Edebiyat, Sosyal ve Siyasi Hayat İlişkisi
EDEBİYAT, SOSYAL VE SİYASİ HAYAT İLİŞKİSİ
Milletlerin edebiyatları, sosyal ve siyasal yapılarının bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Sosyal ve siyasal yapıdaki değişme ve gelişmeler en belirgin şekilde edebî ürünlerle dile getirilmektedir. Çünkü şair ve yazarlar eserlerinde, genellikle ait oldukları toplumun yaşayış biçimini konu alır.
Düşünceler evrensel olabilir, fakat duygular daha çok toplumlara özgüdür. Toplumların en içten, en karmaşık duygularının, şuurlu bir şekilde ifadesini bulduğu sanat dalı genellikle edebiyattır. Şair ya da yazar, okuyucularıyla, birçok duygu ve düşünceyi paylaşan kişidir.
Sosyal yapı dinamiktir. Bugünkü dünya görüşümüz, hayata bakış açımız, başka toplumlarla aynı olmadığı gibi birkaç yüzyıl önce yaşamış olan atalanmızınkinden de farklıdır. Çevremizde sürüp giden maddî, manevî değişmenin baskısı altında yaşayış şeklimiz, dilimiz ve edebiyatımız değişmeye devam etmektedir. İçinde bulunduğumuz bu değişim sürecinden dolayı edebiyatımızın sosyal yapıdan uzaklaşması ya da gelişimini sürdürememesi, toplumumuzun sağlıklı bir şekilde kendini yenilemesini engeller. Çünkü sağlıklı bir toplumun unsurları arasında sürekli ve karşılıklı bir etkileşim vardır.
İnsanın bir fert olarak toplumdan, sosyal hayattan tecrit edilmesi nasıl mümkün değilse, insan elinden çıkan edebî eserler de ortaya çıktığı toplumun sosyal yapısından ayrı düşünülemez. En ferdî düşünen, tamamen şahsî duygularını, kendi iç âlemini dile getiren şair ve yazarların eserlerinde bile dikkatle incelendiği zaman içinde yaşadıkları toplumun derin izleri görülebilir.
Yunus Emre, Anadolu insanının Moğol istilâsından bıktığı, anarşi ve kargaşadan canından bezdiği bir dönemde onlara Allah’ı, ebedî hayatı, sevgi ve hoşgörüyü hatırlatır. Kuraklıktan ve korkudan dudakları çatlamış olan Anadolu’yu ümit, aşk ve heyecanla sulayıp, yeşertir. Huzur, sükûn ve saadet devrinde Fuzûlî, insanları aşkın zirvelerinde dolaştırır, gerçek saadetin aşk ıstırabında olduğunu söyler. Milletimizin en zorlu ve karanlık günlerinde yetişen İstiklâl Marşı şâiri Mehmet Akif ise insanımızın yakasından tutup şiddetle sarsarak onu uyarmaya, uyuşukluktan kurtarmaya çalışır:
“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun”
diyerek onları mücadeleye teşvik eder. Bazı şâir ve yazarlar da, milletinin en buhranlı anlarında, yaşadığı zamanı aşıp, bakışlarını ötelere çevirerek geleceğin parlak, aydınlık ve mutlu günlerinin müjdelerini verirler. Kısacası gerçek mânâda değer taşıyan hiçbir edebî eser, içinde doğduğu toplumun şartlarından ayrı düşünülemez.
Edebiyat, insanda güzellik duygusu uyandıran bir sanattır. Konusu hayat ve insan başta olmak üzere, tabiattaki her şeydir. Yalnız edebiyat bunları aynen almaz; değiştirir ve yeniden kurar.
Edebî eserler, belli bir görüşü, inancı, örf ve adet gibi çeşitli sosyal olay ve olguları işlerler. Onları konu olarak alırlar. Bir anlayışı ret veya kabul eden bir davranış gösterebilirler. Bu bakımdan toplumdaki görüş, düşünüş ve değişmeler edebiyata yansır. Şair ve yazarlar belli anlayışların yaygınlaşmasında, benimsenmesinde önemli rol oynarlar. Her gelen yeni nesil kendi anlayışını edebî eserlerle topluma aktarır. Topluma yön verir, onun şekillenmesine katkıda bulunur.
Öte yandan şair ve yazarlar, içinde yaşadığı toplumun bir üyesidir. Bunlar, yetiştikleri çevrenin etkisinde kalırlar. Toplumdaki çeşitli anlayışlardan birini veya birkaçını benimserler. Onların herhangi bir insandan farkları, kabul ettiği, hoşlandığı bir anlayışı başkalarına da kabul ettirebilmeleridir. Bunun için toplumlardaki değişmelerde şair ve yazarların öncü olduklarını görüyoruz. Bütün bunlara rağmen edebî eserler bir sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, gelenek kitabı değildir. Edebiyatın gayesi bunların çok ötesindedir.
Video Ders: Edebiyatla Düşünce, Sosyal ve Siyasi Hayat Arasındaki İlişki
Edebî metinler yazıldığı dönemin zevk, anlayış ve problemlerine kayıtsız kalamazlar. Dönemlerinin anlayışlarını, bütünü içinde kendi tercihlerine göre metinlerinde ortaya koyarlar. Ayrıca birçok okuyucunun, kabul ettiği veya karşı olduğu değerler dünyasını da metinlerini oluştururken gözardı etmezler. Metni oluşturan temel öğeler arasında dönemin zihniyeti, metne değişik şekillerde yansır.
Edebî metinlerin yazıldığı dönemdeki çeşitli anlayışlar kendine özgü zihniyete zemin hazırlar. Döneminin getirdikleri, sosyal şartlar ve kişisel özellikler iç içe girerek metinde bütünleşir. Böylece eser, metni oluşturan kişinin ve döneminin damgasını taşır. Bunlardan başka, tercih edilen estetik beğeniler, temalar, yapı, kullanılan dil özellikleri de metinde dönemini yansıtarak temsil eder.
Sanat eserleri, kısaca edebiyat eserleri aslında sosyaldir. Bir dönemin sanatla ilgili verimlerinin tamamıyla fikirleri, inançları, ihtiyaçları, eğilimleri arasında ilişkinin olmaması imkânsız gibidir. Edebiyat ile toplum, toplum ile edebiyat karşılıklı olarak birbirlerini etkilerler. Esasen buna edebiyat ile toplumun karşılıklı etkilenmesi nazariyesi derler. Hiçbir edebî eser yoktur ki, belirli bir zamanın, belirli bir çevrenin ve belirli bir şahsiyetin verimi olmasın. Her edebî eser kendinden öncekilerden bir şeyler alır. Buna göre çevre eser üzerinde etkili olur. Hiçbir şey geçmiş zamanın fikirlerini ve duygularını bize bir sanat eseri kadar hayat ve hisle dolu olarak gösteremez…
Eserlerin tertip şekli, hisler, fikirler, kelimeler, kısaca her şey doğduğu zamanın sergilendiği yerdir. Bundan başka edebî eserler de toplum üzerine tesir ederler. Bir edebî eser bazen bir toplumun fikirlerini ve inançlarını daha açık, daha kesin bir şekilde ortaya koymakla, onlara belirli bir yön verir. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî‘nin, Yunus Emre’nin, Nesîmî’nin, Kaygusuz Dede’nin, Sinan Paşa’nın, Nedim‘in, Şeyh Gâlib‘in, Kemal’in, Hâmid’in zamanları üzerindeki tesirleri inkâr edilemez. Bir milletin edebiyatını, edebiyat tarihini öğrenmek, o milletin sosyal hayatını öğrenmek ve gelişme dönemlerini adım adım izlemek demektir.
(Köprülüzâde Mehmet Fuad-Ş.Süleyman; Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı, İstanbul 1332)
Edebiyat ile Edebiyat Tarihi ilişkisi:
Edebiyat tarihi bir toplumun edebî eserlerinin toplu olarak değerlendirildiği, tenkit ve tahlil edildiği bir alandır. Edebiyat tarihi olmadan edebî eserlerin toplanması, değerlendirilmesi ve yaşatılması söz konusu olamaz. Bugün Yunus Emre’nin, Karacaoğlan‘ın Mehmet Akif Ersoy‘un şiirlerini zevk alarak okumamız, onların hayatlarıyla ilgili bilgi edinmemiz ancak edebiyat tarihi sayesinde mümkün olabilir.
Edebî eserlerin yaşayabilmesi için edebiyat tarihi şarttır. Dolayısıyla edebiyat, edebî eser ve edebiyat tarihi birbirini tamamlayan yan bir analı oluştururlar. Günümüzde bu alana edebiyat tarihi adı verilmiş ve diğer bilimlerden ayrılmıştır.
Edebiyat Genel Tarih ilişkisi:
Genel tarih, insanların geçmişte bıraktığı yazılı belgeler ve yaptıkları eserlere dayalı, onların hayatlarını birçok yönden ele alarak araştıran bilim dalıdır. Bütün yönleriyle insanların geçmişini inceleyen genel tarihin bulguları arasında edebî eser ve edebiyatçı ile ilgili bilgilerin olması kaçınılmazdır. Bu yüzden genel tarihle edebiyat arasında bir ilişki vardır.
Edebiyat-Sosyoloji (Toplum Bilim) ilişkisi:
İnsan topluluklarının yapısı, gelişmesi olaylar karşısında tepki ve tutumları inceleyen bilim dalına sosyoloji denir. Dolayısıyla edebiyat bize toplum hayatındaki dalgalanmaları, gelişme ve olgunlaşmayı göstermektedir. Sosyolojiyi öğrenmeden bir edebiyat tarihi yazmak çok zordur.
Günümüzde edebiyatla sosyoloji arasındaki bir başka ilişki de yazar, edebî eser ve okuyucu üçlüsü arasında vardır. Bugün basım, dağıtım, eleştirmen ve okuyucu ilişkisini araştıran edebiyat sosyolojisi isimli ayrı bir saha da oluşmuştur.
Bugünkü Türk edebiyatında mevcut edebî hareketleri inceleyebilmek için birkaç büyük realite üzerinde durmak ve bilhassa bu edebiyatın, bir medeniyet değişmesinin neticesi olarak doğduğunu göz önünde tutmak gerekir. 1826’da, Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla başlayan ve 1839’da Tanzimat Fermanı’yla devlet müesseselerinin ve cemiyet bünyesinin yavaş yavaş Avrupalılaşmasına varan ve sırasıyla 1876’da Birinci Meşrutiyet, 1908’de İkinci Meşrutiyet devrelerini idrak eden bu medeniyet krizi, 1923’te Cumhuriyetin ilânı, Ankara’nın başkent oluşu, Atatürk inkılâpları gibi kesin manzaralı safhalarla Türk cemiyetinin bugünkü durumuna kadar gelir.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul 1968)
Fertlerin nasıl birbirinden ayrı bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları varsa, nesillerin de kendilerine has, önceki ve sonraki nesillerinkine benzemeyen bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları vardır.
Aynı içtimaî, siyasî ve iktisadî şartlar altında yaşayan, aynı çeşit terbiye müesseselerinde yetişen, aynı endişe ve meselelerle meşgul olan ve aşağı yukarı aynı yaşta bulunan insan toplulukları arasında müşterek bir ruhun teşekkül etmesi gayet tabiî bir hadisedir. Milletlerin tarihî hayatında nesiller, büyük fertlerden daha mühim rol oynarlar; zira devirlere şekil ve renk veren esas kitleyi onlar teşkil ederler.
Mehmet Kaplan (Nesillerin Ruhu, İstanbul 1967)
Atatürk’ün münevver bir insan ve devlet adamı olarak, en çok üzerinde durduğu iki mesele vardır.
1. İyi hitabet
2. Güzel ve edebî yazı yazmak.
Bir akşam toplantısında söz edebiyat üzerine açılmıştı, yıl 1937 ve konuşma şu sorularla başladı.
Edebiyat nedir? Osmanlı devrinde ve bugüne kadar Cumhuriyet rejiminde edebiyat medlulünden ne anlaşılıyor? Mekteplerde edebiyat nasıl okutuluyor? Cumhuriyet çocuklarına edebiyat ne yolda hangi gaye ile tedris olunmalıdır?
Hazır bulunanlardan biri, bugünkü edebiyat tedris sistemine muarızdı. Bugünün programını edebiyattan beklenen hizmete uygun bulmuyordu; ona göre bugünkü edebiyat tedrisatı, fikre ve ruha hitap etmeyen bir şekilde yapılmaktadır; hâlbuki edebiyatın rolü bu değildir; onun daha geniş ve şamil bir hizmet sahası vardır.
Atatürk, bunun üzerine o arkadaşına, edebiyatın nasıl okutulması ve ne suretle programlaştırmasının muvafık olacağını sordu. Bu arkadaşının cevabı, kara tahta üstüne, şu suretle tespit edilmiştir:
1. Ona, tahlil ve terkip kabiliyeti vermek;
2. Ona, dünyayı, insanlığı anlatmak;
3. Onu, bir üslûba malik kılmak;
4. Onu, başlı başına ve yardımcısız çalışabilir hâle koymak;
5. Onu, bütün bu vasıf ve kıymetleriyle, mensup olduğu sosyeteyi yükseltebilecek surette yetiştirmek.
Beşeriyette en müspet ilim ve en ince teknik esaslarına dayanan hayatla ve kanla karşılaşmak kendileri için mukadder olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek dahi, kendini içinde bulunduğu içtimaî heyete anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğunu hazırlayabilmek için, uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü ve nihayet fedakâr ve kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatta bulur. Bu itibarla, edebiyatın her insan cemiyeti ve bu cemiyetin hâl ve istikbalini koruyan ve koruyacak olan, her teşekkül için, en esaslı terbiye vasıtalarından biri olduğu, kolaylıkla anlaşılır.
Prof. Dr. Afet inan (Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1968)
Edebiyat ve Toplum İlişkisini ifade eden bazı sözler:
“Beşeriyette en müsbet ilim ve en ince teknik esaslarına dayanan, hayatla ve kanla karşılaşmak kendileri için mukadder olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek dahi, içinde bulunduğu içtimaî heyette kendini anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğunu hazırlayabilmek için, uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü ve nihayet fedakâr ve kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatta bulur.
Bu itibarla, edebiyatın her insan ve cemiyeti ve bu cemiyetin hal ve istikbalini koruyan ve koruyacak olan her teşekkül için en esaslı terbiye vasıtalarından biri olduğu kolaylıkla anlaşılır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Açıklama:
beşeriyet: İnsanlık
İçtimaî: Toplumsal,
hal: Şimdi,
teşekkül: Oluşum.)
—
Toplum meseleleriyle ilgilenmeyen edebiyat bence eksik, güdük bir şey olur. Bugün Batı’da yazar, çevresinin aynı zamanda en ileri düşünürü sayılıyor. Elini eteğini toplumdan çekip fildişi kulesinde kozasını ören sanatçı tipi, pencereden gözlediği komşu kızı için sararıp solan platonik âşık tipi kadar modası geçmiş bir yaratıktır.
Haldun Taner
—
Bozulmuş bir edebiyat sağlıksız bir toplumun ürünüdür. Bir toplum bütünüyle edebiyatına yansır. Edebiyat en etkili sanat olduğuna göre toplumdaki bozulmalara, yabancılaşmalara karşı da savaşım vermeli.
Yaşar Kemal
—
Gerek kölelik döneminde, gerek feodal dönemde ve sonraki aşamalarda sanat ve edebiyatın gücüne inandıkları için bunu bağımlı kılmaya, bunu sömürü ve baskı aracı haline getirmeye kalkışanlar da olmuştur. Ne var ki, sanat edebiyat ürünleri her dönemde bağımlılığı reddederek kendi evrensel alanı içinde adalet ve barış taraftarı olmuş, karanlığı değil aydınlığı seçmiş, çirkinliği değil, güzeli benimsemiş, acıyı değil, mutluluğu seçmiştir. İnsanlık adına gerçekleştirilmiş hareket ve değişimlere baktığımız vakit bunu apaçık görebiliriz.
Sözgelişi, Rönesans ve reformun gerçekleşmesinde sanatçıların büyük rol oynadığı yadsınamaz bir gerçek. Fransız Devrimi, sanatçıların eseridir diyebiliriz. Türkiye’nin batı kültürüne, batı uygarlığına yönelmesinde aydın, yazar ve şairlerin katkısı olmuştur. Bu nedenle sanatın anlam ve önemi hakkında kitaplar yazılmış, vecizeler söylenmiştir. En güzel sözlerden biri de Atatürk’ündür: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Şemsettin Murat, Sanat ve Edebiyatın Toplum Üzerindeki Etkisi