Alev
ALEV
İlk olarak size bir soru sormak istiyorum: “İlk” kelimesi sizin için ne çağrıştırıyor? Ya da “alev” kelimesi… Biraz soyut düşünmenizi istiyorum. Zorlandınız mı? Size yardımcı olayım. Hadi, birlikte biraz zamanda yolculuk yapalım.
Hepimiz küçücük bir çocuktuk; sen, ben ve onlar. Büyüklerimizi usulca izlerdik, bazen de yaramazca. İlgimizi çeken şeylere dokunmak isterdik, temas etmek daha iyi öğretirdi bize belki de. Fazla meraklıydık ve bu dünya için belki de fazla masumduk. Zamanla minik minik yürümeyi öğrendik aynı zamanda konuşmayı. Ama bu öğrenme aşamasında bazı zorluklar da yaşadık tabii ki.
Usul usul yeni şeyleri keşfetme merakı içinde her yere neşe dolu bakıyorken birden bir kıvılcım fark ettin. Kıpkırmızı ve yakıp kavuran bir sıcaklık yayıyordu. Her baktığında daha da şiddetlenen ve daha da cazip hâle gelen bir şeydi bu. Her baktığında kaybolduğun ve sana seslenen bir çağrı gibiydi adeta.
Sonra yürüdün usulca ona, gözlerini hiç ayırmadan. Büyülendin bir kere; artık geri dönüş yoktu. Yanına çağırmıştı seni, merak uyandırmış ve derinlerde bir çağrıya yol açmıştı. Yanına doğru yaklaştın ve hızlıca elini o büyülü kırmızı renk ve ısı yayan şeye tuttun sonra da hemen elini geri çektin. O kavurucu sıcaklık, o görkemli kırmızılık canını acıttı. Neye uğradığını şaşırdın önce. Oysa büyülenmiştin. Gözlerini bile kırpmamıştın.
Eline baktın ve bir kızarıklık fark ettin. İçinde hareketlenme yaratan, seni alıp götüren o eşsiz ısı ve görkem, sende bir iz bırakmıştı. Tıpkı kendisi gibi kırmızı bir iz… Ama tek farkı, uzaktan izlerken canını acıtmamış olmasıydı. Keşke ilk gördüğün gibi kalsaydı, keşfe bu kadar meraklı olmasaydın. Ama öyle olmadı. Sonra korktun o büyülü kırmızılıktan çünkü sana zarar verdi. Merak ettin. Acaba bunun ismi neydi? Etrafına baktın, sorabileceğin ilk kişiye koştun. Yanıtlar korkuyla dizildi önce. Hep bir ağızdan “Dokunma ona, uzak dur!” dediler. Ama hâlâ adını öğrenmemiştin. Öğrendiğin tek şey, insanların yüzlerindeki kaygıydı. Korku dolu bakıyorlardı ve senin elini tutuyorlardı. Kötü bir şey olduğunu anladın ve gözlerin doldu. Çünkü onların da gözleri doluydu. Korkmuşlardı.
Kızanlar da vardı tabii. Çok kötü bir şey yaptığın hissine kapıldın. Bir daha dönüp baktın ona. Seni inciten o büyüleyici şeye… Hâlâ aynı yerinde duruyordu. Kırmızı ışığını yaymaya devam ediyordu. Ama sende değişen bir şey vardı. Artık sana cazip gelmiyordu. Canını acıtmış, elinde iz bırakmıştı. Herkesi korkutmuştu. Ne kadar da kötü bir şeymiş… diye düşündün. Sonra bir daha yaklaşmadın. Kırıldın belki ama o an bir şey öğrendin: Her cazip gelen şey aslında cazip midir? İlgi çekici her şey güzel midir? Sonra aradan yıllar geçti. Artık konuşabiliyor, iletişim kurabiliyor, öğrenebiliyor, okuyabiliyor ve hatta yazabiliyordun. Ama değişen tek şey bunlar olmadı. Öğrendikçe, büyüdükçe içindeki ateş de seninle alevlendi.
Meğer insanlarmış aslında inciten, kıran ve döken… Oysa küçükken sadece uzak durman gereken şeylerden uzak durmayı öğrenmiştin çünkü yalnızca onların seni incitebileceğini sanmıştın. Ateş yakıp kavurabilirdi; seni yalnızca o incitir sanmıştın. Ama öyle olmadı. Bir kelimenin ne kadar kalp kırabileceğini, bir bakışın nefreti ne kadar etkili bir şekilde ifade edebileceğini öğrendin. Sonra beklenen an geldi… Usul usul izlemeye başladın önce. Her hareket, her bakış o kadar samimi geliyordu ki bir güneş gibi aydınlatıyordu içini. Yaşadığını hissettin. İçinde uçuşan kelebekleri, ilkbaharın coşkusunu, bir gülün ilk açışını…
Hayat artık çok farklıydı. Her gün onu görmek istiyordun. Gözlerin artık sadece onu arıyordu. Gördüğünde günün aydınlanıyordu; görmediğinde ise etrafın zifiri karanlık oluyordu. Sonra cesaretini topladın. Yanına gittin ve konuşmak istedin. Ama heyecanlandın. Kelimeler o kadar tıkandı ki boğazında, yutkundun ve konuşamadın. Kelimelerin adeta kafeslenmişti, boğazına düğümlenmişti. Bana baktı yüzünde küçümseyici bir ifadeyle ve sonra gülerek alay etti seninle. Önce gözlerin doldu, sonra uzaklaştın. Koştun… Hem de çok koştun. Kaçmak istedin, gitmek. Kendi evreninde kaybolmak istedin ve onu bir daha görmemek. Güneşin battı o gün. Gündüzün, gecen gibi siyah oldu. Ama o senin gündüzündü, en parlak ışığındı. En çok güven duyduğun yere koştuk ve sonra kendini evde buldun. Kapıyı açarken birden elindeki kızarıklığa ilişti gözün. Önce duraksadın sonra da hızla içeriye gittin ve onun yanına vardın… Yıllar önce ufacık bir çocukken seni yakıp kavuran o ışığın yanına. Önce sessizce baktın. Sonra eline, o kızarık yere…
“Öğretmiştin bana” dedin, gözlerin dolu bir şekilde. Cazibenin etkisinde kalmamam gerektiğini… Göze güzel gelen her şeyin aslında güzel olmadığını… Büyülenmenin ne kadar yanılttığını… Hem de bu seferki daha fazla acıttı.
“Bana öğretmek istedin belki de ama ben anlamadım. Öğrendim belki de… ama unuttum. Meğer insanların açtığı yaraların acısı daha büyükmüş. Gözle görünmüyordu belki ama acıyordu…” Ama inan, her yerim daha fazla yanıyordu. Daha fazla iz içindeydi her tarafım. İçimdeki ateş artık daha büyüktü. Peki, nasıl geçerdi? Ne yapmalıydım şimdi? Bir anda bir el belirdi omzumda. Daha dönüp bakmadan yüreğimde bir şefkat hissettim. Annemin eliydi. Elinde bir su tası tutuyordu ve içinde su vardı. Yavaşça ateşin üstüne döktü. Ateş bir anda söndü. Sonra bana baktı ve sıkıca sarıldı. “Ateşi söndüren şey sudur. Her mevsim yağmur yağmaz, her mevsim çiçek açmaz. Ama mutlaka bir gün yağmur yağar ve mutlaka o çiçek bir gün açar. Şu an kırgınsın ve kızgın. Yüreğin ateşler içinde yanıyor belki ama unutma, o ateş bir gün sönecek. Yaşadıklarımız bizlere bir nimettir, iyisiyle ve kötüsüyle. Büyümenin habercisidir tecrübe. Bunlar bazen kötü, bazen de iyi tecrübeler olabilir. Kötüsü can yakar ama en büyük dersi de o verir. Belki zaman alır ama bir gün mutlaka geçer. Önce bu acı hissi hiç geçmeyecek sanırsın; güneşin bir daha doğmayacak ve çiçeklerin hiç açmayacak gibi gelir. Ama güneş her gün doğar, güzel kızım. Pes etmez, yılmaz. Tek bir söz vermiştir kendine: “Her sabah doğacağım ve Dünya’yı aydınlatacağım.” Kimsenin güneşini batırmasına izin vermemelisin. Güneş nasıl pes etmiyorsa, sen de etmeyeceksin. Her sabah yeni bir güne, yeni bir sen ile başlayacaksın, tıpkı güneş gibi. Kalbindeki bu acıya izin vermelisin. Bırak, usulca yağsın yağmurun. Bırak, söndürsün içindeki alevi. Sana kötülük edenler yüzünden hayata küsme. İyilik edenleri gör.
Konuştukça, tanıştıkça, içini ısıtan iyilik dolu kalpleri fark et. İyilik düşündükçe yeşerir ve yaşattıkça yayılır. Aldanma dış görünüşe, çünkü dış görünüş yanıltır. Hayat sana çok fazla tecrübe sunacak. Daha yolun çok başındasın. Daha ne fırtınalar düşecek yüreğine… Ama sen her zaman sevgiyle ısıt yüreğini. Şefkatle yumuşat kalbinde yaşadığın bütün kötülükleri.” Kızının gözlerinden öptü ve daha da sıkı sarıldı anne. Hayat işte tam olarak böyleydi.
Tecrübeler bizi biz yapan şeylerdi. Ama unutmayın! Güneş asla doğmaktan vazgeçmez!
Yazan: Ayça YÜKSEL, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi – İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 2018-2023 Uluslararası İlişkiler.