Avurdu Yellilik (Dil Üzerine Düşünceler)
Avurdu Yellilik*
Halk ağzında yaşayan, ama yazı diline daha ağdıramadığımız nice güzel söz değerleri vardır Türkçenin. Yabancılarına göre kavramları açık seçik belirtirler. Görüntüleme yönünden olsun, ayırma ve belirleme yönünden olsun dirilikleri vardır. Kolayca algılayabiliriz içeriklerini. Sözgelimi, “yüksekten atan, inanılması güç, abartılı sözleri şişine şişine söyleyen kişilere yabancı kökenli bir sözcüğü benimseyerek “palavracı” demişiz. Aynı kavram için bölgesel de olsa halk “avurdu yelli” demiş (Derleme Sözlüğü, I, s. 396). Böylece anlatılmak istenileni kestirmeden, canlı etkili bir biçimde ortaya koymuş. Yalan yanlış sözlerle ortalığı toza dumana boğan, kas kas kasılan kişilerin gülünçlüğünü ne güzel betimlemiş.
Avurdu yellilik yaygındır bizde. Düşün ve yazın alanında olsun, siyasa ve sanat alanında olsun sık sık karşılaşırız avurdu yellilerle. Söylediklerini dinlerken, yazdıklarını okurken dona kalırız çoğun. En yabancısı oldukları konularda bile tam bir yetkeymiş gibi konuşurlar. Avurtlarını şişire şişire. Söylediklerinin anlaşılırlığına, doğruluğuna aldırmadan iri iri sözcüklerin ardına sığınırlar. Ne demek istediklerini açıkça anlatamazlar. Çünkü anlatmak istediklerini kendileri de kavrayamamışlardır. Kavrayamadıkları için de anlatımı boğuntuya getirir, bir miligramlık şeker için size kilolarca keçiboynuzu çiğnettirirler.
Avurdu yelliğin geçerli olmadığı alanlar yok mudur? Vardır elbet de. Özellikle gözleme, deneye ve uygulamaya dayanan dallar, konu alanları gibi. Bunların başıında da dil konusu gelir. Çünkü söylenenleri dilin kendisi, işleyiş düzeni değerlendirir. Neyin geçerli, neyin geçersiz olduğunu dilin özdüzeneği saptar. Ne denli usta olursa olsun avurdu yellilikte, yine de bu kuralı değiştiremez kişi. Bunun somut bir örneğini Ragıp Gelencik’in “Neden Yana, Neye Karşı” (Türkiye Yazıları, sayı: 2 Mayıs 1977) adlı yazısında görüyoruz. Bir değinimizde Ragıp Gelencik’in, Nesin Vakfı’nın Edebiyat Yıllığı’nda yayımlanan bir yazısını ele almış; dil devriminin düşünsel yapışma yaklaşımındaki tutarsızlığı göstermiştim (Türk Dili, sayı; 306, Mart 1977). Dil olaylarının, dildışı ölçütlerle değil; dili gözlemleyerek, değişme ve gelişmeleri saptayarak açıklanabileceğini belirtmiştik. Dille sözcük kavramını birbirinden ayırmanın gerekliliğini, bireylerin dille bağlantılarının sözcükler düzeyinde gerçekleştiğini açıklamıştık. Besbelli bunların hiçbirini anlamamış. Yanıtlayayım derken büsbütün karıştırmış. Daha da yalınlaştırarak yineleyelim kısaca.
Dil toplumsal bir kurumdur. Toplumun yapısına bağlı, sınıflar üstü iletişimsel bir dizgedir. Böyle olunca dille sözcükleri birbirinden ayırabiliriz. Kişi dilediği sözcüğü seçer, dilediği sözcüğü kullanır. Kimse engelleyemez bunu. Diyelim ki on binlerce kişinin doldurduğu bir “stadyum”da herkes “goooool!” diye bağırırken ben “sayııııı!” diye bağırırsam kimse anlamaz beni. Çünkü sayı sözcüğü dilin çevrimine, dolaşımına girmemiştir daha. Ama bu, benim sayı sözcüğünü kullanmamı engellemez. Şunun için ki sözcükler bireyseldir. Toplumsallık kazanmaları dilin çevrimine girmeleriyle olur. Tasarlanmış değil de yaşanmış bir örnek vereyim. Bir yarkurul çalışmasında “alternatif” yerine seçenek sözcüğünü ben önermiştim. Ardından da bir toplantıda kullandım. Dinleyenler yadırgadılar ilkin. Doğaldı bu. Bireyselliğin sınırını aşmamıştı daha. Aradan beş yıl geçti. Sanırım Ragıp :Gelencik de kullanıyor bugün bu sözcüğü. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Şunu söylemek istiyorum, “dil dizgesi” ile “söz dağarcığı”nı birbirinden ayırmayan; dilin toplumsal, sözün bireysel olduğunu bilmeyen biri, ister istemez dil olgularını birbirinden ayıramaz. Ayırmaya kalkınca da avurdu yelliliğe düşmekten kurtulamaz.
Şu da var. Sözcükleri (yabancı kökenli) Türkçeleştirmeye yönelme bireylerin düşünme gücüyle, dil duyarlığıyla ilgili bir olgudur. Bunun “ırkçılık”la, “küçük burjuva şovenizmi”yle ilgisi milgisi yoktur. Bu ilgiyi kurmaya kalkışmak; dile, dildışı ölçütlerle yaklaşmak olur. Bugün sözlüğümüzdeki, söz dağarcığımızdaki yenileşimin; değişim ve dönüşümün nedeni, sınıfsal değildir; düşünsel yaşamımızdaki gelişimin doğal bir sonucudur. Bu da dille toplumsal yapı arasındaki etkileşimin, dille düşünce arasındaki içiçeliğin ürünüdür. Ragıp Gelencik’in göremediği noktalardan biri de budur.
Hiçbir dil yüzde yüz arı değildir. Öz Türkçecilerin de böyle bir savı, böyle bir ereği yoktur. Adı üzerinde özleştirmecilik bir süreçtir. Sürüp gidecektir dilin akışıyla birlikte. Ancak “şu sözcükler Türkçeleştirilir, bu sözcükler Türkçeleştirilmez” gibisinden kurallar konamaz, kişisel buyruklar verilemez dile. Çünkü buyruk muyruk tanımaz dil. Bu yönden neyin Türkçeleştirilip Türkçeleştirilemeyeceği de önceden saptanamaz. Ragıp Gelencik kişisel gözlemlerine dayanarak böyle bir saptayımı yapıyor. Sözgelimi, “çok eski olup da tarihsel gelişim sürecinde ilk anlamlarından çok daha zengin anlamlar edinmiş, ilk anlamlarını çok aşmış sözcüklere” Türkçe karşılıklar aranmamalıdır. Burjuvazi, kapital, diyalektik… türünden sözcükler, “bu türdendir” diyor…
Yanlış bir gözlemlemenin sonucudur bu saptayım. Niyesine gelince, sözcükler birer kavram birimidir. Dilin akışı içinde hangi anlam kaymasına uğramış olursa olsun, her sözcüğün kullanımına dayanan belirli bir anlamı vardır. Ragıp Gelencik’in örneklendirdiği sözcükler, toplumsal içerikli terimlerdir. Daha doğrusu ortak dilin sözcükleri değildir bunlar. Bu bakımdan da karşıladıkları kavramları tümüyle anlama işi, belli bir öğretim düzeyinden geçmeyi gerektirir. İster kapital, diyalektik diyelim, ister bunların Türkçeleri olan anamal, eytişim, diyelim. Değişmez terimler için böyledir bu. İçerikleri herkesçe bilinecek sözcükler değildir. Ancak İkincilerin anlaşılması, öğrenilmesi Ve öğretilmesi birincilere göre daha kolaydır.
Kökleri özel ad olan sözcüklere de Türkçe karşılıklar aranamayacağını söylüyor Ragıp Gelencik. Arayan kim? Bu konuda söyledikleri onu dil gericileriyle aynı noktada birleştiriyor. Örneğin “kanunî” sözcüğüne “yasa” karşılığı bulununca kimi dil gericileri sormuşlardı: “Kanunî Süleyman” yerine de “Yasal Süleyman” mı diyeceğiz? Dili bütünselliği içinde kavrayamayanların yanılgısıdır bu. Ancak özel adlarla bağıntısı olan araç, gereç, nesne adlarıyla düşünce akımlarına karşılık aranabilir. Aranamaz diye bir kural konamaz. Diyelim ki röntgen sözcüğü William Konrad Röntgen’den gelmektedir. Ne ki fizik ve tıp dilinde değişik terimsel anlamlar kazanmıştır bu sözcük. Kullanım ve işlev ilkesinden kalkarak röntgen sözcüğüne ışın, ışınçekim diyemez miyiz? Dersek kim engelleyebilir bunu?
Uygulayımbilim (teknoloji) alanına giren kimi nesne adlarına da Türkçe karşılık yaratamayacağımızı buyuruyor Ragıp Gelencik. Ötekiler gibi bu buyurusu da dil gerçeği ile bağdaşmıyor. Daha doğrusu kişisel bir sanı olmaktan öteye geçmiyor. Örneğin uygulayımla ilgili birçok terime karşılık yaratılmış, Ragıp Gelencik’in sanısının tam tersine bu yeni yaratımlar yaşarlık da kazanmıştır dilde. Bilgisayar (kompütür), kazaratar (ekskavatör), düzenleyici (regülatör), yansıtaç (reflektör), değiştireç (transformatör)… gibi.
Bu, çok bilinen gerçekleri yalınlaştırarak niye yineliyoruz? Niyesi şu: Bir konuda avurdu yelliliğe baş vurmadan tartışabilmek için o konunun gerektirdiği kimi anahtar kavramları bilmenin ne denli zorunlu olduğunu göstermek için. Yoksa söylenmemiş düşünceler değildir bunlar. Sık sık belirttiğimiz gibi dildışı ölçütlerle, dildışı kavramlarla dil sorunlarına yaklaşılamaz. Böylesi bir yaklaşım, tutuculara özgü bir yöntemdir. Onlar bu yöntemi işleterek dilimizdeki gelişme ve özleşmeyi “komünist işi” diye nitelendirmişlerdir. Bu yoldaki çalışmaları dilimizi bozma, bizi birbirimizi anlamaz duruma getirme gibi yıkıcı bir amaca bağlamışlardır.
Özleştirmeciliği “komünist işi” sayan düşünüşle, onu “şoven küçük burjuva tutum ve uygulaması” biçiminde algılayan anlayışta temelde özdeştir. Her ikisi de gözlemci, dilbilimsel bir yaklaşımla eğilmez dile. “İdeolojik ve politik” yorumlarla çarpıtır konuyu. Ragıp Gelencik’in tutumunda da ağır basıyor bu yön. Örneğin “dilimizin özümsediği yabancı kökenli sözcüklere karşılık aramayı” yersiz, gereksiz, dahası ulusal dilin “gelişimini köstekleyen” bir tutum (şoven küçük-burjuva tutumu) olarak adlandırıyor.
Dilimizin özümsediği yabancı sözcüklerin sınırı nerede başlar, nerede biter? Özümsenmiş olmanın ölçüsü nedir? Kime göre özümsenmiş ya da özümsenmemiştir bir yabancı kökenli sözcük? Başta da değindiğimiz gibi bunun ölçüleri konamaz. Çünkü Ragıp Gelencik in anlayamadığı dilsel özgürlük” kavramı sözcükleri seçmeyle ilgilidir. Sözgelimi aynı kavram için, aynı tümce düzeni içinde birimiz mesele, birimiz dert, birimiz de sorun sözcüğünü kullanırız. Özümsenmişligi bir ölçüt olarak nasıl uygulayabiliriz bu sözcüklere?
Ragıp Gelencik, tek çıkar yolun “ulusal dilin bilimsel geliştirilmesi” olduğunu söylüyor. Gelgelelim “bilimsel geliştirmenin” yolu yordamı nedir anlatmıyor. Bunun yerine işi, söz boğuntusuna getirerek şu türden laflar ediyor: “… Saldırgan biçimleri (şovenlik ve ırkçılık) ile birlikte burjuva ulusalcılığı, günümüzde, gerici bir ideoloji ve politika olarak, yalnız burjuvaziye ve emperyalizme hizmet eder. Kozmopolitlik, ulusların ulusal bilincini köreltmeyi amaçladığı için büyük emperyalist devletlerin dünya egemenliği planlarının gerçekleşmesine katkıda bulunur. Antiemperyalist, ilerici (sosyalizme açık) bir ulusalcılıkta, saldırgan biçimleriyle birlikte burjuva ulusalcılığına ve kozmopolitliğe hiçbir alanda yer yoktur. Ve böyle bir ulusalcılık, ulusal dilin bilimsel geliştirilmesinden vazgeçemez.”
Kavram esrikliği dediğimiz de buydu işte. İri iri sözlerin albenisine kapılma, bunları üst üste yığma. Tumturaklı, abartılı bir söyleyişle ortalığı toza dumana boğma. Halk dilinin “avurdu yellilik” diye adlandırdığı anlatısal olgu da bundan başka bir şey değildir… Sanırım avurdu yelliliğin, geçerli olmadığı konuların başında da dil gelir…
Emin Özdemir, Avurdu Yellilik, Türk Dili Dergisi, 1977