Namık Kemal’in Tiyatroları
Namık Kemal’in Tiyatroları
Vatan Yahut Silistre, Namık Kemal’in 1872 yılı sonlarına doğru, Gelibolu’da yazmaya başladığı ve 1873 Mart’ında İstanbul’da tamamladığı ilk tiyatro eseridir. Önce 1 Nisan 1873’de oynanmış, büyük şöhret kazanmış ve bunu, şairimizin Magosa’dan dönmesinden sonra da sürdürmüştür.
Vatan Yahut Silistre piyesi, dört perdelik bir dramdır. Konusunu; 1853-1856 yılları arasında cereyan eden Türk-Rus Harbi’nin veya diğer adıyla Kırım Harbi’nin, Silistre Muhasarası teşkil eder. Eserin merkezî kişisi İslâm Bey, tam bir Türk kahramanıdır. İslâm Bey’i çok seven ve ondan hiç ayrılmak istemeyen Zekiye isimli bir kız, erkek kılığına girerek peşinden gider; Silistre savunmasına katılır. Silistre’de tabya komutanı, Sıtkı Bey isminde bir kahramandır. Kendisi; Manastır’da subay iken, günahsız bir arkadaşını kurşuna dizmek istememiş, bu yüzden ordudan çıkarılmış; ancak, gösterdiği birçok yararlılıkla yeniden orduya girmeyi başararak miralay (albay)’lığa kadar yükselmiştir.
Aynı zamanda, Zekiye’nin babasıdır. Lâkin, ordudan çıkarılınca ailesine gidememiş, onun için de öldü sanılmıştır. Silistre’de savaşırken, baba-kız birbirini tanımazlar, ancak, Sıtkı Bey, ona karşı içten gelen bir yakınlık duyar. O arada, İslâm Bey yaralanır ve Zekiye’nin kucağına düşer. Kendine gelince, Zekiye’yi tanır. Eserin en renkli tipi olan Abdullah Çavuş isimli bir diğer kahraman ise, komutanlarının ve askerin maneviyatını yükselten önemli bir unsur olur. En çaresiz anlarda bile, “kıyamet mi kopar?..” nakaratı ile ruhlara bir serinlik vermeyi başarır. Eserin final bölümünde baba, kız; yani Sıtkı Bey ile Zekiye birbirine kavuşurlar.
Gülnihal, Namık Kemal’in ikinci tiyatro eseridir. Asıl adı, “Râzı Dil” (Gönüldeki Sır) iken, Sansür kurulu tarafından Gülnihâre çevrilmiştir. Vatan Yahut Silistre’nin provaları yapıldığı sırada, Mart 1873’te yazılmış; ancak, onun oynanmasından sonra ortaya çıkan olaylar sebebiyle hemen sahneye konulamamıştır.
Beş perdelik Gülnihâl, tiyatro tekniği ve kompozisyon itibariyle Vatan Yahut Silistre’den daha üstün özellikler göstermekle birlikte, o kadar şan ve şöhret kazanamamıştır. Eser, zulme ve zâlim kimselere karşı mücadele etme ve intikam alma düşüncesini ele alır, işler.
Gülnihâl’in konusu; taşrada zâlim bir Sancak Bey’i olan Kaplan Paşa’nın halka çektirdiği eziyetler karşısında, yılmadan yapılan mücadelenin hikâyesidir.
Kaplan Paşa, halkın nefretini kazanmış sefil ruhlu birisidir. Kendisi gibi, kötü bir kadın olan annesi ile birlikte; önce amcasını, daha sonra da öz babasını öldürür. Muhtar Bey ismindeki iyi yürekli amcazadesi ise, aklı başında, mert, sevimli, ağırbaşlı, halkın takdir ettiği birisidir. Muhtar Bey ile amcasının kızı İsmet Hanım, temiz duygularla birbirlerini severler. Kaplan Paşa ise, bu durumu çok kıskanır. Muhtar’dan kurtulmak ve İsmet’e sahip olmak için, bu yiğit delikanlıyı bir bahane ile hapse attırır. İsmet’e evlenme teklifinde bulunur; ancak, bu teklifi reddedilir. İşte bu sırada, esere ismini veren ve İsmet Hanım’ın dadısı olan Gülnihâl ortaya atılır. Muhtar’ı zindandan kurtarmak niyetiyle İsmet’i, Kaplan Paşa ile nişanlanmaya razı eder. Öte yandan bir gece, İsmet’le gizlice zindana giderek Muhtar’ı kaçırmak isterler. Muhtar ise, İsmet’in kendi isteği ile nişanlandığını sanarak, önce kaçırılmasını kabul etmez; ancak, sonradan gerçeği yani İsmet’in asıl kendisini sevdiğini öğrenince, kabul eder.
Kaplan Paşa’nın tüfekçibaşısı Zülfikâr Ağa; evvelce Gülnihâl’i sevmiş; ancak, buna karşılık görememiştir. İşte şimdi Gülnihâl ona, “Muhtar’ı zindandan kurtardığı takdirde kendisiyle evleneceğini” söyler. Aslında, öz kardeşini öldürdüğü için Kaplan Paşa’ya hınç dolu olan Zülfikâr Ağa, bu teklifi yerinde görerek hem intikam almak ve hem de Gülnihâl’e kavuşmak maksadıyla Muhtar’ı zindandan çıkarır. Muhtar derhal Sofya’ya giderek, Rumeli Valisi’ne Kaplan Paşa’nın kötülüklerini, halka çektirdiği eziyetleri ve bütün durumu etraflıca anlatır. Oradan, Kaplan Paşa’nın görevden alındığını bildiren bir fermanla döner. Bütün bunlar olurken, gelişmelerden habersiz Kaplan Paşa; onun öldürülmesi için Zülfikâr Ağa’ya emir verir. O da, bir başkasını öldürür.
İki hafta sonra dönen Muhtar, taraftarlarıyla saraya gider. O sırada Kaplan Paşa bir taraftan İsmet’i, öte yandan Gülnihâri nikâh konusunda zorlamaktadır. Her ikisi de buna karşı koyarlar. Kaplan Paşa öfkesini yenemeyerek, Gülnihâl’i hançerler. Muhtar Bey ile Zülfikâr Ağa ve halk, hep beraber içeriye girerler. Manzarayı gören Zülfikâr, Kaplan Paşa’yı öldürür.
Neticede, Muhtar Bey Sancak Beyi olur ve İsmet’le evlenirler.
Âkif Bey, Namık Kemal’in Magosa’ya giderken yazmaya karar verdiği ve orada iken tamamladığı piyesidir. Konusu, yazarımıza göre hayalî olmakla birlikte; esere ismini veren merkezî kahraman Âkif Bey, 1827’deki Yunan isyanı üzerine açılan Navarin Savaşı’na katılan Süleyman Kaptan’ın oğlu ve bir gemi kumandanıdır.
Âkif Bey’in konusu: Bahriye Zabiti Âkif Bey; melek kadar saf ve temiz sandığı, gerçekte ise tam bir hayat kadını olan Dilrübâ ile evlidir. Karadeniz’e savaşa giderken, üzerine titrediği karısını; kendisi gibi eski bir denizci olan ve vaktiyle Navarin’de harbe katılan babasına emânet eder ve şayet şehit düşerse, karısını alıp götürmesini tenbihler. Dilrübâ ise; kocasına karşı dıştan samimî, içten başkalarıyla düşüp kalkmaya hazır, kötü niyetli menfî bir tiptir. Nitekim bu anlayış çerçevesinde bir müddet sonra, kocasının Ruslar’ın Sinop’da yaktıkları Türk donanmasında şehit düştüğünü, Mahkeme’de iki yalancı şahitle ispat ederek (!), Esad isimli bir gençle evlenmeye kalkar. Hâlbuki Âkif Bey’in gemisi, bir bomba darbesiyle yanmış, kendisi de bir tahta parçasına tutunarak kurtulmuştur.
Tam düğün gecesi döner. Babasından, bir hayat kadını tablosu çizen Dilrübâ’nın bütün dalaverelerini öğrenir. Derhal, karısını boşar. Kendisi hakkında türlü dedikoduların dolaştığı bir meyhaneye giderek, sahibine bol miktarda para verir ve oradakileri dışarıya çıkarttırır. Daha sonra, Dilrübâ’nın gelin odasına hareket eder. Evvelâ gizlice girmeyi başardığı sandık odasında, bütün konuşmaları dinleyerek yalancı şahitler ve çevrilen dolaplar hakkında bilgi sahibi olur. Âkif gizlendiği yerden çıkar, tabancasını Dilrübâ’ya çevirerek ateşler; fakat, arada Esad vurulur. Acı içinde kıvranmaya başladığı sırada hançerini, Âkif’in göğsüne saplar. O da, aynı hançeri yarasından çıkararak, Esad’a vurur. Onlar birbirleriyle hesaplaşırken, Dilrübâ fırsattan istifade kaçmaya çalışır. Lâkin, yolunu kesen Süleyman Kaptan, dehşetle gözleri açılmış bir halde yerdeki bıçağı kapar ve Dilrübâ’yı öldürür. Bütünüyle eserde, Batılı anlamda tiyatro tekniğine yakın denilebilecek bir olgunluğu bulduğumuzu söyleyebiliriz.
Zavallı Çocuk, Namık Kemal’in Magosa’da bulunduğu sırada, yazdığı ve neşrettiği bu eseri, aile konusunu ele alıp işlediği ilk piyesidir. Şairimiz, burada; anne ve babaların baskısıyla tanımadıkları, sevmedikleri kimselerle evlenmek zorunda kalan genç kızların acıklı durumlarını gözler önüne serer.
Zavallı Çocuk Piyesinin Konusu: 19 yaşında bir genç olan Ata, küçük yaşta öksüz kalmıştır ve akrabalarından Halil Bey isimli bir zat tarafından himaye edilerek, tıp tahsili görmektedir. Ata, Halil Bey’in 14’üne yeni basan kızı Şefika ile birlikte büyümüştür ve aralarında karşılıklı bir sevgi uyanmıştır. Lâkin, Şefika’yı zengin bir Paşa ister. Halil Bey ise kızının durumunu öğrenince, onun hislerine beslediği saygıdan dolayı tereddütler geçirir; fakat, Şefika’nın annesi Tâhire Hanım’ın ısrarı üzerine kızını o Paşa ile nişanlar. Şefika üzüntüsünden hastalanır, iyice zayıflar ve vereme tutulur. Bunu duyan delikanlı Şefika’nın yatağına koşar. Sevdiği kızın bitkin ve ölümünü bekler hâli, kendisini çılgına çevirir, yıkar. Derhal eczaneden aldığı şiddetli zehri içerek intihar eder ve Şefika’nın yatağına yığılır. O da, Ata’ya sarılarak ruhunu teslim eder.
Eser’de; Victor Hugo’nun Hernani piyesinin tesiri bulunduğunu söylemek mümkündür. Özellikle son perdedeki zehir içme sahnesi ve iki sevgili arasında geçen konuşmalar, Hernani’ye bağlanabilir.
Kara Bela, Namık Kemal’in 1876’da Magosa’da yazdığını söylediği bu eseri, ancak ölümünden sonra 1908’de basılabilmiş 5 perdelik dramıdır. Onun, en zayıf tiyatro eseridir. Sadece, Doğu saraylarındaki haremağalarının çevirdikleri türlü entrikaları, dolapları sergilemesi bakımından önem taşır.
Kısmen feerik (masal türü) özellikler gösteren Kara Belâ’da Hind Padişahı’nın güzel kızı Behrever, Vezir’in oğlu Mirza Hüsrev’i sevmektedir; fakat, Behrever’in hizmetine verilen zenci haremağası Ahşid de gizlice Behrever’i sever. Hadım olduğu sanılan Ahşid, gizlice hazırladığı bir tuzakla Behrever’e sahip olur. Artık, Mirza Hüsrev’in yüzüne bakamayacak duruma gelen Behrever, zehir içerek intihar eder. Mirza da, hançerle Ahşid’i öldürür ve bu defa hançeri kendi göğsüne dayayarak, o da intihar eder.
Çeşitli hususiyetleri çerçevesinde, bir yerli dram karakteri taşıyan bu eserde; dramın ağırlığı ve meraklı, ilgi çekici konusu, kusurlu taraflarını örter görünmektedir.
Celâleddin Harzemşah, Namık Kemal’in 1881’de Midilli’de tamamladığı bu piyesi, 15 perdelik en büyük tiyatro eseridir. Konusunu, Vatan Yahut Silistre gibi tarihten aldığı Celâleddin Harzemşah; baştan sona kadar birçok tarihi olaylar ve bunlara bağlı olarak hitabe tarzındaki konuşmalarla doludur. Eserin önemli taraflarından birisi de, Shakespeare’in tarihî tiyatroları gibi, baştan sona kadar bir hayatı, bütün içinde ele alıp işlemiş olmasıdır. Ayrıca eserde, Victor Hugo’nun Cromwell’ine benzer taraflar da dikkati çekmektedir.
Diğer taraftan, Celâleddin Harzemşah’ın; uzunluğu, mekân ve sahneleme tekniğindeki güçlükleri dolayısıyla, oynanmaktan ziyade okunmak için yazıldığını söyleyebiliriz.
Konusu: Harzemşahlar Devleti’nin son hükümdarı Celâleddin Harzemşah’ın hayatı, kahramanlıkları ve Moğollara karşı Türk-İslâm davası uğruna giriştiği büyük mücadeleleri anlatılır. Moğol hükümdarı Cengiz Han’a mağlup olarak kahrından ölen babası Kudbeddin’in intikamını almak isteyen Celâleddin, büyük bir cesaretle mücadeleye atılır, Moğollar’a savaş açar; ancak, yenilir. Sind Nehri’ni geçerken, karısı Neyyire ile oğlu Kudbeddin boğulur. Kendisi de, Hindistan’a kaçmak zorunda kalır.
Orada yeniden harekete geçerek, bir ordu toplar. Her yeri alarak, Tebriz’e kadar gelir. Tebriz Hükümdar’ı Atabeg kaçar. Hanımı Mihrican ise orada kalır. Mihrican, hayret edilecek derecede Celâleddin’in ölen eşi Neyyire’ye benzemektedir. Mihrican, kahramanlıklarını yakından gördüğü Celâleddin’e âşık olur ve evlenirler.
Savaşlardan çok yorgun düşen Celâleddin, hastalanır. Harzemşahlar’ın arasına ikilik girer. O da öldürülmemek için, Mihricania birlikte günlerce dağlarda dolaşır, gizlenir. Nihayet bir gün âsilerin eline düşer ve şehit edilir.
Bu suretle eserin hemen her sahnesi, Celâleddin’in etrafında dönerek, sadece onu göstermek emeli taşır. Konuşmalar da, düğüm noktasını hep Celâl’de bulur. Sonuç olarak bu eser, tarihi fazlasıyla seven Namık Kemal’in, en çok kendisi olduğu ve bilhassa duygularıyla kendisini bulduğunu söyleyebileceğimiz eseridir.