William Faulkner
William Faulkner Kimdir? Hayatı Eserleri, Edebi Kişiliği
Faulkner, William (Cuthbert), asıl soyadı Falkner (d. 25 Eylül 1897, New Albany, Mississippi – ö. 6 Temmuz 1962, Byhalia, Mississippi, ABD), 1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ABD’li romancı ve öykü yazarı.
William Faulkner
Gençliği ve ilk yapıtları:
Faulkner, Murray Cuthbert ile Maud Butler Falkner’m dört oğlunun en büyüğüydü. Ailesinin, özellikle de İç Savaş’ta büyük yararlıklar göstermiş ve 36 baskı yapacak kadar popüler olan The White Rose of Memphis (1881; Memphis’in Beyaz Gülü) adlı bir roman yazmış olan büyükdedesi William C. Falkner’ın anılanyla dolu bir ortamda büyüdü. Ailesi önce komşu ilçedeki Ripley’ye, sonra da Faulkner’ın yaşamının büyük bölümünü geçirdiği daha güneydeki Orford’a taşındı. Babası orada Mississippi Üniversitesi’nde işletme müdürü oldu. Faulkner Oxford’da orta sınıf beyaz bir aileden gelme tipik bir Güneyli çocuk olarak yetişti. Ata binmeyi, silah kullanmayı ve avlanmayı öğrendi. İsteksiz bir öğrenciydi; lise öğrenimini yanda bnakıp önce tek başma, daha sonra aile dostlan Phil Stone’un yol göstericiliğinde kendini “rasgele okuma”ya verdi. 1918’de askeri saygınlık kazanma hayali ve aynhkla sonuçlanmış bir aşkın verdiği üzüntüyle Kanada Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne yazıldı ve pilotluk eğitimi görmek üzere Kanada’ya gönderildi, ama temel eğitimini tamamlayamadan savaş sona erdi. Oxford’a dönünce bir süre üniversiteye devam etti; bu arada üniversite gazetesinde şiir ve çizimlerini yayımladı. 1921’de üç ay kadar New York’ta bir kitapçıda çalıştıktan sonra Oxford’a döndü ve üniversite postanesinin müdürlüğünü yaptı. Sekiz heceli beyitler biçiminde yazılmış pastoral şiirlerden oluşan ilk kitabı The Marble Faun’u (1924; Mermer Faun) Phil Stone’un yaptığı para yardımıyla yayımlayabildi. İlk yapıtları arasmda bazı öyküler bulunmakla birlikte öykü ve roman alanındaki ilk ısrarlı çabasını ise 1925’te dönemin önemli edebiyat merkezlerinden New Orleans’da kaldığı altı aylık sürede gösterdi. Temmuz 1925’te oradan ayrılarak beş aylık bir Avrupa gezisine çıktı.
Faulkner’ın ilk romanı Soldier’s Pay (Askerin Ödülü) etkileyici bir başarıya ulaştı. Mississippi’de değilse de Güney’de geçen roman, I. Dünya Savaşı’ndan dönen askerlerin artık ait olmadıkları sivil dünyada yaşadıkları yabancılaşma duygusunu güçlü bir anlatım ve iddialı bir üslupla ortaya koyuyordu.
İkinci romanı Mosquitoes (1927; Sivrisinekler) New Orleans’ın edebiyat çevresine, zaman zaman da belirli kişilere yöneltilmiş bir taşlamaydı ve bu yönüyle Faulkner’ın sanatsal bağımsızlığını ilan eder nitelikteydi. Faulkner Oxford’a döndükten sonra yazları Mississippi’nin Körfez bölgesindeki Pascagoula’ya giderek ve gene çeşitli işlere girip çıkarak geçimini sağladı. En çok da profesyonel bir yazar olarak kendini kabul ettirmek için çalıştı. Öykülerini çeşitli dergilere yolladıysa da hepsi geri çevrildi.
1927’de bitirdiği Flags in the Dust (Tozlu Bayraklar) adlı romanı için de yayımcı bulmakta zorlandı. Yazarın ölümünden sonra, 1973’te yayımlanabilen bu uzun ve düşük tempolu roman yerel gözlemlere ve kendi aile tarihine dayanıyordu. Romanın çok kısaltılmış ve değiştirilmiş bir biçimi 1929’da Sartoris (Sartoris, 1985) adıyla yayımlandı ve böylece Faulkner’ın izleyen birçok roman ve öyküsünün arka planını oluşturan düşsel Jefferson ve Yoknapatawpha yöresi ilk kez baskıya yansıdı. Faulkner bir ölçüde Ripley’ye, ama daha çok Oxford’a ve Lafayette iline dayanarak yarattığı bu düşsel yörede geçen yapıtlarında sık sık aynı karakterlere, aynı yerlere ve aynı temalara yer verdi.
Başlıca Romanları:
Bu arada Faulkner yapıtlarının yayımlanmasından umudunu kesmiş, yazdıklarını yayımcılara beğendirme kaygısını taşımaksızın, daha incelikli bir tekniğin ürünü olan yeni romanı The Sound and the Fury’yi (1929; Ses ve Öfke, 1965) yazmıştı. Okunması zor bir yapıt olmasına karşın Ses ve Öfke’ye bir yayımcı bulabildi ve romanın yayımlandığı Ekim 1929’dan sonra artık kendine güvenen bir yazar olarak sürekli yeni temalara, yeni deneyim alanlarına ve hepsinden önemlisi yeni tekniklere açıldı. Genç yaştaki bu olağanüstü üretkenliğinde edebiyat çevrelerinden uzak durup küçük Oxford kasabasına çekilme kararı belirleyici rol oynadı; evi gibi rahat ettiği bu kasaba neredeyse tam bir yalnızlık içinde kendini tümüyle yazmaya vermesini sağladı.
Faulkner 1929’da, kocasından boşanmış olan gençlik aşkı Estelle Oldham’la evlendi. Bir yıl sonra da Oxford’un dışında Rowan Oak adlı evi satın aldı. 1933’te kızları Jill dünyaya geldi. Evliği çok mutlu olmasa da Faulkner 1930’lar ve 1940’lar boyunca evde çalışmayı sürdürdü. Bu arada hiç hoşlanmadığı halde parasal nedenlerle, ama büyük bir ustalıkla yazdığı film senaryoları için zaman zaman Hollywood’a gitmek zorunda kaldı.
Oxford kasabası Faulkner’ın tam anlamıyla tutucu, geçmişinin bilincinde ve sanayileşmiş kent kalıbından uzak kırsal dünyayı yakından tanımasını sağladı; yapıtlarındaki ahlaki örüntüleri olduğu kadar anlatı örüntülerini de oluşturma olanağını verdi. Kullandığı kurgu teknikleri açısından ise Faulkner tutuculuktan tümüyle ayrıldı. Yalnızca Honore de Balzac, Gustave Flaubert, Charles Dickens ve Herman Melville’in yapıtlarını değil, aynı zamanda Josepb Conrad, James Joyce, Sherwood Anderson ve Atlas Okyanusunun her iki yakasındaki yeni yazarların yapıtlarını da okumuştu.
İk önemli romanı olan Ses ve Öfke’de Yoknapatawpha arka planını kullanmış, ama bunu roman tekniğindeki radikal deneysel tutumla birleştirmişti. Bu yapıtta Candace (Caddy) Compson’un üç erkek kardeşi (budala Benjy, ruhsal huzursuzluk içindeki Harvard öğrencisi Quentin ve düş kırıklığına uğramış yerel işadarnı Jason) birbirini izleyen “bilinç akışı” monologlan aracılığıyla kız kardeşleriyle ilgili farklı saplantılarını ve ana-babalarıyla olan sevgiden yoksun ilişkilerini dile getirirler.
Faulkner’ın bir sonraki romanı olan traji komik As I Lay Dying (1930; Döşeğimde Ölürken, 1965, 1993) aile reisleri olan kadının çürümüş cesedini gömmek için Jefferson’a zorlu bir yolculuk yapan “yoksul beyaz” Bundren ailesi içindeki çatışmalar çevresinde gelişir. Tümüyle Bundren ailesinin çeşitti üyelerinin ve yolda karşılaştıkları kişilerin ağzından anlatılan roman, Faulkner’ın çoksesliliği en sistematik biçimde kullandığı romanıdır ve gençlik döneminin Joyce sonrası deneyselciliğinin doruğunu temsil eder.
Bu iki romanının psikolojik derinliği ve teknik yeniliği o dönemde geniş okur kitlelerine ulaşmalarını sağlayacak özellikler olmamakla birlikte 1930’ların başında Faulkner’ın adı duyulmaya başlamıştı. Artık Collier’s ve Saturday Evening Post gibi çok okunan ve iyi telif ödeyen dergilerde bile öyküleri yayımlanabiliyordu.
Güneyli bir kolej öğrencisinin yaşadığı tecavüzü ve bunun sarsıcı, yer yer de komik sonuçlarını anlattığı Saucıuary (1931; Kutsal Sığınak, 1962, 1986) adlı romanının yayımlanmasıyla ünü daha da arttı. Ticari açıdan başarılı ve Faulkner’ın sırf para kazanmak için yazdığı yolundaki talihsiz açıklamasına karşın ciddi bir yapıt olan Kutsal Sığınak aslında Döşeğimde Ölürken’den önce tamamlanmış, ama ancak Şubat 1931 ‘de, Faulkner yapıtı yeniden kurgulayıp kısmen yeniden yazdıktan sonra yayımlanmıştı.
Faulkner bu dönemde film senaryoları, iki kitapta toplanan (1931 ve 1934) öyküler ve A Green Bouglı (1933; Yeşil Bir Dal) adlı bir şiir kitabı çıkarırken, 1932’de bir başka uzun ve güçlü roman daha yayımladı. Karmaşık bir yapısı olan Light in August (1932; Ağustos Işığı, 1968, 1990) adlı bu roman birden çok ana karaktere yer veriyor, büyük bir sakinlik içinde biyolojik yazgısının peşinde giden taşralı hamile genç kadın Lena Grove ile ırksal kökenlerini bilmeyen ve ister beyazların, ister Siyahların dünyasında yaşayabilmek için vahşi ve umutsuz bir kimlik arayışını sürdüren koyu renk tenli yetim Joe Christmas’ın farklı yaşamları çevresinde gelişiyordu.
Kutsal Sığınak ve Hollywood’a yazdığı senaryolar sayesinde bir süre için iyi para kazanan Faulkner 1930’ların başında pilotluğa merak sardı; bir uçak satın alarak 1934’te New Orleans’taki Shushan Havaalanı’nın açılışında uçtu. Yarışları ve pilotları konu alan romanı Pylon (1935; İşaret Kulesi) için gerekli malzemeyi de bu sırada topladı. Uçağı en küçük kardeşi Dean’e veren ve onu profesyonel pilot olması için yüreklendiren Faulkner, kardeşinin 1935’te uçakla yere çakılarak ölmesi üzerine büyük üzüntüye ve suçluluk duygusuna kapıldı. Belki de bu olay o sırada üzerinde çalıştığı Absalom, Absalom! (1936) adlı romanının duygusal yoğunluğunu artırdı. Bu romanda Thomas Sutpen “hiçbir yer”den Jefferson’a geliyor, Mississippi’nin el değmemiş doğasını acımasızca yok ederek büyük bir çiftlik kuruyor, sonradan katıldığı toplum adına Iç Savaş’ta kahramanca dövüşüyor, ama saplantı haline getirdiği dev bir imparatorluk kurma hayali uğruna kullanıp bir kenara attığı insanlara karşı insanlıkdışı tutumları yüzünden sonunda kendisi yıkılıyordu. Sutpen melez olan ilk oğlu Charles Bon’u reddetmekle ikinci oğlu Henry’yi de kaybediyor, çünkü Henry ağabeyi Bon’u sevdiği halde kız kardeşinin şerefi uğruna onu öldürüp kaçıyordu. Güney’i derinlemesine yansıtan bu öykü birbirinden çok farklı kişisel çıkarlar peşindeki kişilerin ağzından spekülatif ve çelişik bir biçimde, üstelik kesin bir sonuca vardırılmadan anlatılır; sonsuza varan bu açık uçlu niteliğiyle de çoğu kez Faulkner’ın öncelikle anlatım sürecine ağırlık verdiği en yetkin modemist romanı olarak değerlendirilir.
Son Yılları ve Son Eserleri:
Faulkner The Wild Palms (1939; Yaban Palmiyeleri) adlı romanında da deneysel bir teknik kullandı. Romanın her bölümünde dönüşümlü olarak birbirini izleyen iki ayn, ama tematik olarak karşıt iki anlatıya yer verdi. Bu arada 1920’lerde yarattığı ve öykülerinde kullandığı Yoknapatawpba yöresiyle ilgili malzemesine de geri dönmeye başladı.
The Unvanquished (1938; Yenilmezler) görece geleneksel bir çizgide yazılmıştı, ama vicdansız Snopes ailesinin yükselişini anlatan ve çoktandır bitiremediği üçlemenin ilk cildi olan The Hamlet (1940; Köy, 1991) olağanüstü üslup zenginliğiyle dikkati çekiyordu. Bir başka önemli yapıtı olan Go Down, Moses ise (1942) büyük çiftlik sahibi McCaslin ailesinin soyundan gelen Siyahların ve beyazların karmaşık ilişkileri çevresinde ırk, cinsellik ve doğal çevrenin sömürülmesi temalarını yoğun bir anlatımla ele alıyordu.
Savaş yıllarında yayımlanan kitap sayısının düşmesi, Faulkner’ın para kazanmak için gene senaryo yazmak zorunda kalması ve sonradan A Fable (Bir Masal) adıyla yayımlanacak yapıtını yazarken karşılaştığı zorluklar gibi çeşitli nedenlerle Faulkner 1948’e değin başka roman yayımlamadı. lntruder in the Dust (1948; Tozun İçine Giren) adlı yeni romanında bir beyaz çocuğun ısrarlı çabasıyla linç edilmekten kurtulan suçsuz bir Siyahı anlatıyordu. Faulkner bu yapıtında da ırk sorununu işliyor, ama bu kez ırk konusunda daha sonraki açıklamalarında da ortaya koyduğu biraz ikircikli bir tulum takınıyordu. Siyalıların Güney eyaletlerinde karşılaştıkları baskıyı derin bir duygudaşlıkla anlatmakla birlikte, bu haksızlıkları Güncy’in gidermesi ve Kuzey’in hiç karışmaması gerektiğini savunuyordu.
Faulkner’ın ABD’deki ünü Avrupa’daki ününün hep gerisinde kalmıştı. 1946’da The Porrable Faulkner (Faulkner Cep Kitabı) adlı antolojinin yayımlanması ise ülkesinde çok ünlenmesine yol açtı. Malcom Cowley’nin ustalıkla derlediği antolojinin ardın da Faulkner’ın tarihsel gerçeklere dayanan bir Güney “efsane”sini bilerek yarattığı yolunda, tartışmalı da olsa çok ilginç bir tez vardı.
Faulkner’ın hem nicelik hem de nitelik bakımından etkileyici olan Coliected Stories’i de (1950; Toplu Öyküler) ilgiyle karşılandı.
1950 yılının sonunda gelen Nobel Edebiyat Ödülü ise Faulkner’ı uluslararası ününün doruğuna taşıdı. Faulkner ödül töreninde yaptığı ünlü konuşmasında, insanlığın atom çağında bile ayakta kalacağına ve sanatçının burada oynayacağı önemli role ilişkin inancını dile getirdi.
Nobel Odülü Faulkner’ın özel yaşamını önemli ölçüde etkiledi. Artık ününden ve kitaplarının satılacağından emindi; yazma ya eskisi kadar hırsla sarılmaktan kurtuldu ve kendisine daha fazla kişisel özgürlük tanıdı. Zaman zaman çok içmeye başladı; evlilik dışı ilişkilere girdi. 1954’te bir senaryo dolayısıyla Mısır’a gitti. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı’nın görevlisi olarak ülke dışına yolculuklar yaptı; 1955’te Japonya’ya gitti. Ayrıca sık sık söyleşiler ve halka açık konuşmalar yaptı. Güneyli muhafazakarlarla Kuzeyli liberallerin arasını bulma umuduysa önemli ırk sorunlarında tavır aldı. Görüşlerinin Oxford’da hoş karşılanmamasının da etkisiyle 1957 ve 1958’in büyük bölümünü konuk yazar olarak Charlottesville’deki Virginia Üniversitesi’nde geçirdi. 1959’da kızının ve torunlarının da yaşadığı Charlottesville’de bir ev aldıysa da Rowan Oak’u tümüyle terk etmedi.
Değerlendirme:
Faulkner öldüğünde yalnızca kuşağının en önemli ABD’li romancısı olmakla kalmamış, aynı zamanda 20. yüzyılın en büyük yazarlarından biri olarak da ünlenmişti. Olağanüstü kurgu ve üslup yeteneğiyle, karakter betimlemeleri ve toplumsal gözlemlerindeki çeşitlilik ve derinlikle, temel insani sorunları son derece yerel bir bağlamda ele alışındaki ısrar ve başarıyla eşsiz bir yazar olarak tanınmıştı. Bazı eleştirmenler yapıtlarını fazla sert ve söyleyiş sanatına aşırı bağlı bulmuşlar, 20. yüzyıl sonunda yazan eleştirmenler ise kadınları ve Siyahları duyarsızca yansıttığını ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte Faulkner bugün de hem ABD’li, hem de yabancı yazarları derinden etkilemeyi sürdürmektedir.
Faulkner’ın Türkçede yayımlanan öteki yapıtları arasında;
- Duman, (1952, 1991),
- Kırmızı Yapraklar (1959),
- Güneş Batınca (1960),
- Aşk ve Ölüm (1968),
- Dilek Ağacı Bir Masal (1983, 1994),
- Mayday-Bir Mayıs Günü (1989) ve
- Ayı (1991) yer alır.