Nevzat Çelik
Nevzat Çelik Kimdir?
Nevzat Çelik Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri
Nevzat Çelik, (d. 15 Mayıs 1960; Sinop, Boyabat) Şair, Yazar.
Nevzat Çelik, 1960’ta Kastamonu Boyabat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1980’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı Uygulamalı Sanat ve Endüstri Yüksek Okulu birinci sınıfında öğrenci iken tutuklandı. Dev-Sol davasında idam istemiyle yargılandı. 7 yıl cezaevinde kaldı.
Nevzat Çelik’in Edebi Kişiliği
İlk şiiri cezaevinde iken 1982’de yayınlandı. 1984’te “Şafak Türküsü” kitabı Akademi Kitabevi Başarı Ödülü kazandı ve üst üste yeni baskıları yapıldı. 1987’de basılan “Müebbet Türküsü” kitabı da büyük başarı kazandı. Yankılar üzerine serbest bırakıldı.
İstanbul’da “OM Yayınevi”nin kurucu ve yöneticilerinden. İlk şiirlerinde Ahmed Arif ve Nâzım Hikmet etkisi belirgin. Zeki buluşları, uyak kurmadaki özgün beceriysiyle dikat çekiyor.
İlk dört kitabından sonra uzun süre sessiz kaldı. 1998’de yayınlanan “Sevgili Yoldaş Kurbağalar” ise kendini yinelemediğini, yeni şiir alanlarına açıldığını gösterdi. Şiirini ses ve tema özellikleri bakımından genişletip zenginleştirdiği görüldü. Bu eserde bir yandan Attilâ İlhan etkileri taşıyan, bir yandan da İkinci Yeni‘nin olumlu özelliklerini özümsemiş bir şiire ulaştı. Günümüz Türk şiirinin en dikkate değer şairleri arasında.
A. Kadir, Nevzat Çelik’in poetikası/şiiri üzerine şunları söyler:
“Umutlu, yaşama iyimser bir bakışı var, şiirlerinde dil yapısı, estetik yapı diri ve sağlam. Fazlalıklar yok. Şiirlerinde yakınma ve sızlanma yok. Çıplak ve yalın. Ölümle burun buruna gelip böylesine insanca, çorba kokularını duya duya ölümü karşılamak bence yürek ister. O genç şairde bu yürek var. Geleceğe inanıyor. Bence ilerisi için büyük umutlar vaad ediyor”
Nevzat Çelik’in Eserleri
Şiir:
- Şafak Türküsü (1984)
- Müebbet Türküsü (1987)
- Suda Seken Hayat (1990)
- Yağmur Yağmasaydı (1990)
- Sevgili Yoldaş Kurbağalar (1998)
Roman:
- Bağışlanmış Hüzün (2005)
Öykü:
- Sen Giderken (2006)
Ödülleri:
- 1984 Akademi Kitapevi Şiir Başarı Ödülü Şafak Türküsü ile
- 1987 Hasan Hüseyin Şiir Ödülü Müebbet Türküsü ile
- 1987 Poetry International Ödülü Müebbet Türküsü ile
- Pen Club American Center tarafından onur üyeliğine seçildi
Nevzat Çelik’in Şiirlerinden Örnekler
ŞAFAK TÜRKÜSÜ
Beste-Yorum: Şafak Türküsü (Ahmet Kaya)
1
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
2
Bugün görüş günü
Günlerden salı
Islak
Sarı bir yağmur
Ülkemin neresine bakarsa ay
Orada yitik bir anne ağlıyor
Sen aralıyorsun yağmuru
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini
Sonra bir umut koşuyorsun
Yüreğin avcunda
ısırırken
çırpıntı gözlerini
(ah verebilseydim keşke
yüreği avcunda koşan
herbir anneye
tepeden tırnağa oğula
ve kıza kesmiş
bir ülkeyi armağan
koşma anne
birdenbire batacak olan
düş denizinde yarattığın umut sandalıdır
oysa benim için gece
ışık hızıyla koşan
kısa ve soğuk bir zamandır
bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak
uykusuz
yorgun
ve korkak
3
sanırım baytardı
yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken
ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor
boşver hipokrat amca
üzülme ne olur
sen de anne
sen de üzülme
hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi
ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
korkak kahraman gecelerimi
düşlerimle sınırsız
diretmişliğimle genç
şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine
usulca açılıverdi
yanağımda tomurcuk
pir sultan’ı düşün anne
şeyh bedrettin’i
börklüce’yi
torlak kemal’i düşün anne
hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde
utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının
onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen
ince bilekli çıplak ayaklı tanya’nın
deniz’i düşün anne
her mayıs şafağında uzun
uzun döverken darağaçlarını
ve o şafaktan doğma
onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları
insanları düşün anne
düşün ki yüreğin sallansın
düşün ki o an
güneşli güzel günlere inanan
mutlu bir yusufçuk havalansın
4
sıcak omuzlar değerken omzuma
buz üstünde yürüdüm yıllar boyu
bayraklar ve türkülerle
kopunca memelerinden o mükemmel yaşama
kurşunlar sıktılar alnıma
açık alanlarda ağır
kartalların konup kalktığı
yalçın kayalardan biriydim
ölüp dirildim yeniden
güneşli güneşsiz akşamlarda
mutlu yarınlar adına
özgürlük adına ekmek adına
üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin
dirilip dönmesin diye hiroşimalar
tahtadan atların boynuna çıplak
ölümlerle yatmasın diye çocuklar
aç gözlerle bakmasın diye çocuklar
kardeşlik adına
havadaki kuş denizdeki balık adına
yürüdüm yıllar boyu
dönüp bakmadım arkama
ıraktı gözlerim çok ırak
izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda
kalsa da silinir gider
yalnızca bir ağıt gibi çakılır
ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer
5
tören adımlarıyla ölmek
ne garip şey anne
kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum
bütün gözler üstümde
sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun
masa üstünde üşüyen bir sigara
yanında küçücük bir cam bardak
içinde rengi bu gecenin
cılız titrek bir kibrit
kağıt kalem
sandalye
geride flu
yağlı
büküm büküm bir ip
ve çingene kuralına uygun
değişmez dekoru mudur
idam mahkumunun
6
kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
oysa birazdan boynumu kıracaklar
pul pul dökülecek yaz siyasi eylül’ün
ben ölümü asıl az ötede titreyen
çingenenin kara killi ellerinde gördüm
anladım ki küllenen sigaradır
soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm
yani benim güzel annem
alacaşafağında ülkemin
yıldız uçurmak varken
oturup yıldızlar içinde
kendi buruk kanımı içtim
7
ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor aklıma
bir açıklaması vardır elbet
giderken darağacına
8
geride
masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim
gözleri değsin istemedim
ağlayıp koklayacaktın
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda
usul adımlarla yürüdüm ömrümü
karşımda kurum kurum-laşan darağacı
(tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan
ökse de olsa dört bir yanı)
birdenbire acıdı boynum
gelecekler var birbiri ardınca genç
yakışıklı
ne olur işçi kadınım
az yumuşak dik
şu kefenin yakasını
9
yaşamak ağrısı asıldı boynuma
oysa türkü tadında yaşamak isterdim
çiçekleri kokmak ırmakları akmak
yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak
su başlarında aylak sektirmek kavalımı
sonra bir çocuğun afacan bacaklarında
anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim
o güzel günleri görenler arasında
bir soluk ben de yaşamak isterdim
bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden
öperken siya-u jakond’u tebessümünden
işte o an saçlarından yakalamak dolunayı
bir de yirmibeş kilometreden görebilmek
nazım’ın gözleriyle pırıl pırıl moskova’yı
ölmek ne garip şey anne
bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı
sedef kakmalı bir kutu içinde
vermek isterdim çocukların ellerine
sonra
sonra benim güzel annem
damdan düşer gibi
vurulmak isterdim bir kıza
10
künyemi okudular
suçumuz malum
gecenin kıyısında durmuşum
kefenin cebi yok
koynuma yıldız doldurmuşum
koşun çocuklar çocuklar koşun
sabah üstüme
üstüme geliyor
yanlış mı duydum yoksa
erkenci bir horoz mu ötüyor
keskin bir acı bilenmiş
gitgide yaklaşıyor sonum
iri sözlerim yoktu söyleyecek
usulca baktım yüzlerine
bin yıllık iskeletleri çatırdayarak
göçtü ayaklarının dibine
korkutamadılar beni anne
avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran
darağacı
bir zaman rüzgarda
saçını tarayan telli kavak değil mi
boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız
sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi
söyle anne
o çingene
bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
bağıra çağıra geçen bohçacı kadını
sevmedi mi çılgınca
11
kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda
işkenceler zindanlar hücreler
savunmak yok mutlu tok bir yaşamı
açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren
mideme karşı
kısacası
bir çiçeği düşünürken ürpermek yok
gülmek umut etmek özlemek
ya da mektup beklemek
gözleri yatırıp ıraklara
ölmek ne garip şey anne
artık duvarları kanatırcasına tırnağımla
şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım
mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey anne
ceplerimde el yerine balyoz taşırken
korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
ve yüreğimin ırmakları taştı
taşacakken
ölmek ne garip şey anne
uçurumlar ki sende büyür
dağdır ki sende göçer
ben yaprak derim çiçek derim
çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim
gül yanaklı çocuğa benzer
yine de
oğlunu yitirmek kimbilir
ne garip şey anne
12
beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş
koparma anne
ağlama
kırıldıysa düş evinin kapısı
bütün kırık kapıların çağrılışıyım
kızların yanaklarında çukurlaşan
biten başlayan aşkların ortasındayım
her kavgada ölen benim
bayrak tutan çarpışan
her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni
özlem benim kavga benim aşk benim
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim
bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur
çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar
o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak
öylece kalkar uykudan şalterler
dişleyip tükürmeden sigaralarını
türkü tadında giyinirken işçiler
bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne
SUDA SEKEN HAYAT
bindokuzyüzaltmış doğumlular
yıldız kanatlı birer kuştular
doğru uçtular yanlış uçtular
bıkmadan usanmadan uçtular
bindokuzyüzaltmış doğumlular
yıldız kanatlı birer kuştular
fırtınalara bindi
ateşi harlayan kanatları
en acemi
ve en usta
gözlerimize değen gözleri
kaçamadığımız yangın
karanlıkta
suda seken taş
onların hayatıdır
suda seken
yassı parlak taş
hayatımızın en dehşet anıdır
üç kere seker
beş kere seker
başı bulutlara değer
belki varamadı
karşı yakaya
varacak fakat
suda seken
hayat
SICAK SAKLAYIN GECELERİMİ
geçici ayrılık benimkisi
ilkyaz çiçeğine gebeyim
ağıtlar yakmayın adıma
ben ölmedim ölmeyeceğim
sıcak saklayın gecelerimi
karlar altından çıkıp geleceğim
düşlerinizin ateşinden
ılık bir rüzgar gibi eseceğim
demlice bir çay koyun üstüne
aç çocuk gibi besleyin sobayı
nasıl tütüyorsanız gözlerimde
öylece tütsün buharı
uzunca serin yatağımı
boyunca uzansın ayağım
el aman deyince gece
usulca kıvrılır yatarım
can canım canlarım
hazır mı koynunuzdaki yerim
gün olur gecikmiş çocuk gibi
bağıra çağıra gelirim.
BEKLEYİŞ
gül diyorum
yoksul acıların gölgesinde
güllerin solsun istemiyorum
ay diyorum sonra
ay n’olur
bir vaktinde gecenin
yaraların açsın istemiyorum
hangi sevda vurmuş seni
hangi delikanlı
gönlüne
salvo bakışlarla…
soramam
zeytin karası gözlerini
yoluma yatırma
dayanamam.
ANIMSAMAK KUŞLARI
1
çatıların üzerinde yürürdü serçeler
kanatlarından günışığı dökülürdü
ciğerleri sökülür gibi öksürürdü
yokuşa vurdukça erkenci işçiler
ekmeğinin yanına güneşi koyup
usulca bakkaldan çıkan çocuk
bir çift kanat açardı köşede
ben dönerdim geceyarılarından
üstüm başım çatışma içinde
sardunyaların arasında pencerede
sen taze bir badem gibi dururdun
beni her sabah böyle vururdun
çekip gözlerine mahmur bulutu
günaydın derken salt dudaktın
biri seni mutlaka öpüyordu
bana mı öyle geliyordu
sen mi çok ufaktın
saçlarında miniminnacık papatya
ardında çiçek bahçesi
ayıp bir söz gibi yürürdün
gözlerimi alıp götürürdün
körleme kalırdım
gidişini görüp de dönüşünü beklememek olur mu
beklerdim tahtaya gömülen çiviler gibi
bluzunun altında kanatlanan çifte kumruyu
biraz köylü biraz burjuva
sanırım kalçalarından almıştı
o felaket huyu
2
kimdin neydin neciydin
benim fikrim yoktu
senin yaşın ve korkun
kimi vakit konuğu olurdun
duvar diplerinde kalleş
ölümlerin kokladığı evimin
tomurcukları patlayan bir dal gibi gülerdin
kahve içtiğimiz fincana
pencereye kilime duvara
tabakta dilimlenmiş elmaya
çın çın mavi saçılırdı
en olmadık yerde eteğin açılırdı
aklım karışırdı
ne mümkündü görmemek hissetmemek
incecik parmaklarında aşkla tüterdi
değer değmez dudaklarına
bütün sigaralar erkekti
3
sen hep oralardaydın küçük hoş görüntülerinle
ben yüzümü rüzgara verirdim
saçımın her telini uzak mavilere götüren
denize dönerdim sonra
sırtında dalgalar yürüten
terim soğurdu
bir köpek namlu ensekökümde dururdu
işkence şuradaydı cezaevi burada
yürürlerdi benimle yürüsem
uzansam yatarlardı yanıma
onlar benim gölgelerimdi
bir önüme düşerlerdi
bir ardıma
4
kapandı üstüme geceyarıları
polisler sürüklüyordu beni
kent boydanboya susuyordu
bulvarda bir ağaç
gürültüyle kusuyordu
kapandı üstüme geceyarıları
sen yoktun
okul arkadaşlarımın adını
telefon numaralarını sinema kapılarını
öptüğüm ilk kız gibi
içtiğim ilk sigara ilk içki
çıktığım ilk afiş gecesi gibi aklımda tuttum
bir senin adını
adını unuttum
anımsamak kuşları
bıçak uçmaları
HADİ GEL
hadi gel
yıldızlı karanlıklar tutkunu
sokaklara sığmaz
bir çocuk gibi
hadi gel
mor tepelere uzanıp
karıştıralım ufku
bildiğin herşeyi unut
hadi gel
ufkunda maceralar batırıp
maceralar çıkartan
beyaz bir teknedir bulut
hadi gel
ay bizi bulmadan
hadi gel
el bizi bulmadan
hadi gel
şarkılar doğrulanmadan
hadi gel
sis iner
miladıma
ANNELER GÜNÜ
yeşildir artık yüreğinde kara bulut
bugün anneler günü annem beni unut
evde acılar koynuna yangelip yatmış
inadına giyin sen de mayısa batmış
yürü sokakta çocukların düşü aksın
yürü ki saksıda çiçekler sana baksın
diline genç anılarından bir türkü seç
beş yıl büyüdüğüm okulun önünden geç
ıslanırsa anıların güneşte kurut
senin günün bugün unutma beni unut
gök mavi deniz mavi tam kıyısında dur
durma eteğinden beni bir daha savur
annem yıldız kayıyor içinden dilek tut
koşuyor sana kısa pantolunlu çocuk
gözünde gözümde gözlerinde bin umut
BULUTLARI KIVIRCIK
yıl dört mevsim on iki ay
yıl üçyüzaltmışbeş gün
olur olmaz yerinde
gecenin ve gündüzün
tenimde uyanıyor senin
çığlık çığlığa tenin
kütür kütür kırmızı
kanıyor elimde bir karpuz
ne bir uyku gecelerimde
ne düş ne bir huzur
elmaya sakalımı sürtüyorum
yanakların düşünce aklıma
eğilip alıyorum kirazı ıslak
dudaklarını alır gibi ağzıma
gözlerinden akıyor ardarda kaç kuğu
sonra bütün kuğu eğimleri boynunda
omuzlarında sırtının oluğunda
saçların bir gümüş uğultu
uçup uçup ellerimi arasan
memelerin değirmi buğusu
belin
belinin çukuru
deli edecek beni
durduk yerde başlayan
kalçalarındaki müzik
ve çisil çisil uyanmış
bulutları kıvırcık..
felâket hüzün
her bahar bir kuş uçursa hüznün
sevgilim kuş bahçesine döner yüzün
büsbütün uçurmalı oysa geceme seni
bilerek isteyerek unutup herşeyi
açlığı şurada kavgayı orada
militanı sorguda işçiyi sokakta
parmaklarımızda gün boyu güneş
böğürtlen yer gibi temmuz tepelerinde
mosmor sevişmeliyiz seninle sabaha kadar.
MERAK
siz şimdi bana bir kucak
gökyüzü getirebilir misiniz demir örgülerle parçalanmamış
suda serin suda pırıl pırıl akan bir yaprak
bana çiçek kokusu bana deniz bana toprak
boyunca mayısa batmış bir ağaç büyütebilir misiniz bana
verebilir misiniz muştusunu silahları susmuş bir dünyanın
aç doydu güneşe sarındı çıplak-diyebilir misiniz
söyleyin bana
okuyabilir misiniz kurtuluş haberlerini şiir tadında
-güney afrika’da
kara öfke
kara bir kartal
gibi kondu
karanlığın gözüne
alaydınlık bir sabah doğdu
zencilerin yüzüne-
mesela
gencecik ölüp gitmek birşey değil
şu kahrolası merak olmasa
Eylül 1985
MÂCERAM
genç mi olunurmuş içerde a benim gülüm
söyledim yedi yılda bütün türkülerini ömrün
güz bir yandan uçuşur saçlarımda
kış bir yandan
ihtimâl ki ben senden tam sekiz ilkbahar büyüğüm
sen saçlarına ilkokul kurdelası taktığın gün
dev adımlarla buluştu ayaklarım
ah ne çabuk
kanımı pompaladı yüreğimin çelik kasları
kanım damarlarımda şaha kalkan atlardı
beyaz atkılar gibi attım boynuma bulutları
uçura uçura yürüdüm rüzgârında ölümün
en güzel nakışını vururken kanatları kuşun
delip geçti karaciğerimi karanlık bir kurşun
onsekiz yaşım düştü ıslak aynasına asfaltın
ılık bir ıslık gibi aktı kanım
fakat ölmedim
bir hemşirenin mavi gülüşüne tutundum gülüm
anladım ki asla yenemez gülen insanı ölüm
dokuzuncu gün haykırdım pencereden gökyüzüne
heey
kurşunların rağmına yaşamak ne güzel şey
ben böyle hep uslanmaz kavgacı ve her güzele aşık
durmuşken seksen mart akşamlarına bahar gibi şık
duvarlara zincirlere çıktı yolu umudumun
şarkılar ne bilsin sorguevlerini istanbul’un
gayrettepe’yi samandıra’yı… ah gülüm ne bilsin
parmaksız bir el gibi bütün tanımları insanın
insan işkencede susabilen bir hayvanmış meğer
dur ağlama küçüğüm hiç yakışmaz yüzüne keder
ta kökünden tükürdüm dilsiz kalacakmışım ne gam
işte böyle başladı benim yıllar süren mâceram
Ekim 1985 – Haziran 1986
SEN BÜYÜ
1
nicedir it ürümüş kapımızda
sokağımız bildik sokak değilmiş
tertemiz kefenmiş evlerin duvarları
saksılarına ayrılık dikilmiş
kent karartıyormuş da yapraklarını
çiçekler dağlara çekilmiş
çocukların bacaklarında
kırlangıç kanatları kırılırmış
bu yüzden basıp toprağa
tiril tiril büyürmüşsün
yanına yanaşınca delikanlılar
bir selvi dal olur yürürmüşsün
2
acının her dalında ökse kurdum
sabrın sınırına varıp oturdum
kavaklar giyindi kavaklar soyundu
çakır kanatlar vuruldu vuruldu
ellerimde tadamadım boyunu
ah kardeşim kaç yıl oldu
kömür karası bir çocuktun
saçın oluğunda akardı sırtının
bir göl uyanırdı gözlerinde
sazlığından kaç tüfek bakardı
bilmezdin tırmanırdın dizlerime
ellerin ateş olur yakardı
3
dağ dağa döndü yüzünü
bugün yarına sen umuda
paçamı çekip yukarı ararım
ellerini dizlerimde tut
çöküverir olur olmaz
başıma bir serseri bulut
4
çatallansın göğsün
çatallansın yüreğin
hücrem kadar basıksa da
ülkemin göğü
ben taşırım omuzlarımda
canım kardeşim sen büyü
Kasım 1984
YAŞAMAK AĞRISI
bir gece küçüktüler zavallı korkunç geldiler
sevme dediler unut dediler sürün dediler
ne varsa beni bağlayan ellerimle yakmışım
ben ki spartaküs’le birlik ayağa kalkmışım
biz olmasak açlık biz olmasak ölüm.. dediler
seni kapkara bir çarşaf gibi yere serdiler
sevildikçe güzeldin öpüldükçe güzelim kız
kızoğlankız olmadın mı şimdi daha duldasız
mapus çağındayız bakarsın ayakta duramam
bağışlama güzelliğin bozulur dayanamam
sınanıyoruz kaçınılmaz ayrılıklarda bak
son demde yakaranı tanrı bağışlasın bırak
okşadım tenini kırıldı bir kez yasak bıçak
kanımı akansın olası mı seni unutmak
seni sevdalar yontusu seni aşk yaratısı
sana çoğaldım elbet bitecek yaşamak ağrısı
Şubat 1982