Diyorlar ki (özet) – Ruşen Eşref Ünaydın
Diyorlar ki (Özet) – Ruşen Eşref Ünaydın
Diyorlar ki, Ruşen Eşref Ünaydın‘ın 18 edebiyatçıyla yapılan söyleşilerinin toplamı. İlk yayımlanma tarihi 1918. Yayımlanışının üzerinden bir asırı aşkın bir zaman geçti. Bu bakımdan edebi önemi kadar tarihsel önemi de var. Bu nedenle Şemsettin Kutlu’nun kitapta yer alan yazısında “Diyorlar ki yaşça da başça da birbirinden farklı ve birbirinden değişik 18 kürenin içinde dolaşmakta oldukları küçük bir edebiyat evrenidir.” diyor.
’18 küre’ 18 yazarı simgeliyor. Bunlar kitapta yer alan sırasıyla:
- Abdülhak Hamit (Tarhan),
- Nigar Hanım,
- Sami Paşazade Sezai,
- Halit Ziya (Uşaklıgil),
- Cenap Şahabettin ,
- Hüseyin Cahit (Yalçın),
- Süleyman Nazif,
- Rıza Tevfik (Bölükbaşı),
- Mehmet Emin (Yurdakul),
- Halide Edip (Adıvar),
- Hamdullah Suphi (Tanrıöver),
- Ziya Gökalp,
- Köprülüzade Mehmet Fuat (Köprülü),
- Ömer Seyfettin,
- Refik Halit (Karay),
- Fazıl Ahmet (Aykaç),
- Ahmet Haşim,
- Ali Kemal.
Türk edebiyatının önde gelen yazar, şair, düşünürleri olan 18 sanatçının 1918’de Türk edebiyatı için ne düşündükleri, geleceğe yönelik olarak neleri öngördükleri sergileniyor.
Edebiyatımızın ünlü sanatkâr ve fikir adamlarıyla yaptığı bir dizi mülâkatı, 1918’de “Diyorlar ki” adıyla kitaplaştıran ve bu münasebetle “Diyorlar ki Muharriri” olarak şöhret bulan Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul ve İstanbul Çeşmeleri üzerine yazdığı eşsiz yazılardan dolayı “Çeşmeler Kâşifi” ve “İstanbul Seyyahı” gibi sıfatlarla da anılmıştır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ü şahsî özellikleri ve askerî dehasıyla ilk defa Türk ve dünya kamuoyuna tanıtan yazar, Mütareke (ateşkes) döneminden itibaren daima Paşa’nın yanında bulunmuş, Millî Mücadeleye katılmış ve kırk ay süren bu yürüyüşe dair duygu ve düşüncelerini gözyaşı, kahır ve sabırla demleyerek kaleminin ucundan damla damla akıtmıştır.
- Eserin adı: Diyorlar ki
- Yazarı: Ruşen Eşref Ünaydın
- Türü: Mülakat (Görüşme)
Diyorlar ki Özet
Nigar Hanım:
– Kim bilir hanımefendi, size ilk şiir hevesini veren sebepler ve ilhamlar nelerdi? Okudum ki pek küçük yaşta ruhunuzu terennüm etmeye başlamışsınız.
– Bana ilk şiir hevesini veren yaradılışımdır. Çünkü ben on iki yaşında bir çocuktum; kardeşim bir kaza sonunda ölmüştü ve benim en evvel ki şiirim de maateessüf bir mersiye oldu. Türkçeyi ben Kadıköyü’nde, Fransız mektebinde iken okuyup öğrendim. Babam, bana öğretmen olarak Celal Sahir Bey’in kayın babası olan Ebüllisan Şükrü Efendi’yi seçmişti. İlk yazılarım çıkmaya başladığı zaman ben on dört yaşındaydım. Diyebilirim ki şairlik zevkini annemden almışımdır; çünkü annem, efendim, gayet çok şiir okurdu. Zavallı hasta olduğu zaman daima beyitler okurdu. Bununla beraber benim en büyük ilham kaynağım vatanımdır.
– Eski Edebiyatımızı çok okur muydunuz hanımefendi? Eskiler arasında hissinizi en fazla okşayan şairler hangileriydi?
– O zamanlar ben eski divanları okurdum. Leyla, Şeref divanları; fakat Muhlis Paşa divanı ki Esat Muhlis Paşa çocuklarımın eniştesinin yani Sadullah Paşa’nın babasıdır. O vakitler, sabahlara kadar dirseklerim yazıhane üstünden kalkmazdı. Zaten bütün hayatımda uyku uyumamaktan mustarip oldum efendim.
– Bendeniz de öyle!
– Hep eski divanları okurdum; daha doğrusu elimin altına ne geçerse okurdum. Bu benim adetimdir. Bir taraftan da Hugo, Musset, Lamartin. Eskiler arasında beni en fazla Fuzuli duygulandırdı. (ve biraz acele acele söyledi) Fuzuli, Fuzuli; hala da bugün de Fuzuli. ve Nedim. Bunların ikisi arasında o kadar fark vardır ki; birisi aşk ve sevdada derin. Öteki de şuhluğundan, şakraklığından severdim belki. Fakat ikisi arasında hiç aynı hissime tesir eden ortak bir nokta görmedim. Şeyh Galib‘i de çok severdim. Ee.. O zamanların edebiyatı bu idi. Sonra bende ilhamlarımı yazı haline getirmeye başladım. O tarihte Muallim Hayret Efendi’nin Saadet de benim için yazdığı makaleler, son derece teşvik edici bir rol oynamıştır.
Genç ve çalışkan hikayeciye de müracaat ettim. Evvela ‘Beni bu serinin içine katmayın.’ diye özür diledi. Aradan bir müddet geçmişti. Bir gün oturduğum evi şereflendirdi. ‘Ben söyleyeceklerimi yazdım. Siz de bu yazar benim ahbabımdır; yüzünde, hareketlerinde, sözlerinde öyle dikkate çarpacak bir şey yoktur, dersiniz cancağızım.’ dedi. Birkaç defa omuzlarımı okşadı. Kağıtları bırakıp çıktı gitti. Kendisine teşekkürler ettim. Ömer Seyfettin Bey şunları yazmış:
Eski edebiyat; Daha ben çocukken evimizde birçok divanlar vardı. Onları okuya okuya edebiyata heves ettim. Fakat eski edebiyatın çeşnisini, zevkini tattığımı iddia edemem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir tahsil ister. Pek gençken gazeller falan da yazdım. Fakat bunlar saçma şeylerdi. O vakit bu yana aklımda sadece Leyla ile Mecnun‘lar kaldı. Demek ki aslında yalnız onları anlayabiliyormuşum. Bugün artık eski edebiyatımıza hiç taraftar kalmadığı için bu mevzu bahse bile değmez sanırım. Divan edebiyatı! İşte olsa olsa edebiyat tarihi için lüzumlu bir saha! Daha fazlasına aklım ermez. Şinasi‘den sonraki edebiyata gelince: Namık Kemal Bey’i çok sevdim. ‘Evrak-ı Perişan’dan sahifeler ezberledim. Bana canlılık zevkini veren; beni iyiye, doğruya, güzele samimiyetle alakadar eden Namık Kemal’dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, Hamid’i pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey’e gelince, Nejat’ı için yazdığı şeylere hala bayılırım. Bunlar ne kadar insana tesir eden şeylerdir.
Edebiyat-ı Cedide: ‘Fikret!.. İşte bana mükemmellik şevk ve isteği veren kimse! Lise sınıflarında iken hep Rübab’ı okuyordum. Halit Ziya bizim ilk üstadımızdır. Ben, bir gece hiç uyumamış sabaha kadar Bir Ölünün Defteri’ni okumuştum. Yalnız onun skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuvvetlidir ki Avrupa’nın güneydoğusunda, mesela Romanya’da, Sırbistan’da, Bulgaristan’da, Yunanistan’da o kuvvette bir romancı yoktur. Buna emin olunuz. Eğer Tevfik Fikret‘le onun arkadaşları tabii dili kavrayabilmiş olsaydılar, şüphesiz, bizimde edebi klasiklerimiz olurdu. Çünkü onlar modern edebiyatın tekniği olduğu gibi anlamış ve kabul etmişlerdir.’
“Bana gelince; ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkarlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın hedefi: Çok laf, az eser’dir. Ben şimdilik hedefi ve bu anlayışı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi, öterek yan gelmekten ise, karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi; biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin, değil mi? Siz de bu fikirdesiniz sanıyordum.”