”dur: o dünyanın kurallarıyla uyum gösterir. Bu yüzden ona sanki içindeymişçesine inanırsınız. İnançsızlık doğduğu anda, sihir bozulur; büyü ya da daha çok sanat, başarız olmuştur.”
Yadırgatıcı akım tarih boyunca farklı biçimler alabilir; peri masalı, halk öyküsü, ortaçağ romansı, bilimkurgu ya da fantazi şeklinde ortaya çıkabilir.
Bu türler birbirlerinden tarihsel/dönemsel açıdan ya da kullandıkları biçimsel aygıtlar bakımından ayrılabilir, ancak ortak yönleri, içinde varoldukları çağın ‘bugün ve burada’sına alternatif bir varsayım üzerine kurulmuş olmalarıdır. Bu büyük akım içinde, örneğin bilimkurgu fantaziden, temel anlatısal (alternatif) varsayımını kendi çağının bilimsel bilgi kümesi tarafından yanlışlanamaz biçimde kurmasıyla ayrılır.
Fantazinin böyle bir kaygısı yoktur. O yalnızca okurundan ‘inanmama duygusunu askıya almasını’ bekler. Bu yüzden ‘fantazi edebiyatı’ yer yer bu özel tanıma, yer yer de ‘yadırgatıcı akım’ın tümüne göndermedir.
—————————————–
Fantastik Edebiyat (Fantezi Edebiyatı)
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Fantastik Edebiyat (Fantezi Edebiyatı), gerçeğe dayalı olmayan yazılı anlatım tarzıdır. Genelde hikâye, roman, oyun ve drama gibi yazım biçimlerini içerir. Klasik fantezi edebiyatının en tanınmış örnekleri arasında Alis Harikalar Diyarında yer alır. Modern fantezi edebiyatının tanınmış örnekleri arasında J. K. Rowling’in Harry Potter ve J. R. R. Tolkien’in Hobbit, Yüzüklerin Efendisi gibi eserleri sayılabilir.
Bilim kurgu da fantezi edebiyatı tarzının en yakın yan türüdür. Bu tür, genelde gelecek bir zaman diliminde gecen olayları veya bugün olmayan bilim ve teknoloji unsurlarını temel alır.
Fantezi edebiyatının popülerleşmesinin öncüsü olarak genel kabul görmüş isim John Ronal Reuel Tolkien’dir. Bu edebiyat tarzının içeriğini oluşturan kimi ırk isimleri (orklar, elfler, cüceler, vb.) dahil, harita kullanarak kitap yazma akımı onun öncülüğünde popülerleşmiştir.
Fantezi edebiyatı günümüzde J. K. Rowling başta olmak üzere Terry Pratchett gibi isimlerle zenginlik kazanmaktadır.
——————————
Fantastik Edebiyatın Kökleri
‘Bir büyücü,’dedi,’doğaüstü güçlerle donanımlı; göğü alaşağı edebilir, toprağı yukarı asabilir, pınarları dondurabilir, dağları eritebilir, hayaletleri yukarı kaldırabilir ve tanrıları yerin dibine gönderebilir, yıldızları karatabilir, Tartarus’u aydınlatabilir!’
Lucius Apuleuis – Metamorphoses
En geniş kavramayla fantastik edebiyatın öncü metinleri nelerdir?
18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar anlaşıldığı biçimiyle klasik fantastik edebiyatı bir kenara bırakıp, sınırı dar tutmayarak olağanüstü anlatıları olabildiğince geniş biçimde ele alırsak, Gılgamış’ı ya da Homeros’un destanlarını söz konusu edebiliriz. Çünkü örneğin Odysseus’un ya da Gılgamış’ın yolculuğu tarihsel tutarlılıkları ne olursa olsun bugünden okununca fantastik birer yolculuk gibi gözükürler. Fakat bu yanıltıcı olacaktır, dolayısıyla bu tür mitsel metinleri ve destanları da bir yana bırakarak düşünecek olursak, ilk ön-roman örneklerinden biri olan ve fantastik edebiyatın öncü anlatılarından biri olarak kabul edilen bir eser çıkar karşımıza. İS II. yüzyılda yazılmış Latince bir yapıt, özgün adıyla Metamorphoses (Asinus Auerus) ya da Türkçesiyle “Başkalaşımlar” yahut “Altın Eşek”tir (Yazarı Lucius Apuleius). Oldukça eğlenceli ve ilginç olan bu kitap bugün fantastik metinlerde rastlanan pek çok olağanüstü izlenime yer veriyor. Metamorphoses’ın yazılışından bugüne bakış açısına göre arada başka pek çok seleften bahsetmek mümkün olabilir. Dante’den Swift’e ve Goethe’ye varıncaya dek, sıralayabiliriz onları. Ayrıca doğu geleneğinin en önemli külliyatlarından biri olan Binbir Gece Masalları’nı da unutmamak gerek. Bu anonim masallar bir kaynak olarak dibi gözükmeyen bir kuyu gibidir ve batı edebiyatı bu öykülerden belki de doğudan daha fazla yararlanmıştır. Öykülerin yazım tarihleri yaklaşık bir aralık olarak biliniyorsa da (İS 8. yy – 16. yy), olayların birçoğunun içinde geçtiği zaman dilimi hakkında söylenebilecek en tutarlı şey evvel zaman içinde kalbur saman içinde olurdu.
Selefleri bir yana bırakırsık, tam anlamıyla klasik fantastiğin ilk eseri Jacques Cazotte’nin Fransızca uzun öyküsü Le diable amourex (Aşık Şeytan) olarak kabul ediliyor. Öykü kısaca bir kabala ritüeli ile öte diyardan bir yaratık çağıran acemi bir gencin başına gelenler üzerine kurulmuştur. Bütünüyle Todorov’un bahsettiği kararsızlığın mevcut olduğu bir anlatıdır. Ana karakterimiz olan Alvaro, öte diyardan gelen kadının kimliği hakkında okura da sirayet eden ikircikli bir durum içinde kalır uzun süre.
Aşık Şeytan’dan kısa bir süre sonra yazılan başka bir eser de aslen Leh kökenli Jan Potocki’nin yine Fransızca olarak kaleme aldığı ve tam olarak ancak 1958 gibi oldukça geç bir tarihte yayımlanabilmiş Manuscrit trouve a Saragosse (Zaragoza’da Bulunmuş El Yazması)’dır. Yapıt anlatısal niteliği açısından Aşık Şeytan’a benziyorsa da sonu itibari ile bambaşka bir yöne kayar. Zaragoza’da Bulunmuş El Yazması’nda fantastik olarak görülen izlenimler esasen bir mizansen olarak kurgulanmıştır.
Bahsetmeye kesinlikle değecek bir başka eser de Kont Horace Walpole’un The Castle of Otranto (Otranto Şatosu, 1764) adlı romanıdır. Bu roman sadece fantastik edebiyatın en önemli eserlerinden biri olmakla kalmaz, aynı zamanda Gotik edebiyatın ilk romanı kabul edilir. Aydınlanma ile romantizm arasındaki kavganın kızıştığı bir dönemde yazılmıştır. Aynı şekilde William Becford’un Vathek’i, Maturin’in Melmoth’u Mary Shelley’nin Frankenstein’ı gibi toplumsal eleştiri dozu yüksek eserler hep bu dönemin ürünleridir.
Yine E. T. A. Hoffman’ın öyküleri (ya da masalları), Gogol’ün bazı öyküleri (örneğin Palto’su), Guy de Maupassant’ın pek çok öyküsü, Balzac’ın bir takım öyküleri klasik fantastiğin önemli yapıtları arasında sayılabilir.
Ve sonra Poe gelir ve pek çok şey değişiri. Edgar Allan Poe bütün dünya edebiyatının en çok borçlu olduğu yazarlardan biri olmalı. Onun yazın hayatı, tüketilemez bir hazinedir âdeta. Poe, sıradışı yaşamında sıradışı pek çok öykü kaleme alır. Kuzgun adlı şiirindeki melankolik karakter gibi kimsenin düşlemeye cesaret edemeyeceği öyküler düşler. Onun isterik karakterleri sanrılarla sarmalanmışlardır ve hep deliliğin kıyısında yaşarlar. Bazen The Fall of the House of Usher (Usherlar’ın Çöküşü) öyküsünde olduğu gibi mekânlar ve dehşet uyandıran bir genetik miras onları derinden etkilemektedir. Öykülerinin en tuhaf özelliklerden biri, fantastiğin çok zaman olağan bir durum sayılabilecek bir takıntının abartılı bir hâle gelmesinden doğmasıdır. Yani fantastik birden olağanüstü bir olay olarak ortaya çıkmıyor da, olağan olanın obsesifliğin sınırındaki bir düzeye erişmesinden kaynaklanabiliyor. Ve eğer tabir doğru olacaksa Poe’nun karakterlerinin bir çoğu entelektüel delilerdir. Dostoyevski Poe hakkında şu tespiti yapmaktadır:
“O hemen her zaman en istisna gerçekliği seçiyor, kişisini dış ya da psikolojik açıdan en istisna duruma yerleştiriyor.”
Bunun en iyi örneklerinden biri The Pit and the Pendulum (Kuyu ve Sarkaç), tam bir uç kabus örneğidir.
Poe’dan bahsederken onda pek çok türün ilk örneklerinin şekillendiğini söylemeden geçmemek gerekir. Örneğin Poe öykü yazma tekniği düşünülürse hiç de garip karşılanmayacak biçimde ilk elle tutulur polisiye kısa öyküleri yazmıştır. Ya da bazı öyküleri bilim-kurgunun öncülleridir. Örneğin The Narrative of Arthur Gordon Pym adlı tamamlanmamış romanı Jules Verne’in esinleyicisidir. Aynı roman Lovecraft’a da esin vermiştir ve onu Cthulhu mitosunun ana öykülerinden biri olan At the Mountains of Madness (Deliliğin Dağlarında)’ı yazmaya teşvik etmiştir.
Poe ile aynı dönemlerde yaşamış olan Sheridan Le Fanu ise çok sevilen bir hayalet öyküleri yazarıydı. Fakat onu asıl ünlendiren eseri, uzun bir öykü olan Carmilla’sıdır. Vampir inanışı çok kadim bir inanç ve daha önceleri de vampirlerle ilgili kitaplar yazılmıştır (örneğin Vampyr ya da Varney the Vampire). Fakat burada ilginç olan Sheridan Le Fanu’nun vampirinin cinsiyetidir. Bram Stoker’ın Dracula’sının aksine o bir dişidir ve vampir öykülerinde özel bir yeri olan cinsel temalar Carmilla’da fazlasıyla göze çarpar. Carmilla adlı vampirimiz açıkça homoseksüel bir kişilik sergiler. Sonraları bu özelliği ve erkek otoritesi karşısındaki güçlü duruşu onu 20.yüzyıl feministleri için önemli bir karakter hâline getirecektir.
Yine vampirlerden devam edebiliriz. Fanu’dan sonra tüm zamanların en çok sözü edilen romanlardan biri yazıldı: Dracula. Dracula belki de gotik romanın zirvesidir. Özellikle girizgâh kısmı olan Dracula’nın Konuğu adlı bölüm, tüm korku edebiyatının en ürkütücü parçalarından biri olmalı. Bugün bile sosyo-tarihsel altyapısını fazlasıyla yitirmiş gözükmesine rağmen hâlâ etkileyici bir anlatı olduğundan yola çıkılırsa, yazıldığı dönemde ne denli bir fenomen olduğu daha iyi anlaşılabilir belki.
Elbette tarihin sisli geçmişinden çıkıp gelmiş bir vampir başroldedir yine: Vampirler! Popüler kültürünün bu denli haşir neşir olduğu bir başka korku imgesi daha bulmak zordur. Bram Stoker’ın çok akıllıca ve zarif bir biçimde örülmüş, şimdilerde bize aşırı süslü bir dil kullanan eseri de bu açıdan biçilmiş kaftandır. Popüler kültür vampir adına bildiklerinin büyük kısmını Dracula’ya bir biçimde borçludur desek yeridir. Sıradan insanların zihinlerindeki vampir imajı aşağı yukarı bir Dracula portresidir. Aslında kitap Viktorya döneminin esaslı bir eleştirisini barındırıyor satır aralarında. Bir yandan püritanizme dokundurur, diğer yandan da burnundan kıl aldırmayan pozitivistlere ve bu açılardan önemli bir kaynak metindir.
20. yüzyıldaki değişimlere gelmeden önce bir takım klasik dönem yazarlarını da en azından isim bazında anmakla yetinelim. Villiers de L’isle-Adam, büyük düşünür Voltaire (Micromegas unutulacak bir öykü değildir), daha sonra bahsedeceğimiz Kılıç ve Büyü türünün öncüsü Lord Dunsany, fantastik gotik yazının ve Alman edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan, esrarengiz ve karmaşık Der Golem’in yazarı Gustav Meyrink, her zaman savaşan ve her zaman kaybedenlerden Arthur Machen ve yine hayalet öyküleri ustası Algernon Blackwood, Amerikan gotiğinin en yetkin isimlerinden ve gotiği western içinde eriten ilk köşe yazarı da sayılan Ambrose Bierce, Saki (kadeh sunan) diye bilinen Hector Hugh Munro, Rudyard Kipling, bilimkurguyu bilimkurgu yapan, ama bunun yanında pek çok fantastik öykü de yazan H. G. Wells, büyük usta Henry James, unutulmuş William Hope Hodgson, Robert Lewis Stevenson, Alfred Kubin, Edgar Rice Burroughs, Henry Rider Haggard ve adı anılmayan diğerleri.
KAFKA’NIN KARAMSAR ESTETİĞİ VE WEİRD TALES
“Yıllar, talihin, alın yazısının ve tanrının tasarılarının kasvetli bir bataklıktan ürkütüp havalandırdığı kocaman kuşlar gibi geçiyor yanımızdan. Ve belki de buna karşı hiçbir savaşçının yapacağı bir şey yoktur; yazgı bize üstün geldi; araştırmamız başarısızlıkla sonuçlandı.”
Bundan sonra sessizliğe gömüldüler.”
Lord Dunsany – Carcassonne
20.yüzyıla baktığımızda karşımıza klasik fantastiğin örgüsünü ters yüz eden Kafka kişisi çıkar ilkin. Franz Kafka’da kendi kuramı doğrultusunda fantastiğin bittiğini iddia ediyor Todorov. Bunu açmadan evvel neden 19. yüzyılda klasik fantastik türün yaygın olduğuna dair görüşe bir bakalım. Todorov fantastiğin pozitivist bir çağa, 18-19. yüzyıla tepki olduğunu söyler. Çünkü bu pozitivist çağda gerçek ve gerçekdışı kendi ayrı hatlarına çekilmiş ve kavgalı durumdadır. 20. yüzyıla geldiğimiz de ise bu çatışma artık eskiye oranla bir yüksek gerilim hattı oluşturamayacaktır.
Peki Kafka bu ortamda ne yapıyor dersiniz? Kafka üstte söylediğimiz gibi ters yüz ediyor. Hatırlarsak yukarıda fantastik etkinin, gerçek dünyaya olağanüstü bir olgunun zuhur etmesi ve bunun nasılı ve ne idüğü hakkında belirgin bir kararsızlık oluşması neticesinde ortaya çıktığını anlatmaya gayret etmiştik. Klasik fantastikte öykü genelde giderek daha olağanüstü bir biçime bürünür ve sonuçta da ya olağanüstüyü kabul ederek ya da aslında öyle olmadığını göstererek neticelenir. Kafka’da işler tam olarak böyle yürümez. Kafka’nın öykülerinde hemen başlangıçta ortaya çıkan olağanüstü bir olgu kısa zamanda olağan bir olguya dönüşür. Adı Dönüşüm (Die Verwandlung) olan ve aslında edebiyattaki bir dönüşümü de ifade eden öyküsüne şöyle bir bakarsak, öykünün en başında şu fantastik giriş cümlesiyle karşılaşırız örneğin. “Huzursuz edici rüyalarından uyandı bir sabah Gregor Samsa ve kocaman bir böcek haline gelmiş buldu kendini” Olağanüstü durum pat diye karşımızdadır ve bir kararsızlığa yer bırakmayacaktır. Dolayısıyla burada Todorov’un anladığı biçimde kararsızlık hâli, yani fantastik bir anlatı yoktur. Daha ötesi geniş anlamda da bir edebi dönüşüm vardır. Gregor Samsa içine düştüğü durumu çok tuhaf karşılamaz. Ne yeterince bir şaşkınlık, ne bir panik gözlemleriz. Sadece o değil, aile efradı ve toplumdaki diğer insanlar da olaya olması gerektiği gibi tepki vermezler. Sanki bir sabah uyanıp hamamböceğine dönüşmek sıradan bir olaymış gibi tepki alır. Kafka’nın anlatısının tuhaflığı ve tekinsizliği tam da buradadır işte. Aynı şey örneğin Şato adlı tamamlanmamış romanında da mevcut. Orada da kadastrocu olarak geldiği köyde olan biten acayipliklere garipsenecek derecede uyum gösteren bir kişi vardır elimizde. Kısacası Kafka fantastik durumları sıradanlaştırmanın estetiğini inşa etmiştir diyebilir miyiz? Sanırım diyebiliriz, ama en son okuduğum bir anısında Kafka’nın buna belli itiraz geliştirdiğine ve meseleyi biraz farklı anladığına rastladım. Ona göre kendi anlatılarını mucizeleri alışılmış olaylara dönüştüren anlatılar olarak görmek yanlış, çünkü, diyor, “bizim sıradan diye nitelediğimiz şey bir mucizedir aslında.” Bu tespit daha da ilginçleştiriyor her şeyi. Demek ki, -tam da bu paragrafın başındaki açıklamalara uygun olarak- Kafka’ya göre olağan ve olağanüstü diye bir ayrım esasen gereksizdir. Bu tavır onda hayat karşısındaki belirgin bir karamsarlığın ve sıkıntının yansıması olarak ortaya çıkar. Kafka’da olan bitenler Albert Camus’nün Yabancı adlı romanında olan bitenlere benzer biraz. Bu saçma dünyada en şaşırtıcı şey bile yeterince şaşırtıcı olma özelliğini çoktan kaybetmiştir, der bir anlamda.
Böylece Kafka klasik fantastik yazını kendi adına dönüştürdü denilebilir, velâkin Kafka’yı aynı Borges gibi sadece bir fantastik edebiyat yazarı olarak görmenin mümkün olmadığını da belirtmeliyim.
20. yüzyıldaki tek değişim Kafka’nın anlatısı değildi elbette. Weird Tales adlı kült dergi bünyesinde fantastik edebiyat bugün dönüştüğü biçimin öncülerini vermiştir. 1923 yılından itibaren bu dergi bünyesinde pek çok tanınmış yazar fantastik edebiyatın en tekinsiz, en olağandışı öykülerinden pek çoğunu yazdılar. Bunların arasında en başta elbette H.P.Lovecraft gelmekte. Lovecraft klasik fantastik örgüyle yazan bir yazardı. Yani temaları bilindik gerçekliğin içine kuvvetli bir gizemin dahil oluşu ile kurulmuştur. Onu unutulmaz yapan şeyse üslûbunun dehşet duygusunu yansıtabilme gücüdür. Ve tabiî Lovecraft hiçbir selefinin yapamadığı biçimde fantastik öykülerden bir kozmoloji kurmayı da başarmıştır. Cthulhu mitosu diye bilinen ve yaklaşık bir düzine öyküden oluşan bu mitsel korku öyküleri, dünyanın insan öncesi hâlinin kudretli ve korkunç sahiplerinden dem vururlar.
Lovecraft bazı okurlar tarafından sık sık betimleme gücü yetersiz bir yazar olarak düşünülüyor. Aslında dile çok önem veren bir yazar(çünkü asıl atmosferi üslûp kurar ona göre) ve gerektiğinde uygun betimlemeler yapabiliyor. Yalnız özellikle bazı öykülerinde korku öğesi yaratıkları ayrıntıları ile tasvir etmeyi bir yana bırakmış ve daha çok o yaratığın karakterler üzerinde bıraktığı anlık izlenimleri kaleme alarak bir terör duygusu uyandırmaya çalışmıştır(ki bunun pozitif bir etki doğurduğu söylenebilir). Lâkin bunu yaparken bazen basmakalıp ifadelerin tuzağına düşebildiği de bir vakıa.
Ayrıca bu noktada Poe ve Lovecraft’ı, gotik öykünün iki büyük yazarının tarzlarını karşılaştırmak isterim. Poe şüphesiz Lovecraft’tan çok çok daha ince ve entelektüel bir yazardı, ama iki yazarın yansıttıkları dehşet hissini birbirinden ayıran en temel nokta ikisinin buna dair tarzlarındaki temel farklılıklardır. Korkunun kaynağını ikisi farklı şeylerde bulmuştur denebilir. Lovecraft onu çoğu zaman doğaüstü olgularda aramıştır. Öyküleri 20. yüzyıl insanının kaybettiği gizemin kötücül yanına odaklanmıştır hep. Karakterleri genelde bu kontrolden çıkmış doğaüstü olguların karşısında hayret ve korkuya düşmüş pısırık kimselerdir. Lovecraft’ın dünyası unutulmuş ve bilinmeyen bir geçmişin tehlikeli izlerinde yürüdüğümüzü işaret eder bize. Bu yüzden insanın algı düzeyinden doğan çevresi ile bağlantı kurma yetersizliğini yeryüzündeki en merhametli şey ilân etmeye kadar varmıştır Lovecraft. Poe ise yukarıda dikkat çektiğim üzere dehşeti insan ruhuna özgün bir şey olarak görmüş ve öykülerini de insanın psikopatolojisi üzerine kurmuştur. Onun karakterleri sonuçta kendi korkularının ve suçlarının meydana çıktığı o amansız farkediş anında ya çılgın kahkahalar atarlar suratlarımıza ya da dipsiz bir melankolide boğulup giderler. Berenice adlı öyküsü İbni Zeyyat’ın son derece hüzünlü ve masumane bir sözünden yola çıkar: “Arkadaşlarım bana sevgilimin mezarını ziyaret edersem acılarımın hafifleyebileceğini söylediler.” Ama sonra görürüz ki, bu masumane söylem takıntılı bir zihnin elinde bir dehşete dönüşüverir. Sözün özü, Poe’da kötülük doğaüstü durumların yarattığı bir olgu değildir, bizzat insanın içkin potansiyelinin bir ürünüdür.
Burada durup, öykümüze devam edelim; Lovecraft dışında, Weird Tales bünyesindeki başka bir önemli isim de Cimmeria’lı Conan öyküleri ile Kılıç ve Büyü türünün en güzel örneklerini veren R.E.Howard’dır. Adını daha sonraları Fritz Leiber’dan alan Kılıç ve Büyü(Sword and Sorcery) türü Howard’ın öyküleri ile popkült hale gelmiştir. Conan çizgi romandan sinemaya kadar yayılmış ve büyük bir hayran kitlesi edinmiştir bu süreçte. Özellikle sinemada iki film boyunca Arnold Schwarzenegger’in canlandırdığı Conan filmlerinin fantastik filmler arasında son derece başarılı yapıtlar olduğunu söylemek gerek. Sonuçta sandaletli ayaklarıyla kralların tahtlarını ezme düşüncesi ile kafayı bozmuş olan Conan adı tüm fantastik kahramanların en bilineni haline gelmiştir.
Kılıç ve Büyü öyküleri temelde bir fantastik tarih yazımına dayanır. Kökleri bu dünyaya ait olan ama unutulmuş, karanlıkta kalmış çağların, kılıç ve büyüyle parıldayan, biraz kaotik öyküleridir bu öyküler ve bu hâlleriyle modern fantastik yazına sadece bir adım bırakırlar. Tarih yazımı deyince, sözgelimi Howard’ın öykülerinde geçen Kimmerya antik dönemde Karadeniz’in kuzeyinde, Azak denizi kıyısındaki bir coğrafyanın adıydı ve bugünkü Kırım ismi onlardan gelir. Ayrıca Azak’ı Karadeniz’e bağlayan Kerç Boğazı Kimmerya Boğazı diye de bilinir. Kimmeryalılar savaşçı göçebelerdi ve MÖ 8. yüzyılda Anadolu’yu işgâl ettiklerine dair rivayetlere bile rastlanmaktadır. Yine Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Hiperborealılar antik dönemin uygar ülkelerinde efsanelerle süslü olarak biliniyorlardı.
Weird Tales bağlamında son olarak, Kara Fantazya’nın üç büyük isminden biri ve en az Lovecraft ya da Howard kadar becerili bir yazar ve çok yönlü bir sanatçı olan Clark Ashton Smith, Frank Belknap Long, Seabury Quinn ve diğer başka pek yazardan bahsedebiliriz.
———————————-
MODERN BÜYÜLER
“Nasıl oluyordu da âli meseleler ve derin sanatlar hakkında hiçbir şey bilmeyen bir köy sihirbazı bir karadan bir karaya, büyücüden hükümdara, yaşayandan ölene bu yolculukları yapıyordu?”
Ursula K. Le Guin – The Other Wind
19. ve 20. yüzyılda Alice’s Adventures in Wonderland, Peter Pan, The Wonderful Wizard of Oz gibi çocuklara dönük pek çok fantastik öykü yazılmıştır. Fakat günün birinde bir İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı bir kovuk ve onun içinde yaşayan bir yaratığı düşler ve ortaya toprak altındaki bir kovukta yaşayan, yemeyi-içmeyi ve eğlenmeyi seven, o pek tasasız ve bayağı da bodur yaratıkların adını taşıyan Hobbit adlı bir fantastik öykü çıkıverir. İlk bakışta peri masalı biçimli bir çocuk kitabı gibidir, ama Tolkien’ı yakından takip edenler ya da dikkatle okuyanlar bilirler ki, bu öykü aslında çok daha geniş ve derin bir öyküyü gizlemektedir satırları arasında. Öykünün içinde bulunduğu coğrafya ve tarih, öncesindeki hiçbir fantastik öyküyle kıyaslanamayacak kadar geniştir. Yine fantastik çocuk masalları ile tanınan ve Tolkien’le çok yakın bir dostluğu da olan C.S.Lewis, bu arkaplanı çok iyi bildiği için o günlerde bir kritiğinde şöyle yazar:
“Profesör Tolkien’ın yarattığı yaratıklar öyle köklü geçmişlere ve yerel özelliklere sahiptir ki, yerleşik yöntemlerle yazılan hiçbir çocuk kitabındaki karakterler, onlarla boy ölçüşemez. Profesör Tolkien’ın bu yaratıklarla, kitabın gerektirdiğinden fazla haşır neşir olduğu besbellidir.”
Velhâsıl-ı kelam Hobbit çok önceleri kurgulanmaya başlanmış bir yaratının üzerine oturtulmuş daha naif bir öyküdür sadece ve esas öykü hâlâ kuluçkada uyumaktadır.
J. R. R. Tolkien kitabının umulmadık başarısının ardından, yeni beklentileri de karşılamak için taze bir maceraya girişir. Yayınlanması 17 yıl alacak bir maceradır bu, fakat buna değecektir doğrusu. Bütün o ince eleyip sık dokumaların ardından sonuçta ortaya tüm zamanların en özel eserlerinden biri çıkar: The Lord of the Rings. İlk cilti yayınladığında takvimler 1954’ü işaret etmektedir ve artık dünya geriye dönülemez biçimde değişmiştir. Muhteşem bir epikle karşı karşıyadır herkes. John Clute asrının Yüzüklerin Efendisi karşısında düştüğü hayreti ve hayranlığı şöyle dillendirir. “..yirminci yüzyılın öyküsünün karşıtı olan muazzam bir mit. doğru düzgün gözüken bir evrenin tanımı. ruhun bu çorak yüzyılda ihtiyaç duyduğu bir başka gerçeklik.”
Bu satırlar şaşırtıcı değildir, zîrâ İkinci Dünya Savaşı’nın barut ve kan kokuları hâlâ duyumsanırken ve amansız yıkımı zihinlerde henüz tazeyken, Yüzüklerin Efendisi’nin, eğer yapabiliyorsan yapmalısın diyen ve bu süreçte hiçbir etik tanımayan modernizme karşı bir manifesto olduğunu düşünmek oldukça anlaşılır bir yaklaşımdır. Kitap hâlâ bu etkisini korumaktadır ve sanıyorum koruyacaktır da.
Üçlemenin(ki aslında yapay olarak üçe bölünmüş tek bir kitaptan ibarettir) tamamının yayınlanışının ardından pek çok eleştirmen onu hemen klasik olmaya namzet ilân ettiler. Fakat ne yazık ki, başka bazı eleştirmenler saygın bir Oxford profesörünün kaçış edebiyatı yazmasını bir türlü içlerine sindiremediler. Hattâ okudukları kursaklarında kalınca Yüzüklerin Efendisi’nin kurgusunu iyi ve kötüyü kesin biçimde ayırma basitliğiyle suçlamaya kadar vardırdılar bu işi. Hâlbuki bu tür dualizm mitlerde ve masallarda zaten hep vardı ve sembolizmin önemli bir parçasıydı. Nitekim daha sonraki okumalarda fantastik karakterler arketipsel bir bağlamda okunmaya başlanınca bu tür eleştirilerin etkisi giderek zayıflamaya yüz tutmuştur. Dahası böylesi epik bir masalı görüngüsel dünyanın standartlarının içine hapsederek, kambur bir okuma yapmak zaten başlı başına bir sorundur ve şimdilerde fantastik öyküler çoğu zaman ve daha da anlamlı olarak psikanaliz dahilinde bir okumaya da tâbi tutuluyor. Yine de ünlü Amerikalı edebiyatçı W. H. Auden o zamanlar bir radyo programında belki tüm eleştirilere kesin ve net bir biçimde şöyle cevap veriyordu: “Bu kitabı beğenmeyenlerin edebiyat bilgisinden şüphe ederim.”
Tolkien eserini yazarken pek çok kaynaktan etkilenmiş gözüküyor. Sir Walter Scott’ın tarihsel romanları, Tolkien gibi dindar bir katolik olan Chesterton’ın öyküleri ve bir romantik-sosyalist olan William Morris’in bazı eserlerinin onu etkilediği bilinmektedir. Ayrıca çocukluğunda çok sevdiği George MacDonald’ın Princess and Goblin adlı peri masalındaki ya da Lord Dunsany’nin The Hoard of the Gibbelins’i gibi öykülerdeki yaratıkların Tolkien’ın kurgusunda bir esin kaynağı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat o belki en büyük esinini Kuzey Avrupa ve İskandinav söylencelerinden almıştır. Beowulf ve Hobbit arasındaki benzerlikler çok da dikat gerektirmez ya da ünlü Germen destanı Nibelungenlied ya da daha kuzeyde ve biraz farklı bir biçimiyle Volsung Sigurd’un Yüzüklerin Efendisi üzerindeki etkileri belirgindir. Veyahut ünlü Fin epopesi Kalevala’daki atmosfere yer yer Tolkien’de de rastlandığını ve adların oluşturulmasında özel bir payı olduğunu görmek mümkün.
Sonuç olarak Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatta bir dönüm noktası olarak görülmelidir. O sadece şiirsel zarafeti, pastoral yapısı, sembolik okumalara tanıdığı genişlik, öyküsünün derinliği ve muhteşem epiği ile değil yazınsal biçimi ile de farklı bir yer tutar. Richard C. West bir makalesinde, Yüzüklerin Efendisi’nin ortaçağ romansların dolamalı kurgusunu modern bir yapı içinde yeniden kullanıma açtığı bahsederken, başka bir eleştirmenin Yüzüklerin Efendisi üzerine yaptığı şu tespiti alıntılama ihtiyacını hisseder: “Ortaçağ’ın son büyük edebiyat şahaseri”
Peki bu eser fantastik edebiyatın tarihsel gelişimi için niye bu kadar önemli? Çünkü Yüzüklerin Efendisi Kılıç ve Büyü öykülerini de aşan yeni bir tarzı yüreklendirmiştir. Edmund Fuller’ın hem de daha Silmarillion’un bilinmediği zamanlardaki şu alıntısı bize epeyce yardımcı olacak bu mevzuda: “Bu dünya için ayrı bir mitoloji, ayrı bir sözlü edebiyat, tarihin zaman uzamını taşan son derece derinlikli, bütüncül bir tarih ve kendi içinde bağımsız bir coğrafya yarattı.”
Bu yerinde tespitin eğer açılmaya ihtiyacı varsa ve açarsak, hatırlarsak bu yazının başlarında klasik fantastiğin gerçeklikte sadece bir yırtılma yarattığını belirtmiştik. Öte yandan Yüzüklerin Efendisi’nin fantastiği gerçekliğin zaman ve mekânının tamamen dışına taşar. Dünyamızın şimdiki ve geçmiş gerçekliğiyle açık bir bağ kurmaz, kendi kendine yeten bir anlatıdır. Bu anlamda da Kılıç ve Büyü öykülerini aşar. Örneğin, yukarıda değindiğimiz üzere R. E. Howard’ın Conan öykülerine mekân olan ünlü Hyboria Çağı bu dünyanın efsanevi bilinmeyen geçmişi üzerine kurulmuştur ve bilinen tarihle iç içe geçmiştir. Buna karşın Yüzüklerin Efendisi ise Tolkien’ın ifadesiyle başka bir dünyanın tarihi olarak okunmalıdır. Zîrâ kendine özgü bütüncül bir kozmolojisi vardır, coğrafyası, halkları, hattâ kendine özgü dilleri bile vardır. İşte bu özel yapıdır modern fantastik kurgunun temel şablonu.
Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatı çağının literatüründe yeni ve saygın bir yere doğru taşırken pek çok ardılı da beraberinde getirdi elbette. 1970’lerden itibaren seri kitaplar biçiminde yazılan fantastik öyküler aldı başını gitti. Ama bunlara geçmeden önce, kronolojik olarak daha önce ve aynı dönemlere rastlayan iki esere değinmek gerekecek. Yukarıda C. S. Lewis’ten bir alıntı yapmıştık. O, bugün çok yönlü bir yazar ve eleştirmen olması ile iyi tanınıyor. Özellikle Tolkien’ın etkisi dâhilinde agnostizmden protestanlığa geçen Lewis, bu konuda yazdığı kitaplarla 20. yüzyıl Hıristiyan edebiyatının en fazla referans gösterilen yazarları arasındadır. Ayrıca Narnia Günlükleri(Chronicles of Narnia) adı verilen ve bugünlerde sinema filmi serileri çekilen ünlü fantastik çocuk kitaplarının da yazarıdır. Yine Ransom üçlemesi diye bilinen çağının bilim-kurgu damarını aşacak derecede başarılı bir bilim-kurgu üçlemesine de imza attığını belirtmeliyiz.
Kısmen Tolkien öncesi yazılmış ve tamamen nev’i şahsına münhasır bir başka yapıt da Gormenghast üçlemesidir. Mervyn Peake’in üç cilt halinde aralıklı olarak 1946 ve 60 arası kaleme aldığı seri, tüm fantastik literatürün en muazzam eserlerinden biridir. Gotik bir atmosfer üzerinde yazılmış ve şiirsel bir dille örülmüş fantastik bir büyüme öyküsüdür. Onda Kafka, Poe ve Dickens’ın tuhaf bir bileşkesini okursunuz adeta. Başka bir yazıda bu üçleme üzerine uzunca yazdığım için burada kısa geçiyorum, ama sonuçta Gormenghast üçlemesi fantastik edebiyatın Yüzüklerin Efendisi ile birlikte anılmayı hak eden belki en önemli eseridir.
Yetmişlerden itibaren fantastik edebiyatın atağa geçtiğinden bahsetmiştik. Bu tarz eserler otuz yıl içinde öylesine bir popülerliğe ulaştı ki artık daha önce baskın duran ve aslında komşu ya da kardeş bir anlatı olan bilim-kurgu türünün boşalttığı rafları fantastik edebiyat ürünleri hızla doldurmaya başladı. Fakat popülerlik iyi bir şey olmayabilir. Fantastik edebiyat bu süreçte içeriği salt eğlence amaçlı olan ve anmaya değecek bir özgünlük ve sağlam bir altmetin barındırmayan, kötü kurulmuş ve kötü anlatılan kurgulardan ibaret bir edebiyat olmaya meyil verdi ne yazık ki. Ama şükür ki, yetmişlerden sonra pek çok iyi yazar pek çok kayda değer fantastik eser kaleme alabilmiştir. Bunların en başında gelen isim Ursula K. Le Guin olmalı. Altmışlarda bilim-kurgu türünde yazmaya başlayan Le Guin, The Left Hand of Darkness(Karanlığın Sol Eli), The Dispossessed(Mülksüzler) gibi pek çok Hugo ve Nebula ödüllü bilim-kurgu eserinin yazarıdır. Başka birkaç yazarla birlikte bilim-kurguya tabiri caizse çeki düzen verdikten sonra, yetmişlerde yayıncısının da yüreklendirmesiyle ile fantastik kurgular yazmaya başlar. Bu açıdan en iyi bilinen eserleri toplam 5+1 kitap olan Earthsea(Yerdeniz) serisidir. Ayrıca son dönemlerde kaleme aldığı Annals of the Western Shore serisi de mükemmel örneklerden bir diğeridir. Ayrıca Le Guin yazdığı ufuk açıcı denemelerle bu edebiyatı en iyi anlayan ve anlatan yazarlardan biri olduğunu da göstermiştir.
Bir başka yazarımız da Marion Zimmer Bradley. O da Le Guin gibi bilimkurgu türünde de yazabilen fantazi yazarlarından biri. Özellikle Kral Arthur söylencesinin yeniden yazımı olan The Mist of Avalon(Avalon’un Sisleri) serisi ve kadim Atlantis efsanesine eklemli, “Mısır Firavunları’nın taş üstüne taş yığmalarından çok uzun zaman önce batan bir dünyanın gölüne atılmış bir taşın öyküsü” olan The Fall of Atlantis(Atlantis’in Çöküşü) adlı yapıtları çok başarılı birer fantastik edebiyat örneği olarak öne çıkıyorlar. Özellikle Atlantis’in Çöküşü benim dilim döndükçe takdir edeceğim bir şaheserdir.
Sayılanlar hâricinde pek çok başka seri yazıldı elbette. Kalbur üstü olanları arasında Micheal Moorcock’un Elric destanları, Roger Zelazny’nin Chronicles of Amber(Amber Yıllıkları) serisi, Stephen Donaldson’ın Chronicles of Thomas Covenant the Unbeliever(İnançsız Thomas Covenant Yıllıkları), Robert Jordan’ın The Wheel of Time(Zaman Çarkı) külliyatı, Anne McCaffrey’nin Pern serisi, Robin Hobb’un Farseer serisi, George R.R. Martin’in Song of Ice and Fire(Buz ve Ateşin Şarkısı) serisi, Terry Prachett’ın Discworld(Disk Dünya) serisi gibi eserler sayılabilir.
Bunlar arasında Zaman Çarkı yazılmış en uzun macera olması ile öne çıkıyor. Fakat bu hâliyle fazla dağınıklaştığı ve tekrarlara sığındığı da söylenebilir. Robin Hobb’un diğerlerine nazaran daha yeni olan Farseer serisi ise son dönemlerde okuduğum en iyi örneklerden biri.
Bu arada değinmeden geçmenin mümkün olmadığı bir yazar da Stephen King olacak. Uzun bir döneme yayılmış büyük anlatısı The Dark Tower(Kara Kule) asla geçiştirilecek bir eser değildir. “Siyahlı Adam çölde kaçıyordu. Silahşor da peşindeydi.” 1970’lerde böyle tumturaklı bir başlangıç cümlesi ile yazılmaya başlanmış ve büyük badirelerle ve düzensizliklerle, çorak toprakların tozunu da sürüyerek 2005 yılında başlangıcı tekrar ederek biten bu seri okuyan hemen herkesi yeterince tatmin etmiştir sanırım.
The Stand, The Shining, It gibi korku hikâyeleri ile bütün dünyada çok okunan ve büyük bir hayran kitlesi ve servet biriktiren King, sonunda kapsamlı bir fantastik yolculuk anlatısıyla kendi yazarlık becerilerini de epey aşmış görünüyor. Aslında Kara Kule tam anlamıyla Tolkien sonrası fantastik kurgunun genel şablonuna uyum göstermez. Onun alternatif gerçekliği bizim gerçekliğimizden kopuk değildir. Bu anlamda kendisinin de bolca göndermede bulunduğu Oz Büyücüsü’ndekine (sanıyorum artık Kansas’da değiliz) yakın bir alternatif gerçeklik şablonuna sahiptir.
Stephen King gibi korku öyküleri yazan ama kendine özgü nitelikleri nedeniyle epik-fantezi diye adlandırılan; Book of Blood(Kan Kitabı) öyküleri ile korku edebiyatına yeni bir soluk getiren ve dilsel becerisi, özgün fantastik olgular ve yaratıklar kurgulayabilme ve bunları gerçeklik içine başarıyla monte etme yeteneğiyle Clive Barker da hatırlanmalı. Yine 20. yüzyıl vampir anlatılarının en tanıdık ismi olan Anne Rice’ı unutmamak gerek.
2003 yılında Hugo ve Nebula ödülü alan muhteşem bir fantastik edebiyat ürünü olan American Gods (Amerikan Tanrıları)’ın yazarı Neil Gaiman anılması elzem bir isimdir. Yıllarca çok ödüllü Sandman çizgi romanlarının metin yazarlığını yapan, Good Omens, Neverwhere, Stardust, The Graveyard Book gibi çok başarılı eserlere de imza atmış olan Gaiman, özellikle Amerikan Gods ile zirveye çıkmış görünüyor. Zorla ya da istekli olsun fark etmez, bütün bu göçmen insanların Amerika kıtasına ayak basma pahasını yitirdiklerine odaklanıyor metin. Yeni tanrılara neler kurban edildi ve edilmekte? Bütün bunlar üzerine görkemli bir ağıt.
Aslında daha önce bahsetmemiz gereken ama geç kaldığımız, imgelemi ve dünya edebiyatına ve kültürüne dair geniş dağarcığı ile insanı şaşkına uğratan bir yazara değinmek gerek. Jorge Luis Borges, cömert yazın hayatında elbette sadece fantastik eserler vermemiştir. Fakat klasik fantastiğin ardılı olan bir çok kısa öyküsü bu türe dahil edilmek durumundadır. Onun öyküleri büyük oranda kendine özgü niteliklere sahip. Sıkça tarihin yeniden yazımı biçiminde tezahür ederler. Özellikle kütüphane ve kitap imgesi ya da zaman algısına dair tuhaflıklar, labirentimsi örgüler Borges’in öykülerinde önemli bir yer tutar. Çok sıkı bir okuyucu olan yazarın denemeleri de pek çok tuhaf noktaya ışık tutmaları ile ilginçtirler.
Bu bahsi kapatmadan önce ayrıntılara hiç girmeden Micheal Ende, Ray Bradbury, Fritz Leiber, T.H. White gibi büyük yazarları da sadece anarak geçmek zorundayım.
Yeniden Tolkien sonrası modern fantastik edebiyata dönersek ve gözlemleyebildiğim mevcut problemlere bir bakacak olursak, öncelikle edebiyatın edebiyat dışı olgularla içli dışlı oluşuna dâir sorunlar göreceğiz. Fantastik edebiyat popüler olduktan sonra, Ed Greenwood adlı bir yazar hepimizin öyle ya da böyle farkında olduğu FRP denilen bir mefhumu ortaya çıkarttı ve ne yazık ki, sorunlarını da beraberinde getirdi. Bir masaüstü rol yapma oyunu konseptinin edebiyat alanından beslenmesi çok doğal elbette. Fakat özellikle TSR firmasının da katkısı ile fantastik edebiyat bu oyuna hizmet eden ikincil bir unsur hâline getirilmeye çalışıldı. Pek çok yazarın tuhaf bir biçimde katkıda bulunduğu Forgotten Realms, DragonLance gibi karma popüler fantastik anlatılar bu masaüstü oyunlara konu ve mekan sağlayan edebiyat ürünleri olarak pazarlandılar. Maalesef bu kitapların çok önemli bir yekûnu edebi kaygıdan çok uzak tecimsel ürünlerdir. Bu tür popüler dünyalara yazılan eserlerde yazarın bağımsız bir imgelemle yazabilmesinin önü ister istemez tıkanmıştır. Bir anlamda ısmarlama bir yazımdır meydana gelen şey. Aynı problem bir takım bilgisayar oyunlarının popülerliğinden beslenen Warcraft, Diablo serileri gibi iyice sulandırılmış anlatılar için de söylenebilir. Tabiî burada bu tür eserlere özel kin besliyor izlenimi vermek gereksiz, ama şu gerçek açıktır ki, bu tür kitaplar üstte saydığımız diğer başarılı eserlere oranla çok daha fazla rağbet görüyorlar ve bu durum okurda doğru bir fantastik edebiyat bilinci oluşmasına hiç yardımcı olmuyor.
Bu eserler asgarî kurgusal özgünlükten büyük oranda yoksunlar. Çoğu zaman hem daha başarılı ürünlerin hem de kendi düzeylerindeki kötü anlatıların kaba birer taklidi olmaktan öteye geçemiyorlar. Ciltlerce uzayıp giden ve niye yazıldığını kavramakta dâhi güçlük çektiğimiz bu başarısız öyküler fantastik edebiyatın edebî gelişimi açısından hem okur hem yazar bazında tekrardan sorgulanmalılar(yararsız bir umut!)
————————
FANTASTİĞİN ZORLU YOLLARI
Simgeler ve umulanlar yoluyla ruh durumlarını dile getirmek değilse yazın nedir?
William Butler Yeats – The Celtic Twilight
Bu kadar değiniden sonra, sormak gerekecektir: nedir bu eserleri okunmaya değer kılan; bazen eleştirildiği gibi boş bir oyundan ibaret midir fantastik? Yoksa insanların bu kadar tutkuyla sarıldıkları bu anlatılara bizi çeken nedir? İnsanı fantastik öyküler yazmaya ve okumaya ne itiyor?
Aslında edebiyat hangi bağlamda anlamlı ve gerekliyse, fantastik de o bağlamda anlamlı ve gereklidir deyip çıkabiliriz işin içinden. Acılarımızı teselli edecek, dünyayı ve başkalarını anlamımızı ve kendi tecrübelerimiz üzerine daha derin bir düzlemde düşünmemizi sağlayacaktır edebiyat. Tolkien bir keresinde, mitoloji ve peri masallarını yalanlar olarak tanımlamış bir adama yazdığı mektupta fantaziyi doğal bir insan etkinliği, bir insan hakkı ve Yaratıcı’yı taklit etmenin bir parçası olarak gördüğünü şöyle ifade ediyor:
” Her ne kadar dünyanın tüm çatlaklarını
Elfler ve Goblinlerle doldurmuş olsak da,
karanlıktan ve ışıktan Tanrıları
ve onların evlerini inşa etmeye cesaret etmiş
ve ejderlerin tohumlarını ekmiş olsak da –
bu bizim hakkımızdı.
(yerinde ya da yanlış kullanılmış)
Bu hak azalmadı: hâlâ içinde
yaratıldığımız yasayla yaratıyoruz.”
Tolkien ayrıca yaygın bir eleştiriye karşın fantazinin usdışı bir etkinlik olmadığı, ussal olduğunu da ekler. Eğer der, insanlar gerçekten kurbağalarla insanları ayırt edemeyecek olsalardı, kurbağa-krallar hakkındaki masalları yazmazlardı. Fakat bazı insanların fantazinin cezbedici gücünden hoşlanmadıklarını da iğneleyici bir dille ekler. Ona göre bu insanlar Birincil Dünya dedikleri dünyalarına müdahale edilmesinden hiç hoşlanmazlar. “Gerçeğin” ve “aklın” yılmaz savunucuları olarak görürler kendilerini. Masallar, mitler ve fantaziler ise saçma ve hattâ gerici uğraşlardan başka bir şey değildir. Bir bakıma bunlarda fantastik dış kabuğu kırabilecek ve yumurtanın içini tadabilecek yetenek ya da ilgi yoktur diyebiliriz. Bu yüzden orada fantastik bir biçime bürünmüş öykünün anlatmak istediğini gözden kaçırırlar. Dolayısıyla iyi bir fantazi metninin neredeyse her zaman iyi bir yolculuk metni olduğunu da gözden kaçırırlar. Buradaki yolculuktan kastım, hem öyküde okuduğumuz görünür yolculuk, hem de bununla bağlantılı olarak kavradığımız, eşlik ettiğimiz içsel yolculuktur. Psikanalitik eleştiriden destek alarak şunu iddia edebiliriz kolaylıkla: fantastik yolculuklar dolaylı olarak bizim kişisel bilinçdışı yolculuğumuzun metaforlarıdır.
“Büyük fanteziler, mitler ve masallar gerçekten de rüyalara benzer; bilinçdışından bilince seslenirler, bilinçdışının diliyle, simgeler ve arketiplerle. Kelimeleri kullansalar da, müzik gibi işlev görürler; sözel akıl yürütmeyi devre dışı bırakıp doğruca söylenemeyecek kadar derinde yatan düşüncelere giderler. Hiçbir zaman tam olarak aklın diline tercüme edilemezler; onların anlamsız olduğunu, ancak Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisini de anlamsız bulan bir Mantıksal Pozitivist iddia edecektir. Oysa son derece anlamlıdırlar ve ahlak açısından, içgörü açısından ve büyüme açısından faydalı ve pratiktirler.”(Le Guin)
Fantastik kahraman(lar)ın çıktığı yolculuk, o yolculukta geçtiği aşamalar bilinçdışı yolculuğumuzun parçalarıdır hep. Önemli bir karşılaştırmalı mitoloji uzmanı olan Joseph Campbell bu yolculuğun aşamalarını belirliyor ve buna monomit diyor. Ona göre bunun üç temel aşaması var: ayrılma-erginlenme-dönüş. Bunu basitçe şöyle ifade ediyor:
“Bir kahraman olağan dünyadan doğaüstü tuhaflıkların bölgesine doğru yola çıkar; burada masalsı güçlerle karşılaşır ve kesin bir zafer kazanılır; kahraman bu gizemli maceradan benzerleri üzerine üstünlük sağlayan bir güçle geri döner.”
Burada sözü edilen kahraman ister Beowulf, ister Sigurd, ister Gawain, ister Buda olsun farketmez. Hattâ amacımıza da uygun olarak Frodo, yahut Ged, yahut Titus da olabilir. Joseph Campbell’ın bu basit çevirimi eğilip bükülerek ya da hattâ bazen başarısızlığa uğrayarak sürekli karşımıza çıkar. Modern fantastik edebiyat mitler ve masallar gibi bu döngüyü -daha sentetik bir yolla olsa bile- tekrar etmeye çalışır. Yolculuğun her aşaması bizim içsel yolculuğumuza dair karmaşık anlamlar taşır. Kendi yolculuğumuzu aydınlatan bir kandil yahut bir ayna oluverirler.
“Hiçbir tereddüt olamaz: Daha önceki kuşakların mitolojik ve dinsel miraslarının simge ve ruhsal araştırmalarının rehberliğini aldığı ruhsal tehlikeleri, bizler (inançsızlar olduğumuzdan, ya da inançlıysak eğer, bize kalan inançlar çağdaş yaşamın gerçek sorunlarını karşılamakta yetersiz kaldığından) yalnız başımıza ya da en iyisi deneyerek, hazırlıksız ve genellikle iyi bir rehber bulamadan aşmak zorundayız. Bu bizim gibi, bütün tanrı ve şeytanların akılcılaştırılarak yok edildiği modern, “aydınlanmış” bireylerin sorunudur. Yine de bize kalabilmiş olan ya da dünyanın dört bucağından toplanmış mit ve efsaneler bolluğunda bizim hâlâ insan olan yönümüzden bir şeyler bulabiliriz”, diyor başka bir yerde Joseph Campbell.
Çağdaş fantastik yazın bu unutulmuş içsel yolculukta bir rehber olmaya adaydır. Çünkü cesaret aldığı kökler mitler ve masallardır, onlarla birlikte insanın tarihini kateder. Ünlü makalesinde “Peri masallarının tarihi insan ırkının fiziksel tarihinden daha karmaşık ve en az insanlık dilinin tarihi kadar karmaşıktır,” derken Tolkien bu kadimliğe değinir.
Fantastik yolculuk, ki bu çoğu zaman bir arayış macerası olarak ortaya çıkar(quest), öyle kolay çıkılabilir bir yolculuk değildir. Kapıdan dışarı adım atmak zor iştir, çünkü yolun nereye çıkacağı bilinmez. Bu yüzden kahramanlar her zaman gönüllü değillerdir. Sözgelimi Frodo da çok gönüllü bir kahraman sayılmazdı, ama bir gün yaşlı bir rehber gölgelerden çıktı ve ona içinde bulundukları tehlikeye dair kıymetli öğütler verdi. Bu öğütlerdeki bilgeliği ve kendine düşeni fark edebildiği için Frodo o kapıdan dışarı adım atabilmiştir. “Kahraman yapılması uygun olanı gören kişidir.”
Yolculuk çok zordur, pek çok engebe ve tuzak vardır üzerinde, ama eğer başarılı olunursa patikanın sonuna Kıyamet Çatlakları varılacaktır. Oraya varmadan döngü tamamlanamaz. Mit ve masallarda, arayışın bir noktasında böylesi bir yer altına iniş ya da cehennemî bir sona ulaşmak içkin bir içsel keşifin, oradan çıkış da yenilenmenin metaforları olarak okunur genellikle. Gün ışığına tekrar çıktığınızda artık eski kişi değilsinizdir. Öz keşfinizi tamamlamış ve kendi karanlık yanınızla yüzleşmiş olarak başka bir kimlik kazanmışsınızdır âdeta. Frodo -dokuz parmaklı Frodo- eski Frodo değildir artık. Shire’lı Frodo olamaz o: “Yaralıyım,” diye cevap verdi Frodo, “yaralı; asla tamamen iyileşmeyeceğim”
Bu neviden arketipsel ya da psikanalitik çözümlemeler bir yana, peki, fantastiğin bir kaçış edebiyatı olması eleştirilerine ne demeli? Doğrusu Tolkien üzerine çullanan bu nitelemeden çok da rahatsız olmamıştır. Aksine o işin tüm boyutlarının farkındaydı, peri masalının ve fantazinin ana işlevlerinden birinin kaçış olduğunu iddia eder ve kaçışa yüklenen negatif anlamları reddeder. Bir yazısında şöyle diyecektir: “Geçmişten gelen hikayelerin çoğu, insanların elleriyle yaptıkları eserlerden zevk aldıkları zamandan, bir çok insanın insan yapımı şeylerden iğrendiği zamanımıza kadar sağ kalışlarından doğan bir çekicilikle, sadece “kaçışçı” olmuşlardır.”
Ona göre “motorlu arabaların, insan başlı atlardan ya da ejderlerden daha gerçek olduğu görüşü tuhaftır ve atlardan daha gerçek oldukları görüşü ise acınacak derecede saçmadır.” Sonra da ekler, “Peri masalları gökte uçan ya da derinlerde yaşayan canavarlar icât ediyor olabilir, ama en azından cennetten ya da denizden kaçmaya çalışmıyor.” Peşinden daha cesur bir hamle yapar; “Peri masalı okurunun ve yaratıcısının artık kullanılmayan çok eski şeylerden “kaçış”tan: sadece ejderleri değil atları, şatoları, yelkenli gemileri, okları ve yayları; sadece elfleri değil, şövalyeleri, kralları ve rahipleri de tercih etmekten utanmaları gerektiğini sanmıyorum.”
Evet, böyle der, çünkü karşısına dikilmiş dünyanın fabrikaları, petrol rafinerileri, silah sanayisi, borsaları, politikacıları, sefil ve karanlık varoşları ve yalancı ve neon ışıklı metropolleri özde bu saydıklarından daha gerçek değildir. Modern fantastik edebiyat başarılı olduğunda en derinde böylesi bir hayal kırıklığını yansıtır. William S. Burroughs bunu şöyle ifade ediyor: “Büyülü ortamlar yerle bir oluyor. Artık Orman Parkında Yeşil Ren Geyiği yok. Melekler tüm kovukları terk ediyor, içinde Tek Boynuzlu Atın, Kocaayağın, Yeşil Ren Geyiği’nin bulunduğu ortam giderek azalıyor, tıpkı yağmur ormanlarında yaşayıp soluk alan diğer yaratıklar gibi. Ormanlar motellere, Hilton’lara ve McDonalds’lara yer açmak için yok olurken tüm büyülü evren yok oluyor.”
Tolkien işte bu yüzden fantazideki bu kaçışı teselliyle de ilişkindirmiştir. İçine düştüğü çağda insanın teselliye duyduğu ihtiyacın farkındadır. Büyük mücadelelerin ve tüm kayıpların sonunda en azından teselli edici bir mutlu son olmasını gerekli bulmuştur anlatılarında.
Ayrıca Tolkien insanların doğal şeylerle ilişkilerini, onlara bakış açılarını değiştirmelerinde fantazinin yüreklendirici olduğunu düşünüe. Bu anlamda mülkiyetçi olmayan bir bakış açısından yola çıkar. Çünkü sahiplenmek etrafımızdaki dünyayı gerçekten görmemizi engeller ona göre. Profesör Tom Shippey’in üzerindeki etkisi buna örnektir: “Tolkien beni bir gözlemciye dönüştürdü. Tolkien insanları kuş izleyicilere, ağaç görücülere, çalı tutuculara dönüştürür” diyor.
Fakat kaçış her zaman gerçekten anlamlı mıdır? Her zaman sizi içine çeken batalıklardan bir sıyrılma işlevi görebiliyor mu acaba? Elbette hem nefret ettiğimiz hem de mahkumu olduğumuz bir yerden kaçmak hakkımızdır, ama sık sık kaçtığımız yerlere şöyle bir bakmalıyız? Acaba hedefimiz çıkış noktamızdan daha iyi mi her zaman? Le Guin’in bilim-kurgu hakkındaki bir yazısında dikkat çektiği gibi, ya yaptığımız sahtelikten değil de sahteliğe kaçışsa. Başarılı fantaziler ya da bilim-kurgularda kaçışın bir anlamı vardır, daha iyi bir yeri amaçlarlar, fakat bu öykülerin dışında kalan ve çok daha popüler olan diğer öykülerin barındırdığı sorunları görmezden mi geleceğiz? Çünkü sanıyorum bunlar bizi çok da anlam taşımayan, kayda değer bir şeyler öğrenmenin mümkün olmadığı, yapay ilişkilerle dolu, tam anlamıyla boş bir dünyaya kaçırıyorlar. Kaçtığımız her şey başka bir yüz, başka bir makyajla karşımıza dikiliyor orada.
Fantastiğin başka bir özelliği de ilk olarak Rus biçimcilerinin temelini attığı bir terimde yatıyor. Ostranenie(alışkanlığı kırma) diye bilinen bu terim daha sonra Brecht’in verfremdung kavramının da öncülüdür. Burada asıl olan edebiyat eserinin gerçeği olduğu gibi yansıtmayıp, onu daha farklı, okurun kavrayışını tazeleyecek biçimler altında sunmasıdır. Başka bir açıdan Brecth’in yabancılaştırma efektinin inceliği de buradadır. Denildiği gibi bu “hipermetroplaştıran bir dünyaya karşı şifadır; uzağa, belirli bir mesafeye koyarak görmemizi sağlamanın yoludur.” Buradan tekrar fantastiğe dönersek; naturalist edebiyatta görüngüsel dünyanın sınırları içinde sürekli anlatılmış, sürekli yakında gördüğümüz ve bu yüzden artık odak olmaktan uzaklaşan, zihnimizde silikleşen, etkisini yitiren uyuşuk bir olguyu fantastik biçimlere sokarak anlatmak, bir anlamda onu uzaklaştırmaktır, bu da okur tarafından daha net fark edilmesini ve üzerine düşünülmesini sağlayaaktır. Örneğin Ged üzerinden düşünürsek; Yerdeniz Büyücüsü’nde anlatılan temel olgu kişinin bilinçdışı ile yüzleşmesi ve büyümesidir. Pek çok kez işlenmiş bir anlatı, ama bunu imgelemi zorlayan bir hâle sokup, Ged ve gölge üzerinden fantastik bir macera içinde anlattığınız zaman, yani olguyu koruyup şekilleri yabancılaştırdığınız zaman bu olguya daha net bir parmak basarsınız. Meraklı okur bu fantastik örtünün altında ne olup bittiğini anlayabilmek için bir çaba sarf eder ve bu sayede sürekli uyanık kalır. Sonunda Ged dünyanın ucunda gölgeye dönüp ona kendi adıyla “Ged” diye seslenince, işte o zaman en uyanık olduğunuz ândır.
Yine bununla bağlantılı olarak bu fantastik yapı, bizi bir öykü anlatırken içine düşebileceğimiz bir takım somut sıkıntılardan da kurtarır. İlk Türkçe fantastik kurgu serisi olan Perg Dörtlemesinin yazarı Barış Müstecaplıoğlu bir röportajında buna işaret ediyor ve diyor ki: “Fantastik kurguyu özel yapan, en azından benim için özel olmasını sağlayan, belirli bireyler, olaylar ya da milletleri örnek göstermeden, tamamen olgular üzerinde durabilme özgürlüğü tanıması.” Eğer güncel siyasal konjonktür, sosyo-kültürel yapı, tarihsel çerçeve anlatacaklarımızı gerçekçi bir kurmaca içinde istediğimiz serbestlikte anlatma imkânı vermiyorsa, fantastik edebiyat bizi bu dertten rahatlıkla kurtarabilir.
—————————-
YERLİ FANTASTİKLER
Ve körün ünvanını ârif koyarak,
Görenin ismine dîvane denildi.Ahmed Hilmi – Âmâk-ı Hayâl
Son olarak Türkçe’de fantastik yazına bir göz atmak gerekiyor. Türk edebiyatında son yıllara kadar fantastik edebiyata, özellikle batıda görülen biçimleriyle rastlamak kolay değildi. Tabii bu topraklarda romanın batıya kıyasla ne kadar geç oluştuğunu dikkate alırsak, o kadar şaşılacak bir durum olmayabilir. Romanın özünde fazla ampirik bir tür olarak şekillenmesi bir yana, bu eksikliğin ikinci ve önemli bir etkeni de bu toplumda batıdaki tarihsel gelişimi ile karşılaştırılabilecek bir pozitivizme rastlanmamasıdır. Berna Moran, ilk romancılarımızın Batı ve Doğu değerleri arasında birleşimi ararken fantastiği olabilir olanı anlatması gereken romanın düşmanı saydıklarını ifade ediyor. Bu yüzden bizim romanımızda fantastik olgular Peyami Safa ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bazı eserleri dışında pek ortaya çıkmamıştır diyor. Bu eserler bile batılılaşma konusundaki farklı görüşleri savunmanın alegorik araçları olarak yazılmışlardır. Tabiî aslında fantastik gerçekçilik ya da büyülü gerçeklik bağlamında ele alınacak pek çok yazar var, fakat bu yazıda onlara değinmek mümkün değil.
Türk edebiyatındaki ilk fantastik yazın örneği Giritli Aziz Efendi’ye ait olan Muhayyelât-ı Aziz Efendi adlı, üç ana bölüm halinde yazılmış olan eserdir. Yayınlanması 1769 gibi oldukça geç bir döneme uzanıyor. Bariz bir Binbir Gece Masalları esinlenmesi kitabın içeriğinde görülebilir. Cinlerin, hortlakların cirit attığı eğlenceli bir kitaptır. Kaleme alınmasındaki amacı yazarı daha en başında özetliyor zaten: “Gönüldeki gamı dağıtmak”
Memleket sathında gotik alt türe de pek rastlanmıyor. Çünkü bu yazın, üstte işaret ettiğimiz üzere aydınlanmanın içindeki özel koşullarda doğmuştur ve rasyonalizme ve onun peşi sıra ilerleyen pozitivizme bir tepkidir. Dolayısıyla bizde pozitivizm kendi dinamikleri ile oluşmadığı ve ithal edildiği için gotik eser de pek bulunmaz. Bu anlamda elle tutulur ilk eser popüler aşk romanları ile bilinen Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi adlı eseri olarak gözüküyor. Kitap vampirleri Karpat’lardan güneydoğunun ıssız dağlarına taşır. Fakat korku atmosferi bakımından yeterli olsa da, ne yazık ki, özgün bir eser sayılamaz. Olay örgüsü bakımından Dracula’ya olan benzerlikler kimsenin gözünden kaçmamıştır. Yine de adı Ruzihayâl olan bir Carmilla(ama Dracula karizmasında) benzeri vampirella öyküsü okumak tuhaf bir deneyim olacaktır herkes için.
Ayrıca İhsan Oktay Anar‘a değinmemiz gerekir. Puslu Kıtalar Atlası ile yola çıkan yazarın hâli hazırda mevcut beş kitabı yayınlanmış durumda. Bu kitapların en temel özelliği tarihsel romanla fantastiği sağlam bir üslûpla harmanlamış olmalarıdır. Kendi adıma özel bir hayranlık duyduğumu söylemeliyim.
Tolkien sonrası fantastik kurgunun Türkiye’de oluşması ise ancak iki binli yıllara denk düşüyor. Bunda katalizör etki bu dönemde çok yoğun bir çeviri furyası başlamış olmasıdır elbette. Pek çok önemli fantastik yapıtın Türkçe’ye çevrilmesi ile okuyucunun ilgisi bu türe yoğunlaştı ve neticede Barış Müstecaplıoğlu, Orkun Uçar, Yiğit Değer Bengi gibi yerli yazarların fantastik türdeki eserleri raflarda yerlerini alabildiler. Bunların her biri aynı kıratta değil. Fakat Türkiye’de bu edebiyat henüz emekleme aşamasında olduğu için eleştirirken dikkatli olmak lâzım. İleride daha iyi öyküler görmeyi dileyerek bitirelim bu yazıyı.
Ve sizler görmediniz mi, şu güzel yolu
Eğrelti otlarıyla kaplı yamaçta rüzgârlar eser?
İşte bu da Periler Diyarı’nın yoludur,
Sizin ve benim bu gece mırıldandığımız.J. R. R Tolkien – On Fairy Stories
Kaynakça:
www.kayiprihtim.org
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Ayrıca bakınız: