Leyla ile Mecnun
Leyla ile Mecnun
Birçok kişi tarafından işlenmiş olan konuyu Fuzulî, mesnevî türünde kaleme almıştır. Eser hâlâ çok kıymetlidir.
Mesnevî tarzına ve Türk diline yenilik getirmiştir.
Eserin iç örgüsü çok sağlamdır.
Leylâ ile Mecnun’un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays ibni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle Leyli (Leylâ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk hikayesi anlatılmaktadır.
Bu hikayenin konusu kısaca şöyledir:
Leyla ve Kays (Mecnun’un asıl adı) ilkokul yıllarında birbirlerine aşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leyla’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays, halk arasında Mecnun diye anılmaya başlar. Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnun’a birçok kişi Leyla’yı unutmasını söyler; ancak onun için kainat artık Leyla’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta babası onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kabe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder. Hem Leyla’nın hem Mecnun’un halleri gittikçe perişan bir hâl almaktadır. Başkasıyla nikahlandırılan Leyla, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikaye uydurur ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir ve aşkın bin bir tülü cefasıyla yoğrulmaktadır, dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Leyla’nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Birgün Leyla çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” der. Onun eriştiği mertebeyi anlayan Leyla gider ve bir süre sonra ölür. Onun ardından da Mecnun hayata veda eder, böylece ruhları hakiki kavuşmayı yaşar.
Bu hikayenin sonunda; seven ve sevilen bir olmuşlardır. Aşık kendini madde dünyasından tamamen soyutlamayı başarmış ve sevdiğine ulaşmıştır. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsetmekte yanlıştır; ruhlar ilahi visale (ilahi kavuşmaya) ulaşmışlardır. Bu yüzden artık Mecnun sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır, bu dünyayı onun yeri kabul etmemektedir. Bu mesnevide Fuzuli, dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanıp onun üstünden maddeden ayrılıp tamamen ruha ait olan ilahi aşkı anlatır.
Efsanenin hikayeye dönüşmesi
Bu efsane Arap edebiyatında 10. yüzyılda çok yaygın bir hale gelmiş, Mecnun’a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek hikaye haline getirilmiştir. Bu konu daha sonra Fars ve Türk edebiyatlarında da işlenmiştir. Bunların arasında en ünlüsü Fuzuli’nin 1535’te yazdığı Leylâ vü Mecnun adlı mesnevisidir. Fuzuli, Leyla ve Mecnun mesnevisini istek üzerine yazmıştır. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat şehrini ele geçirdikten sonra burada toplanan bilim ve sanat adamları, Fuzuli’den, bu türde bir eser yazmalarını istemişler, bunu bir çeşit sınanma sayan Fuzuli de 1535 yılında eserini tamamlayıp Bağdat valisi Üveys Paşa’ya sunmuştur.
LEYLÂ İLE MECNÛN
Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla’nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla’yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.
Mecnun’ un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla’yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla’yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun’ u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ’yı tanımaz. Babası Mecnûn’u iyileşmesi için Kâbe’ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:
“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.”
Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar.
Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.
Bir zaman sonra âilesi, Leylâ’yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm’ı vuslatından uzak tutmayı başarır.
Mecnûn, çölde, Leylâ’nın evlendiğini arkadaşı Zeyd’den işitince çok üzülür. Leylâ’ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn’a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.
Bir müddet sonra Mecnûn’un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn’u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ’nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn’u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ’nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;
“Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez.”
der, kabri kucaklayarak ölür.
Bir müddet sonra Mecnûn’un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: “Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ’dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular.”
Leyla ile Mecnun Özellikleri (ÖZET)
Klâsik Türk edebiyatında çeşitli konularda mesneviler yazılmış, bunların içinde aşk mesnevileri önemli bir yer tutmuştur. Leyla ile Mecnun hikâyesi ise, en çok işlenen mesnevi konulan arasında yer almıştır.
Gerek Arap ve İran gerekse Türk edebiyatında en çok işlenen konulardan biri olan Leyla ile Mecnun, hüzünlü bir aşk hikâyesidir.
Bu hikâyenin kahramanların Arap Yarımadası’nda yaşayan gerçek kişiler olduğu görüşü yaygındır. Hikâye, Âmiri kabilesinden Kays bin el Mülevvah adlı bir şairin (Ö. 698) amcasının kızı olan Leyla binti Mehdi bin Sa’d için söylediği aşk şiirleri ile gelişmiş; bu şiirler dilden dile dolaşmış, kısa zamanda Arap Yarımadası’nda yaşayan hikâyeyle beslenerek son şeklini almıştır. Pek çok Arap şairi, Mecnun mahlasını kullanan Kays’ın şiirlerini toplayarak bunlara kendi şiirlerini eklemiş, böylece Arap edebiyatında “Divan-ı Leylî vü Mecnun” adında pek çok eser ortaya konmuştur.
Önce Arap edebiyatında ortaya çıkan Leyla ile Mecnun hikâyesi daha sonra İran ve Türk edebiyatında birçok şair tarafından zenginleştirilerek yeniden yazılmıştır.
En başarılı “Leyla ile Mecnun” hikâyesini ilk kez “Leyli ve Mecnun (Genceli Nizamî)” yazmış, şair bu hikâyeye bazı tasavvufi öğeler ilave etmiştir.
Türk edebiyatında da birçok şair tarafından ele alınmış, ancak en çok beğenilen “Leyla ile Mecnun” hikâyesini Fuzûlî yazmıştır. Fuzûlî, bu mesvisini, Kanûnî’nin Bağdat’ı fethinde görüştüğü Hayali Bey ve Yahya Bey’in tavsiyeleri üzerine kaleme almıştır. Eserini yazarken Iran şairleri, Nizamî ve Hâtifî’den yararlanmakla birlikte, getirdiği yeniliklerle orijinal olmayı başarmıştır.
Fuzulî’nin 3036 beyitten oluşan “Leyla ile Mecnun” mesnevisi klasik mesnevi geleneğine uygun olarak tevhid, münacaat, naat, eserin yazılış sebebi, asıl hikâye gibi bölümlerden oluşur.
Şair, tevhid, münacât ve naat gibi dinî konular içeren şiirler ve Kanuni için söylediği kasidelerden sonra bu eserin yazılış sebebini (Sebeb-i Nazm-ı Kitab) anlatır. Bu bölümde, Kanuni’nin Bağdat’ı fethinde görüştüğü Hayalî Bey ve Yahya Bey’in tavsiyeleri üzerine bu mesneviyi yazdığını belirttikten sonra asıl hikâyeye geçer.
LEYLA VE MECNUN
Ya Râb belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beniAz eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beniOldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beniGittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beniÖyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola getürmek saba beniNahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni…
Fuzûli’ nin 1535′ te yazdığı Leylâ ve Mecnûn adlı mesnevîsi.
Leyla ve Mecnun açıklaması ve şerhi:
Ya râb bela-yı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
Ya rab, beni aşk belasıyla tanıştır,
Bir an olsun bile beni aşk belasından ayrı düşürme.
Bu beyitte mutasavvıf bir şair olan Fuzuli’nin aşk belasından kastı Allah aşkından başkası değildir. Tasavvufa göre bir tek gerçek aşk vardır: Allah aşkı. Bu aşk-ı hakiki, aşk-ı ilahidir, oysa insana duyulan aşk beşeri aşktır ve gerçek değildir. İnsan dünyaya aşk-ı ilahiyi aramaya gelmiştir ve hayatın mutlak gayesi de budur. işte bu beyitte de fuzuli Allah’a kendisini önce gerçek aşkla tanıştırmasını, sonra da bir an olsun bu aşktan kendisini ayırmamasını ister.
Bu beyitte geçen bela kelimesi aynı zamanda arapçada gam, keder manasına gelmektedir. Bu açıdan beyite baktığımız zaman aynı zamanda aşkın belasının yanında aşkın getirdiği gam ve kederden de bahsetmek mümkündür.
Az eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Dert ehlinden iyiliğini eksik etme, yani beni çok fazla belaya mübtela et.
Burada fuzuli dert ehli olduğundan bahseder, ancak bu dertlerden şikayetçi de değildir. Aksine memnuniyet duyar ve bu dertlerin devamını diler.
Oldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
Ben yaşadıkça beni beladan ayırma, dileğim budur.
Ben belayı, onun beni istediği için isterim.
Burada fuzuli, belayı çektiğinden bahseder. Yine belayı iki anlamıyla ele almak doğru olacaktır. Yani gam şairi, şair de gamı sever. Ama bu beyitte yine şikayet etmez, hatta Allah’tan bunun devamını diler.
Gittikçe hüsnün eyle ziyade nigarımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
Sevgilimin güzelliğini gittikçe daha çok arttır.
O’nun derdine düştükçe beni de daha beter et.
Bu beyitte de sevgilinin güzelliği arttıkça fuzuli aşk belasına daha çok müptela ister, zira onu yaşatan artık aşktan başka bir şey değildir. O sevgilisini sevdiği için, sevgilisinin güzelliği de günden güne artar. Yani sevgiliyi güzel yapan Fuzuli’ nin ona duyduğu büyük aşktır.
Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola getürmek saba beni
Yokluğunda bedenimi öyle hafif yap ki,
Sabah rüzgarı bile beni ona kavuşturmaya yetsin.
Fuzuli bu beyitte sevgili olmadan zaten yok olacağını, eriyip gideceğini kasteder. Tasavvufi açıdan baktığımızda bunu “bir lokma, bir hırka” felsefesiyle açıklamamız mümkün olacaktır. Zira, yaşamak için gereken şeylerin dışındaki hiçbir şey insana gerekli değildir, insan Allah’a kavuşacağı gün için yaşar, bu vuslata erişinceye kadar da imtihan alemi olan dünyada dünyevi zevklerinden arınıp kavuşma gününü bekler.
İkinci dizede şair saba rüzgarına atıfta bulunmaktadır. Nesim olarak da bilinen bu rüzgar sevgili ile aşık arasında haberci olmasından dolayı divan şiirlerinde sıkça geçer. Kah sevgilinin saçlarının güzel kokusunu aşığa ulaştırır, kah aşıktan sevgiliye bir mesaj iletir.
Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni
Ya rab, bana fuzuli gibi kibir verme ve beni asla kendimle bırakma.
Son beyitte Fuzuli tecrit sanatı ile kendisine dışardan bakar ve Allah’tan kendisine “fuzuli gibi” gurur, kibir vermemesini diler. Ayrıca kensini yalnız (Rabsiz) bırakmaması ister Allah’tan. Çünkü dünyanın onun için amacı Allah’a ulaşmaktır. Bu amaçtan ayrı düşerse hiçbir şeyin kıymeti yoktur.