Dil ve Eğitim
Dil-Eğitim
“Erdem başı tıl.” Erdemin (faziletin, iyiliklerin,üstün değerlerin) başı dildir. Binlerce yıldan kalma bir sav (atasözü)… 904 yıl önce bu savı derleyip saptayan Kâşgarlı Mahmut şöyle açıklıyor: Çünkü güzel söz söylemesini bilen şerefe erişir. Çağdaş anlayışa göre bu açıklama, dil ve düşünce incisi bu atasözünün gerçek değerine, yeterince, yaklaşamamıştır. Konuya şöyle girelim:
Dille düşünce; yani sözcükle kavram bir midir, değil midir? Ayrı ise hangisi öncüldür? Bu düşün ve tartışması çok eski çağlara dayanır:
1- İlk kez eski Hint’te dilbilgisiyle uğraşanların birtakımı biçimle anlam arasında ilişkiler sezerken, bulmaya çalışırken kimileri de düşüncenin doğal, sözcüklerinse toplumsal bir anlaşmanın ürünü olduğunu ileri sürmüşlerdir (İ.Ö. V.-IV.).
2- Eski Yunan’da dille düşünce konusu daha geniş tartışmalara yol açmıştır. Eflatun: Düşünce dilden doğmaz; dil düşünceden doğar, diyor, Stoacı’ların dediği de şu: Sözcüğün dışında düşünce olamaz (İ.Ö. IV.).
3- Latinlerde, Yunan geleneği tartışmalar sürüpgitmişti.
4- Ortaçağda, her sorun gibi, dil-düşünce konusu da skolastik çemberin içinde dönüp durmuştur.
5- XVII. yüzyılda Descartes, düşüncenin sözcükten önce doğduğunu sanır.
6- XVIII. yüzyılda tartışmalar daha canlı ve geniştir. Jan-Jacques Rousseau‘nun düşüncesi şu: … gittikçe artan güçlüklerden ürktüğüm ve dillerin kendiliğinden doğup sırf beşerî araçlarla kurulmuş olmasının olanaksızlığına inandığım için toplum mu dili yaratmıştır, dil mi toplumun kurulmasına yol açmıştır konularının tartışmasını isteyene bırakıyorum.
7- XIX. yüzyıl başlarında dil incelemeleri bilimselliğe kavuşma yolundadır. Tartışmalar daha zengin ve etkindir. Şu kanılara varanlar çok: Düşünce sözcüğe yapışıktır. Düşünce dile dayanarak, daha doğrusu, dille kaynaşarak varlığını göstermektedir. İnsan yavrusu anadilini öğrenirken her sözcüğü kavramıyla, anlamıyla birlikte öğrenir. Dil, gelişigüzel bir yardımcı değil; düşüncenin ayrılmaz bir ortağıdır. Çünkü beyinde sözcüklerle nesnelerin imgeleri birlikte doğar.
8- Görülüyor ki artık dille düşünce ilişkilerine bilim el atmıştır. Hayvanların, kuşların anlaşmaları; ilk insanların yaşayışları; bebeklerin açlık, acı, sevinç gibi duygularını anlatmadaki göstergeleri gözlem altına alınmıştır. Ruhbilimciler, toplumbilimciler, daha çok da, dilbilimciler gittikçe derinleşip çalışırken ruh hekimliği (psikiyatri) de işe karışıyor.
Bütün bu incelemeler dilin düşünceden, sözcüğün kavramdan ayrı olamayacağı sonucuna varmaktadır. Binlerce yıl önce söylenmiş bir Türk atasözünün, “erdem başı tıl”ın yorumu da, gerçek değeri de bu bilimsel aydınlıkta daha açık görülüyor. Şimdi ortaya bir sorun çıkıyor: Dil öğretiminin ruhsal eğitimle bağıntısı: Okullarda beden eğitimi dersi var. Amacı çocukların örgenlerini deneysel bir düzenle işleterek daha çevik, daha canlı, daha güçlü, daha becerili, daha güzel, daha sağlıklı bir üstünlüğe kavuşturmaktır. Beden eğitilir de, ruhsal eğitim savsaklanabilir mi ? Doğar doğmaz ana kucağında başlayan beden ve ruh eğitimleri baba evinden, çevreden sonra okulda bilimsel düzene girer. Beden eğitimi öğretmeni ders saatlerinde gerekenleri yapar. Ya ruh eğitimi?.. Onun belli ders saati yoktur. Bütün dersler yavaş yavaş us yetilerini geliştirmeye yarar. Türk Dili ve Edebiyatı başta olmak üzere… Karşılıklı gözgüler gibi birbirini yansıtan dille düşüncenin ayrılmazlığı ortaya çıktıktan sonra şu temel ilkeye bağlanmak gerekiyor: Derslerde, kitaplarda her doğru, güzel düşünce ve söz çocuğun içbenliğinde yapıcı, yaratıcı, uyarıcı, inceltici bir etmen olur. Bunun tersini de gözden kaçırmamak gerek: Yanlış, çirkin, çarpık, çelişkili sözün ürünü de kötü, yıkıcı, uyuşturucu… olmaz mı?
Eğitim yönünden başta geldiğine inanılan Türk Dili, ikinci adı Dil Bilgisi olan kitapta bu gerçeğin bir yönü şöyle dile getirilmiştir: Türk Dil Bilgisi öğretimi yüksek aklî mekanizmasıyla muhakkak ki zihnî gelişmeye çok yardımı olan bir öğretimdir, (s. 10). Dille düşüncenin birliği ilkesi, ister istemez, “aklî mekanizma” sözünün şaşırtıcılığı üzerinde durmayı gerektiriyor. Bulanık bir söz… Ne demek?!. Sonra “bu yüksek aklî mekanizma” Dil Bilgisine mi, öğretimine mi değgin?.. “Muhakkak ki” sözü, tümceye bir kuşkudan irkilişin getirdiği midir? Sisli bir düşünceden doğmuşa benzeyen “öğretim” sözcüklerinden birincisi fazla, İkincisi çarpıkçadır. Yinelenmesinin de tümceye güzellik katmadığı apaçık. Böyle kullanılmaması gerekirdi. Birkaç örnek daha: “Sessiz ses” (s. 42) terimindeki çelişki zihni sarsmaz mı? Ya “ses kakışması”, kitaba göre kakofoni!.. Bu terim, art arda birkaç kez söylenebilir mi ?.. Türkiye Türkçesi dili (s. 15) sözündeki yanlışlık, beden eğitimi dersinde kolların, bacakların yanlış bir örneğe uyularak atılışından daha mı az sakıncalıdır?
Bir de şuna bakalım: Türkiye Türkçesi Batı Türkçesinin üçüncü devresidir. 1908 meşrutiyetinden başlar. Henüz yarım asırlık bir yazı dili devresidir. Bugün bu devrenin içinde bulunuyoruz. Türkçe gramer yapısı Osmanlıcadan farksızdır, yani yeni gramer şekillerini taşır, (s. 18) … “Henüz yarım asırlık bir yazı dilidir.” Buyuruyorlar. Lise öğrencisi 1976’da olduğumuzu 1908’i çıkarınca kalanın yarım yüzyıldan çok olacağını hesaplayabilir. Lise öğrencisi şunları da bilir:
a) Osmanlıcanın ne denli yapmacık bir dil olduğunu, ilerlememizi nasıl engellediğini;
b) Ziya Gökalp‘ların, Ömer Seyfettin‘lerin 1908’den sonra Milli Edebiyatçılar, Yeni Türkçeciler çığırını açarak Osmanlıcacılarla nasıl savaştıklarını, ağdalı Osmanlıcayı bırakarak sade bir dille yazmaya başladıklarını; başarı sağladıklarını;
c) Yeni Türkçecilerin ancak gazete ve yazın dilini yabancı etkilerden kurtarırken bilim terimlerine el atmaktan çekindiklerini;
ç) Türk dilinin bilim alanında da benliğine kavuşması için dil devriminin 1932’de başladığını;
d) Atatürk devrimlerinin bir bütün olduğunu; devrimler arasında dilin öncülüğünü … Bütün bunları bilen yavrularımız, kitaptan yukarıya alınmış satırlarda -Osmanlıcaya bağlılık yüzünden— bu ulusal devrimlerin gözlerden ırak tutulmak istendiğini sezmez olurlar mı ? Atatürk devrimleri, özellikle dil devrimi saklanabilir mi? Radyo, televizyon-herkesçe bilinen-sert baskı duvarını çoktan yıkmıştır. Sokakta, pazarda, çocukların güzel ağızlarında, devlet ulularının demeçlerinde çağlayan bu nurdan kaynağı göremeyenler, görmeyenler, görmemekte direnenler ters tutumlarıyla, yanlış dilleriyle yavrularımızın zihin sağlığını bozma etkisini sürdüremeyeceklerdir.
Çarpık anlamın, kıtıklı dolaşık tümcenin ruhlardaki olumsuz etkileri düşünülür de yazılışı yanlış sözcüklerin biçim bozuklukları etkisiz kalır mı ? Ulusumuz, yüzyıllar boyu yazım birliğinin özlemini çekmiştir. Arap harfleri çağında Arap, Fars sözcüklerinin -kutsal sayılırcasına- dokunulmazlıkları vardı. Bir tek harfleri değiştirilemezdi. Bilmeden yapanlar dile düşer, acımasızca damgalanırdı: Cahil!.. Bu sıkı tutuma karşılık, Türkçe sözcükleri herkes istediği biçimde yazabilirdi. XX. yüzyılda yazımda başka türlü çalkantılar oldu: 1914’te bitişik harfli yazım yasak edildi. Her harfin ayrı yazılmasına başlandı. Daha öğrenimi yayılmadan birinci büyük savaş başladı. Alışılmamış bir yazı… Güçlüğü anlaşılınca kaldırıldı. 1920’lerden sonra ortaöğretim okuma kitaplarında her hecede bir sesli harf kullanma çığırı yayılır gibi oldu. Okul başka, basın başka, yaşlılar büsbütün başka biçimde yazıyorlardı. 1928’de harfler değişti. Çile bitti, sanmıştık; bitmedi. Yazım birliğine kavuşabilmek için Milli Eğitim Bakanlığı -başta Türk dili ve edebiyatı olmak üzere- bütün derslerin öğretmenlerini yazım birliğini sağlamakla görevlendirdi… Türk Dil Kurumu, kuralları saptamak, kılavuzlar yayımlamakla aralıksız çaba gösterdi. Son yıllarda okul kitaplarında da, basında da amaca yönelenler, yaklaşanlar çoğunluğu buldu. Tam amaca erdik, diyeceğimiz günlerde, ısmarlama Dil Bilgisi bu emekleri, erilen başarıları yıkacağa benziyor; örnekler:
1- Bu kitapta, nedense, “anlam” sözcüğü yerine “mana” kullanılır; hem de üç ayrı yazımla: Mana (s. 23,41,107), mâna (s. 12, 13), mânâ (s. 149)…
2- Sâkin (s. 76), sakin (s. 77).
3- Aile (s. 140), (bir satır önce) âile.
4- Cami (s. 142), (iki satır sonra) câmi.
5- Bâyi (s. 142), (iki satır sonra) bayi.
6- mecrâsına.
7- Çare-i hâl (s. 150). Buradaki yanlış, yazım sınırını pek çok aşar, korkunçlaşır. “Hal çaresi” demek olan Farsça tamlamanın doğrusu “çare-i hal”dir. Öz Türkçeye gönül verenler onu “çözüm yolu”na çeviriyorlar. Okuma yazmayı yeni öğrenenlerin bile yanlış yazmayacağı bir söz.
Kendisini herkese kabul ettirmiş bilim adamlarına yazdırılmış… Övgüsünü övene bırakalım da eğitim ve öğretimi; bu ısmarlama kitapları okutmak zorunda bırakılan öğretmenleri, daha çok da, okuyan yavrularımızı düşünelim. XXI. yüzyılın eşiğine varmak üzereyiz. Bugünkü çocuklarımız bu yaratkan evrene orta yaşlarında girecekler… Onlara, dik başla, ak alınla katılmalarını sağlayacak neler veriyoruz? Çırpınan kalemlerin gün ışığına çıkarmak istediklerinden anlaşılıyor ki bu ısmarlama kitaplarla verilenler ezbere dayanan uyuşturucu, yersiz, gereksiz, işe yaramaz, çağı geçmiş bilgi kırıntılarıdır. Yapıcı, yaratıcı yönleri yoktur. Türk Dili adlı kitap yanlış anlatımlarıyla, düzensiz yazımıyla yıkıcıdır da denebilir. Kişi bu kitaplarda benliğine bir destek bulamaz. Böyle olunca da yapıcı, bulucu, yaratıcı kimselerin egemenliğine sığınan ikinci, beşinci adam durumuna düşer… Bu ağır suç kimde? Kitabın yazarında mı, ısmarlayan Bakanlıkta mı, ikisinde mi ?..
Bir aldanışın, bir yanlış tutumun ardından sürüklendiğimiz apaçık. Gidişin tez elden değiştirilmesini, biraz da sert ve dokunaklı biçimde dile getirdik. Üstümüze düşenin birazını yaptığımıza inanıyoruz. Göğsümüzde görevini yerine getirenlerin iç serinliğini duymaktayız. Ağır sorum taşıyanların ne yapacaklarını; yurda ulusa, yarınlarımızın gerçek güneşleri olacak yavrularımıza yararlı yolların tutulacağını, düzeltmeleri bekliyoruz. Gözlerimizin uzun uzun bakmaktan kararmayacağını umarak!..
Tahir Nejat Gencan, Türk Dili Dergisi, sayı 309, 1977