Divan Edebiyatında Hiciv
Divan Edebiyatında (Klasik Türk Edebiyatında) Hiciv
Bir kimseyi, bir nesneyi ya da yeri, bir inancı ya da düşünüş biçimini yermek, toplumun ya da düzenin aksayan, kusurlu yanlarını iğneleyici, alaycı bir dille eleştirmek amacı taşıyan, çoğunlukla manzum olarak yazılan ürünlere hiciv denir. Arapça hecv (yermek)’in bozulmuşu olan hicv sözcüğü medh’in karşıtıdır. Çoğulu hicviyyat olup, hiciv yazanlara heccav ya da hecâ-gû denmiştir. Halk edebiyatında taşlama terimi kullanılır. Hiciv türü Batı Edebiyatlarında ise “satir” olarak adlandırılmıştır.
Hica, Eski Arap Şiirinin temel türlerinden biridir. O, Arap kabileleri savaşa başlamadan önce, kabile şairlerinin rakip kabileyi kötüleyen, kendi kabilesini öven şiirlere verilen isimdir. Barış zamanlarında yapılan şiir yarışmalarında, bir şairin diğer şairler hakkında söylediği onlarla alay eden ve onları küçümseyen şiirlerine de hica denilmiştir. Hica türünü Araplardan alan İranlılar hica kelimesini hecv şeklinde telaffuz etmişlerdir. Türk Edebiyatı’na da hecv şeklinde İran Edebiyatı’ndan girmiş, halk dilinde hicv şeklinde telaffuz edilmiştir. Türk Edebiyatı’nda hiciv kelimesi ile birlikte, hicvin söyleniş tarzı ve amacına göre latife, hezl, tehzil, mütayebe, mülatafa, tariz, zemm, şetm gibi isimler de kullanılmıştır. Türk Edebiyatı’nda ilk hiciv örnekleri 14. yy. sonlarında görülür. Bunlar İran Edebiyatı örnek alınarak söylenmiştir.
Hiciv türü Türk şiirinin gelişmesine paralel bir seyir takip etmiştir. 15. yy da hiciv sayısı azdır. 16. yy da hiciv sayısında artış görülür. Bu yüzyıldaki hicivler genellikle latife tarzındaki şahsi hicivlerdir. 17. ve 18. yüzyıllar en çok hiciv söylenen dönemlerdir. Hakaret ve küfür yoluyla söylenmiş hicivler çoğunluktadır. Sosyal hicivler bu dönemde artmaya başlar. 19. yüzyılda hiciv, şekil ve muhteva bakımından değişmeye başlar. Sosyal hicivler artmış, hiciv dili daha seviyeli bir hale gelmiştir.
Hicivleri ile tanınan şairler:
- 15. yüzyılda Şeyhî bir hicviyle meşhur olmuştur.
- 16. yüzyılda Cafer Çelebi, Zati;
- 17. yüzyılda Nefi, Bahai, Nevai;
- 18. yüzyılda Osmanzade Taip, Haşmet, Kani, Süruri;
- 19. yüzyılda Aynî, Kâzım Paşa, Ziya Paşa ve Eşref’tir.
ŞEYHİ VE HARNAME
Şeyhi Kütahya’da doğmuştur, doğum tarihi bilinmemektedir. İlk eğitimini buradaki alimlerden ve özellikle Ahmedi’den ders alarak yapmış daha sonra tahsilini ilerletmek için İran’a gitmiştir. Ran’da Seyyid Şerif-i Cürcani ile ders arkadaşı olan Şeyhi, tasavvuf, edebiyat ve tıp dallarında yetişmiş olarak Anadolu’ya dönmüştür. Ankara’ya uğrayarak Hacı Bayram-ı Veli’ye intisab etti. Bu sebeple şiirlerinde Şeyhi mahlasını kullandı. Ancak hayatı boyunca mevki sahiplerinin yanından ayrılmamış olması tasavvufa ilgisi olmakla birlikte kendisini bütünüyle bu yola vermediğini göstermektedir. Tasavvuf konusunda geniş bilgi sahibi olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır.
Germiyan Beyliği’nde Emir Süleyman ve daha sonra II. Yakup’un dostluğunu kazanmıştır ve onların meclisinde bulunmuştur. Çelebi Mehmet’in 1415 yılında düzenlediği Karaman seferinde Ankara yakınlarında hastalanması ve hekimlerin bu göz hastalığını tedavi edememeleri üzerine Ankara’ya çağırıldı. Padişahı tedavi etti. Çelebi Mehmet tarafından hususi tabipliğine getirilmiş ve taltif edilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı sarayı ile devamlı ve düzenli ilişkiye geçmiştir. Bir müddet sonra tekrar memleketine, Yakup Bey’in yanına dönen şair, II. Murat sultan olunca onun adına “Hüsrev ile Şirin”i yazmaya başlamış ve onunla bir hayli alakası olmuştur. 1428 yılında Edirne’yi ziyarete gelen Yakup Bey’le birlikte memleketi Kütahya’ya dönmüş olduğu sanılmaktadır. 1431 yılında Kütahya’da ölmüştür.
Divan şiirinin benliğini kazanmasında Şeyhi’nin önemli bir yeri vardır. Eserlerinde Attar, Sadi, Nizami, Kemali Hocendi, Selman-ı Salveç ve Hafız gibi İran şairlerinin etkileri görülmekte birlikte onun başarısında 13. ve 14. yy. da Anadolu’daki edebi gelişmenin de payı büyüktür.
Şeyhi’nin eserleri: Divan, Harname ve Husrev-ü Şirin’dir. Tıp ile ilgili, manzum bir risalesi ile Ney-Name adlı ufak bir mesnevisi ve Hab-name adını taşıyan Attar’dan çevrilmiş bir mesnevisinin daha bulunduğu zannedilmektedir.
Şeyhi’nin Harnamesi, klasik Türk Edebiyatının ilk hiciv metni olarak kabul edilmektedir. İnce alay ve nükteleri ihtiva eden Harname, “ failatün-mefailün-failün” vezniyle yazılmış 126 beyitlik bir mesnevidir. Mesnevi nazım şekliyle söylenen hicivler, bir şahıs hicvinden ziyade sosyal bir durumun veya bir olayın hicvi için söylenilmiştir.
Harname’nin yazılış sebebi ve kime sunulduğu konusunda edebiyat otoritelerince verilen bilgiler çeşitli olup birbirini tutmamaktadır. Aşık Çelebi, Kınalızade Hasan Çelebi ve Gelibolulu Ali, Harname’nin Çelebi Sultan Mehmet’e sunulduğunu ve Şeyhi’nin Tokuzlar Köyü’nde uğradığı saldırı olayını bildirmek için bu risaleyi nazmettiğini yazmaktadırlar. Latifi ve Sehi tezkirelerinde birbirine çok yakın hikayeler nakledilerek, Harnamenin II.Murat’a sunulduğu belirtilmektedir. Faruk Kadri Timurtaş, daha önce söylenenlerin bir değerlendirmesini yaparak eserin II.Murat’a sunulduğu görüşünü destekleyen “Der-Medh-i Sultan Murad Han” başlığının ve
Maksad-ı dil Murad-ı can-ı cihan
Şeh-i Sultan Murad Han-ı zeman
Beytinin yalnızca bir nüshada bulunması sebebiyle, bunların müstensih ilavesi olabileceği düşüncesiyle olsa gerek zayıf bir vesika olarak değerlendirir. O daha kesin tespitler yapıncaya kadar bu mesnevinin Çelebi Sultan Mehmet’e sunulduğunu kabul etmenin daha uygun olduğunu düşünmektedir.
Prof. Dr. Mine Mengi “Harname Kime Sunulmuştur” başlıklı yazısında Timurtaş’ın içindeki Harname metnini fark edemediği bir Şeyhi divanı nüshasını da dikkate alarak ve Şeyhi’nin II. Murad’a birçok kaside sunmuş olmasının onun II.Murad’a daha yakın olduğunu gösterdiğini belirterek Sehi, Latifi ve Fuat Köprülü’nün görüşlerine katılır. Başka bir değerlendirmesinde ise Harnamenin önce I. Mehmet’e sonra II.Murat’a sunulduğu düşüncesini ileri sürer.
Şeyhi, Harnamede risalenin yazılış sebebi üzerinde durmuyor. Yalnız, hikayeye girer ve bunun kendi haline uygun olduğunu bildirirken “ Cihanın zevk içinde bulunduğu halde, kendisinin sıkıntı ve beladan kurtulmadığını, rahat umdukça zahmetler gördüğünü, devletler istedikçe mihnetler bulduğunu” söylüyor. Son kısma doğru da “Padişahın buyruğunun dinlenmediğini, malını haramilere kaptırdığını ve adalet istediğini” yazdığına göre, bir saldırıya uğradığı ve eseri bu sebeple nazmettiği anlaşılmaktadır. Fakat Şeyhi’nin hangi olaydan dolayı, ne tür bir saldırıya uğradığı tam olarak anlaşılmamaktadır.
Harname, dört bülümden meydana gelmiştir. İlk bölüm, Tevhid ve Naat’tır. Sonra padişahı öven 26 beyitlik bir kısım geliyor, bunun sonunda sözü kendine getiren Şeyhi “rahat umdukça zahmetler gördüğünü, devlet istedikçe mihnet bulduğunu” söyleyerek kendi haline uygun bir hikaye ile esas konuya giriyor. Biçare bir eşeğin başından geçeni anlattıktan sonra sözü tekrar kendine getirip, hikayeyi kendi haline teşbih ediyor ve padişahtan adalet isteyerek dua ediyor. Duayı da ihtiva eden dördüncü kısım ayrı bir başkalık taşımaktadır.
Harname’nin Konusu:
Yük çekmekten şikayetçi, zayıf ve hasta bir eşek var. Oduna ve suya gitmekten bıkmış. Gece-gündüz üzüntü ve dert içinde. Öyle ağır yükler çekiyor ki, sırtında tüy kalmamış. Tüy şöyle dursun et ve deriden de eser yok. Dudakları sarkmış, çenesi düşmüş. O kadar zayıf ki arkasına bir sinek konsa yoruluyor. Kulağında kargalar, gözünde sinekler dernek kurmuş. Arkasından palanı alınsa, kalanı it artığından farksız.
Bir gün, sahibi ona acır, sırtından palanını alarak otlağa salıverir. Eşek orada öküzleri görür. Öküzlerin kılını çeksen yağı damlayacak kadar semizdirler. Bir devlet tacı gibi gördüğü öküzlerin boynuzlarına hayran kalır. Üstelik yular ve palan dertleri de yok. Şaşar ve kendi hallerini tasavvur ederek düşünür. Yaratılışta eşit oldukları halde, kendilerinin boynuzdan mahrum olmalarını manasız ve haksız bulur. Bu müşkülünü, ancak eşeklerin piri tanınan, gün görmüş, akıllı ve hakim eşeğin çözeceğini anlayarak ona başvurur. İhtiyar eşek kendisine şu cevabı verir : “Bu işin aslı basittir. Allah öküzü rızık sebebi olarak yarattı. Gece-gündüz arpa buğday işler, bunların hasıl olmasında uğraşırlar. Başlarında devlet tacı olması bundandır. Halbuki bizim işimiz, odun taşımaktır. Bunu göz önünde tutarsan bize boynuz şöyle dursun, kuyruk ve kulağın da fazla olduğunu anlarsın.”
Zavallı eşek oradan dert içinde ayrılır. Fakat bu işin aslı kolaymış diye aslında memnun da olur. “Artık ben de buğday işler, yazımı ve kışımı orada geçiririm. Ne zamana kadar odun ile dayak yiyeceğim, bundan sonra buğday işlemekle izzetler bulayım.” Şeklinde düşüncelerle dolaşırken yeşermiş bir ekin görür. Aşk ile yemeye başlar. Öyle saldırır ki, az zamanda tarla kara toprak haline gelir. Doyduktan sonra yuvarlanır ve sevincinden terennüme başlar. Tiz perdeden bağırması durumdan ekin sahibinin haberdar olmasına sebep olur. Tarla sahibi gelip de tarlasını mahvolmuş görünce, biçare eşeği döver. Bununla da hırsını alamaz; kuyruğunu ve kulağını keser.
Eşek canı acıyarak kaçarken yolda akıl danıştığı pir eşeğe rastlar. İhtiyar eşek halini sorar. Zavallı inleyerek der ki “ Boynuz umarak kulaktan oldum.”
Şeyhi’nin Harname isimli risalesinin Türk Edebiyatında önemli bir yerinin olmasının ilk hiciv metni olarak kabul edilmesinin yanında Şeyhi’nin kuvvetli şairliği ile de ilişkisi vardır. Bir mesnevinin ihtiva etmesi lazım gelen tevhit, naat, padişah methiyesi, telif sebebi, esas hikaye, dua gibi kısımların bu küçük eserde mevcut bulunması ve kısımların şaşılacak derecede bir nisbet ve tenasüb ile yazılmış olması Şeyhi’nin şairlik başarısının göstergesidir. Şeyhi’nin eserde vermiş olduğu tasvirler çok güçlüdür. Eşeğin zayıflığı ve öküzlerin otlaktaki görünüşleri çizilirken göze, kulağa, zihne hitap eden canlı ve hareketli sahneler oluşturulmuştur. Bu yönü ile eski edebiyatımızda eşi az bulunur realist bir örnektir.
Şeyhi, Harname’de tarihin başlangıcından beri insanların tartıştıkları kader kavramı ve bu kavramın insan hayatının seyrindeki yeri ve insanların bu kavrama bakışlarını, kadere karşı gelme ve bunun sonuçlarını işlemiştir. Bu konu insanların farklı derecelerle (karakter, bilgi, güç, sosyal statü, servet,vb. yönünden) yaratılmalarının önemli değil herkesin kendi yaratılmış olduğu ortamda herkesçe kabul edilmiş ortak değerlere göre davranmasından önemli olduğudur.
İnsanların davranış ve hareketlerini kabul edilmiş değerlere göre değil de yaratılışın ve dolayısıyla kaderin getirdiği farklılıklara karşı çıkarak yapmaları halinde kaybedilenlerden olacakları anlatılmıştır.