Türkçenin Dünü Bugünü ve Yarını
Türkçenin Dünü Bugünü ve Yarını
Prof. Dr. Efrasiyap GEMALMAZ
Türkçe nedir? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Evet. Türkçe, her şeyden önce bir dildir. O halde, Türkçenin dününü, bugününü ve yarınını anlatmadan önce dil denilen şeyin ne olduğuna bir göz atmak yerinde bir davranış olacaktır.
Dil her şeyden önce bir avadanlık, bir alet takımıdır. Dil dediğimiz bu takımın duruma göre seslerden, duruma göre harflerden oluşturulmuş aletlerini (kelimelerini, eklerini, edatlarını) usulüne (gramerine) göre kullanarak birbirimizle haberleşiriz. Birbirimiz üzerinde etkili oluruz. Şu salonun kapısını açık/kapalı konuma getirmenin şu anda benim için iki yolu vardır: Birincisi, benim bulunduğum bu yerden ayrılıp, gidip elimle kapıyı istediğim konuma getirmek; ikincisi ise, sizlerden birisine kapıyı istediğim konuma getirmesini söyleyerek istediğim sonuca ulaşmaktır. İlk durumda, kapıyı istediğim konuma getirmek için kendi ayaklarımı, ellerimi ve kapının elceğini; ikincisinde ise, seslendirme organlarımı kullanarak aranızdan birisinin ayaklarını, ellerini ve yine kapının elceğini kullanmış olurum.
Her avadanlıkta, her aletin kendisine özgü -kullanım kılavuzunda belirtilen- bir yapısı ve kullanımı vardır. Bir avadanlık olarak ele aldığımız dilin de her ögesinin -bundan böyle dilin aletlerinden her birini öge olarak adlandıracağız.- kendisine özgü bir yapısının ve kullanımının olması tabiidir. Bir dilin ögelerini kullanmayı, bir zanaatin aletlerini kullanmayı öğrendiğimiz gibi ya sınama yanılma yoluyla ya da kullanım kılavuzunu -dilin gramerini- adım adım izleyerek öğreniriz. Bu yollardan ilkine anadilimizi, ikincisine ise daha çok bir yabancı dili öğrenirken baş vururuz; ve muhakkak bir çıraklık (öğrencilik) devresi geçiririz. Çok küçük yaşlarda anadilimizi öğrenirken de bol bol sınama yanılma imkanı bulduğumuz bir çıraklık devremiz vardır. Çevremizde bize göre usta sayılabilecek anamız, babamız, belki abilerimiz, ablalarımız, hısım, akraba, aile dostlarımız, herhangi bir şekilde tanıdıklarımız, tanımadıklarımız bulunur. Bunların dil dediğimiz avadanlığın ögelerini kullanma tarzlarını, aldıkları sonuçları gözlemler ve bu ögeleri onlar gibi kullanabilmek için çabalar dururuz. Bütün bu çabalarımızın sonunda, biz de, yerine göre, çatalı, bıçağı; yerine göre, tası, tarağı; yerine göre, keseri, kerpeteni kullanmayı öğrendiğimiz gibi, dil ögelerini de edinip ve kullanmayı öğrenip ustalar arasında yerimizi almaya çalışırız. Onu bir ölçüde kendimize özgü kılar; özelleştiririz. “Üslup”, “dili kullanım tarzı” dediğimiz şey de budur işte.
Bir dili kullanmada her isteyen ustalığın en yukarı mertebesine ulaşamaz. Bu yüzden her zanaatta olduğu gibi, dili kullanmada da ustalık çeşitli ölçütlere göre derecelendirilir. Çoğumuzun ustalığı anadilimiz konusunda da amatörlük seviyesini aşamaz. Aramızdan bazıları, doğuştan getirdikleri dili öğrenme ve kullanma yetilerini geliştirerek, bu alandaki ustalıklarını zanaatkarlık seviyesinden sanatkarlık seviyesine yükseltirler. Yani dili kendilerine özgü kılmaları, özelleştirme tarzları insanlar arasında bunlara bir ayrıcalık kazandırır. Bunlar, söz konusu dilin hatipleri, şairleri, yazarlarıdır. Bir dil, bu sanatkarlar sayesinde itibarlı ve kullanımda olur. Sıradan olmayanlar, sıradan olmayan ihtiyaçlarını karşılamak için dili geliştirirler; ona yeni ögeler (aletler) katarlar; onun ögelerini alışılmışın dışında kullanmanın yollarını bulurlar.
Bildiğimiz kadarıyla, yüksek seviyede bir dili kullanmak insana özgüdür. İnsan doğar, yaşar ve ölür; çünkü canlıdır. Dil ise, ilk insanla beraber bir kere doğmuştur; belki son insanla beraber bir kere de ölecektir. Dünyaya gözünü açan her sağlıklı insan onu hayatta bulur; özelleştirir; gözünü kapayan her insan da onu hayatta, terekesinin en kalıcı parçası olarak bırakır. Bir bakıma, dil ölmez; ebedidir. O, insanın değil, bütün insanlığın malıdır.
İnsanlar yeryüzünde dağıldıkça, farklı ortamlardan kaynaklanan farklı aletlere ve aletlerin farklı kullanımına ihtiyaç duydukları gibi, farklı dil ögelerine ve dil ögelerinin farklı kullanımlarına da ihtiyaç duymuşlar ve duymaktadırlar. Bu ihtiyaçlar, zamanla, aletler için değişik avadanlıkların oluşturulması gibi, dil ögeleri ve kullanımları bakımından da değişik dillerin oluşmasına yol açmış ve açmaktadır. Sanki her insan kendi ihtiyacı olan avadanlıklarını oluştururken, kendi dillerini de oluşturur. Evet, her insanın, değişik ortamlarda, değişik durumlarda kullandığı birden fazla dili olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsanlar dünya üzerine serpiştirilmiş bağımsız adalar gibidir. Ancak, avadanlıklar ve diller sayesinde, bir ölçüde bağımsızlıklarını yitirmelerine karşılık birleşerek güç oluştururlar. Bu yüzdendir ki, insanlar ve insan toplulukları arasındaki sınırlar kesin bir şekilde çizilebilse bile, diller arasında böyle sınırlar çizmek pratik açıklamalar getirme dışında pek mümkün görülmemektedir. Nihayet, günümüz dünyasında, devletlere ve bir ölçüde milletlere iyi kötü birer sınır çizilebilmiş, ancak dillerin kullanımına sınır çizilememiştir. Bu bakımdan, dil birliğini, millet olmanın şartı değil, bir ihtiyacı olarak görmek daha doğru olur.
Dil bir silah gibidir. Silahla, nasıl bir düşmanla savaşabilir, hem de kendimizi öldürebilirsek; dille de, hem birleşip, güçlenip millet olabilir, hem de bölünüp, güçsüzleşip, daha güçlü toplumlara yem olabiliriz.
Son zamanlarda, mahalli dilleri, ağızları ön plana çıkarmak isteyenler, ya bilerek ya da bilmeyerek mensubu veya düşmanı oldukları toplumları bölmeye, güçsüzleştirmeye çalışmaktadırlar. Mahalli diller ve ağızlar elbette dünya durdukça olacaktır. Ama, unutmayalım ki, küçülen dünyamızda, insanlığın tek ve ortak bir dile ihtiyaç duyduğu bir sırada, insanları, dil farklılığını ileri sürerek kabile hayatına doğru sürüklemek istemenin, haklı bir davranış olduğunu düşünmek, pek akıllıca bir tutum olmasa gerek.
Mahalli dilleri ve ağızları elbette araştıracağız ve yeterince öğreneceğiz; bunlar bize zevkli anlar yaşatacak bir takı, bir parfüm, bir süs eşyası gibi lükslerimiz arasında yer alabilir. Ancak, hayatımızı kolaylaştırmakta kullanmayı düşündüğümüz bir eşyayı alırken nasıl geliştirilmiş ve yaygın bir standart arıyorsak, dünyaca -en azından ülkece- tanınmış markalara ihtiyaç duyuyorsak; etkin bir hayat yaşayabilmemiz için, daha yaygın kullanılan standart dillere de ihtiyacımız vardır. Türkiye için söylüyorum. Toplumun bir kesimi, daha geniş ufuklu, daha etkin bir hayat sürmek için, STT’ni; hatta, daha zengin bir bilgi birikimi sundukları için başta Amerikan İngilizcesi olmak üzere diğer gelişmiş kültür dillerini öğrenmeğe çabalarken, diğer bir kesimini kimlik kazandırma bahanesiyle en yüce kimlik olan insan olma kimliğinden çıkarıp bölerek etnik değerler içerisine hapsetmeyi istemek haksızlık değil midir?! Kaldı ki, bir kimsenin etnik kökenini somut delillerle kanıtlamak bugünün genetik biliminin en gelişmiş teknolojisiyle bile imkansızdır. Bu bakımdan, millet olmak için etnik köken olgusunun değeri, bir masaldan, bir efsaneden, bir duygusal eğilimden fazla değildir. Şimdi soracaksınız. “”Millet olmak için, önce, dil birliği yetersizdir.” dediniz. “Şimdi de, etnik kökenin ise hiç önemi yoktur.” diyorsunuz. Peki, millet olmak için sizce gerekli olan nedir?” Evet, günümüz dünyasında, aklı başında kimselere, bir ülkenin vatandaşı olduğunu kabul etmek, o ülkenin vatandaşlarıyla ön koşulsuz dayanışma içinde olmak, o ülkeyi yaşanılacak en iyi, en gelişmiş ülke haline getirmek ve o ülkede yaşayan insanları başka ülkelerde yaşayan insanlara imrendirmemek -yani insanı ülkeye küstürmemek- için çalışmak bir millet olmanın gerekli ve yeter şartı olmalıdır.
Dillerin değişim ve gelişiminde bir yandan, somut düzeyde, maddi hayatın gelişmesi etkili olurken; diğer yandan, soyut düzeyde, manevi hayatın, yani toplumların değişen sosyokültürel yapılarının da oldukça derin etkileri görülür. Dünyamızda, birkaç yüzyıl öncesine kadar, manevi hayat, toplumların benimsediği dinle belirlenirken, daha sonra, daha çok dünya hayatını düzenlemeyi amaç edinen sosyal ve politik akımların etki alanına girmiştir. Dinin etkili olduğu devirde okur yazarlık ve bilim din adamlarının tekelinde bulunduğu için dili de daha çok din adamları yönlendirip geliştiriyorlardı. Bir örnekle açıklarsak. Avrupa’da, bir yandan Katolik kilisesinin dili olan Latince, Batı Avrupa’daki Hristiyanlıgın Katolik mezhebini seçen halkların dilini etkilerken; Ortodoks kilisesinin dili sayılan Grekçe de, Ortodoks olan Dogu Avrupa halklarının dillerini etkilemekteydi. Bu yüzden, Galyalıların dili hızla değişerek Latin kökenli dil ögelerinin ağırlıklı olduğu bugünkü Fransızcayı meydana getirmişti. Doğu Avrupa’nın Slav kavimlerinin kullandığı Kiril harfleri Grek alfabesinden uyarlandığı gibi, Grekçe de bu kavimlerin dilleri üzerinde etkili olmuştu. Tabii, Hristiyanlık öncesinde, Grekçenin, Latince üzerindeki etkisi de yine inanç sistemlerinin geçişiyle açıklanabilir.
Bu uzunca girişten sonra, artık asıl konumuza başlayabiliriz. Önce, Türkçenin dününü, yani ilk yazılı metinlerinden günümüze gelinceye kadar olan gelişme safhalarını imkanlarımız elverdiği ölçüde ele alalım. Bu konuda ana başlıklarımız şunlar olacaktır.
1. 1. Derilme Devresi (Köktürk Kağanlığı; Şaman kültürü; Köktürk yazı dili ve alfabesi.)
2. 1. Dağılma Devresi (Uygur Devleti; Budist, Maniheist, Brahmi, Zerdüşt, Hıristiyan ve diğer inanç sistemleriyle ilgili kültürler; Uygur yazı dilleri; Sogot-Uygur, Mani, Brahmi, Estrangelo, Süryani, Tibet ve diğer alfabeler.)
3. 2. Derilme Devresi (Karahanlı, Selçuklu, Çağatay, Osmanlı gibi Türk İslam devletleri; İslam kültürü; Söz konusu devletlerin birbirleriyle ilişkili yazı dilleri; Arap alfabesi.)
4. 2. Dağılma Devresi (Gerileme dönemi Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti, Sovyet Türk Cumhuriyetleri devletleri; degişik sosyal, siyasi kültürler; birbirinden hemen hemen habersiz gelişen yazı dilleri; Arap, Latin, Kiril alfabeleri.)
Orta Asyanın Altay kavimlerinden olan Türklerin diline gelince, elimizde doğrudan Türkçe yazılmış kaynak bulunmayan devreleri ister istemez bir yana bırakarak diyebiliriz ki; 7. yüzyılda, son defa, Kutlug (İlteriş) Kaganın öncülüğüyle, daha önce birkaç defa dağıldıklarını bildiğimiz Türk dilli halklar toplanarak Köktürk Devletini yeniden kurdukları zaman, bunların kendilerine has Şamanlık diye anılan tek tanrılı bir dinleri vardı. Türkçe, yoğun kültürel ve siyasi ilişkiler içinde bulundukları başta Çinliler olmak üzere çevre ülkelerde yaşayan kavimlerin konuşmakta oldukları dillerinden etkileniyor ve büyük bir ihtimalle onları da etkiliyordu. Ancak, Bu devrede Türk dili, Türklerin, tek bir merkez (Ötüken) etrafında toplanmış olmaları, tutarlılığı tartışmalı da olsa, Köktürk alfabesi dediğimiz ve kullanım tarzından en az bin yıllık bir geçmişi olabileceğini tahmin ettiğimiz bir alfabeyle yazılan tek bir yazı dili sergiliyordu.
8. yüzyılın ortalarına doğru Uygurlar Köktürk hakimiyetine son verdiler. Türk dilli halkların önemli bir kesimi artık göçebeliği ve Ötüken’i terk etmiş, Tarım havzasında şehirler kurarak yerleşik hayata geçmişti. Başta Budhizm (Burkancılık) olmak üzere Mani, Zerdüşt, Hristiyanlık gibi çeşitli dinler Türkler arasında yayılmaya başlamıştı. Her gelen din kendi terminolojisini, hatta kendi alfabesini de beraberinde getiriyordu. Köktürk harfleri hemen hemen unutulmuş, Sogotlardan alınan Uygur alfabesi dediğimiz alfabe başta olmak üzere Mani, Brahmi, Estrangelo, Süryani, Tibet alfabeleri kullanılarak çoğunlukla çeşitli dini eserler Türkçeye çevriliyor; bu çevirilerle Türkçeye, yüzlerce kavramı karşılayan kelime giriyor. Bunların önemli bir kısmına Türkçe karşılıklar bulunmuş olsa bile dilin sadeliğinin kaybolduğu açıkça görülüyordu. Alıntılar bazan söz dizimi düzeyine bile ulaşıyordu.
10. yüzyıldan itibaren Türkler arasında İslamiyet hızla yayılmaya başladı. Batıdan, Hristiyanlık ve Zerdüştlük gibi İran üzerinden gelen İslamiyet, bugün de sürmekte olan Türklerin Batıya yönelişini başlatmış oluyordu. İslamiyetin ilk terminolojisi, Türklerden önce İslamiyeti kabul etmiş olan Farslardan alındı. Daha sonra, Araplarla tanışıldı. İslamiyetin kabulüyle Türk edebiyatının dili Farsçanın, biliminin dili Arapçanın etkisine girdi. Bu iki dilden yapılan alıntılar da zaman zaman Türkçenin söz dizimini etkileyecek düzeye ulaşmıştır. 10. yüzyıldan beri kullanılmakta olan Arap harfleri 20. yüzyıla kadar Türk dünyasının ortak alfabesini oluşturdu. Anadolu’nun fethiyle Türkçeye başta Rumca olmak üzere Anadolu’daki toplulukların dillerinden de kelimeler girmeye başladı. Özellikle deniz ve deniz ürünleriyle ilgili kelimeler Rumcadan alındı. Osmanlı devleti İmparatorluğa dönüşünce ulaştıgı her yerden yeni kavramları karşılamak üzere yeni kelimeler Türkçeye akmaya başladı. Osmanlı donanması İtalyancadan, diplomasisi Fransızcadan birçok kelimenin Türkçeye girmesine kapıları açtı. 20. yüzyıla gelindiğinde, tespiti güç bir kelime hazinesi ve içinden çıkılmaz söz dizimiyle Osmanlı Türkçesi bütün Türk dünyasında ağırlıgını koymuş bulunuyordu. İstanbul’da basılan bir kitap Üsküp’te, Kahire’de, Semerkant’ta, Belh’de müşteri buluyordu.
20. yüzyılın başlarında, 1. Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun sonunu noktaladı. Türk Dünyası dağılmış, Türkiye cumhuriyeti dışında kalan Türkler ya uzak ülkelerde hakları korunamaz azınlık durumuna düşmüş; Yugoslavya’da, Macaristan’da, Kıbrıs’ta olduğu gibi; ya da Türkiye Cumhuriyetinin varlığını kendisi için bir tehlike olarak gören komşu ülkelerde baskı altına alınmıştı; Sovyetlerde, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Suriye, Irak ve İranda olduğu gibi. Artık, her Türk topluluğu kendi kaderiyle baş başaydı. Tek bağımsız Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti dışındaki Türklere, kendi dillerinde eğitim ve öğretim yapma hakkı bile, onları geri bırakacak şartlardan birisi olarak veriliyordu. Bulundukları ülkelerin standart dilinde öğretim görmeleri sınırlanıyor. Birbirleriyle temasta bulunup üst düzeyde eğitim ve öğretim kurumları kurmaları, birbirlerine kitap, dergi, gazete, öğrenci ve öğretim üyesi göndermeleri yasaklanıyor; özellikle o güne kadar yazı dili olarak gelişmemiş mahalli dilleri bir lütufmuş gibi yazı dili haline getirilerek önlerine konuluyor; onları kabile düzeyine indirmek için insan hakları adı altında mümkün olan her şey yapılıyordu. Böylece dünyaya açılmaları, özellikle Türkiye Cumhuriyetiyle ilişkiye girmeleri sözde etnik kimliklerini koruma bahanesiyle önleniyordu. Her biri değişik anlayışlarla düzenlenmiş Arap, Latin ve Kiril harfli alfabelerle basılmış yayınlar, bir topluluktan diğerine kazara ulaşsa bile, okunması özel bir bilgi gerektirdiği için bir işe yaramıyordu. Özellikle, biz, Sovyet Türk Cumhuriyetlerindeki yazarları, İngilizce, Fransızca, Almanca gibi Batı dillerinden; onlar bizim yazarlarımızı Rusçadan bulabildiğimiz kadarıyla okuyabiliyorduk.
3. Derilme Devresi (Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs Türk Federe Cumhuriyeti, Orta Asya Bağımsız Türk Cumhuriyetleri; İslam kültürünü demokratik ve laik bir anlayışla yorumlama; ortak bir yazı dili geliştirme eğilimi; Latin alfabesine yöneliş.)
Şu sıralarda 20. yüzyılın son çeyreğini tüketmek üzereyiz. Gelişen haberleşme imkanları bilgilenmeye konulan bütün engelleri tek tek yıkıp devirmekte. Yasaksız, gerçek bir yarışın başla komutu verildi bile. Türkçe dünya üzerinde konuşulmakta olan 3000’i aşkın dil arasında, oldukça zengin bir kütüphanesi olan, bilinen 1500 yıllık kesintisiz tarihiyle, altı kıtadan ikisine yayılmış sayılı konuşma ve yazı dillerinden biridir. Aralarındaki sosyokültürel ve ekonomik ilişkileri sınırlayan siyasi engellerin hemen hemen ortadan kalkmış olmasıyla, bugün Türkçe konuşanlar, Türk dilli halklar birbirlerini görme, duyma ve dinleme imkanına sahip oldular. Ortak bir Türkçe, en azından ortak bir yazı dili oluşturmak için, ortak bir alfabenin ve ortak bir sözlüğün oluşturulmasına çalışıyorlar. Bin yıldan beri yüzde doksanı aşkınının benimsediği İslam kültürünü çağdaş bir şekilde, demokratik ve laik bir anlayışla yorumlayarak kültürel yakınlaşmanın temellerini atıyorlar.
Türk dilli halkların bu çabaları başarıya ulaşırsa, bu sadece kendilerinin yararına degil, bütün insanlıgın yararına olacaktır. Hangisi olursa olsun, iyi kullanılan dil dostlukları ve dayanışmaları kurmanın en iyi aracıdır. İnsanlık yüzyıllardan beri ögrenilmesi ve kullanımı kolay ortak bir dil arayışı içindedir. Esperanto, Volepuk, Interlingua gibi suni dillerle karşılaştırıldıgında, özellikle, Stadart Türkiye Türkçesi (STT) tabii bir dil olarak böyle bir dil olmaya adaydır. O, karmaşık bogumlanma özellikleri gerektiren ara seslere hemen hiç bilgi yüklememiş yalın bir fonolojinin sahibidir. Türkçeyi ögrenmiş yabancıların, onu ne kadar bozuk telaffuz ederlerse etsinler, söylediklerini oldukça kolay anlamamızın sebebi budur. Sözdizimi, “belirten öge bir anlam ögesiyse belirttigi anlam ögesinden önce; belirten öge bir görev ögesiyse belirttigi anlam ögesinden sonra getirilir; ancak, görevi işaretli anlam ögelerinin biribiriyle yer degiştirmesine müsaade edilir.” şeklinde tarif edecegimiz basit bir temel kurala (postülata) baglanmıştır.
Biribirini tamamlayan bu sesbilimsel (fonolojik) ve sözdizimsel (sentaktik) iki yapı özelligi, her düzeydeki uyumları azaltmış ve basitleştirmiştir. Cinsiyet, kemiyet, keyfiyet uyumlarının en alt düzeyde oluşu, dil olarak Türkçenin kavranmasını kolaylaştırmıştır. Bu dilin, her dilden kolayca kelime alabilir ve aldıklarını fazla degişiklige ugratmadan kullanıma sunabilir olması da bir dünya dilinden beklenecek en önemli özelligidir. Doguşundan günümüze kadar, hemen hemen Avrasyanın bütün dillerinden çeşitli dil ögeleri almış olmasına ragmen ilk günki canlılıgını ve tazeligini yitirmemiştir. Görev ögelerinin, yani ek ve edatlarının yazımına getirilecek basitleştirici birkaç standartla yazı dili olarak da hızla gelişme imkanını bulacaktır.
Sözlerimi günümüz Azerbaycan şairi Bahtiyar Vahabzade’nin mısralariyle bitiriyorum. Vahabzade Türkçe için şöyle diyor:
Dil açanda ilk defe “ana” söyleyirik biz,
“Ana dili” adlanır bizim ilk dersliyimiz.
İlk mahnımız laylanı anamız öz südüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile.
Bu dil – bizim ruhumuz, éşgimiz, canımızdır,
Bu dil – birbirimizle ehdi-péymanımızdır.
Bu dil – tanıtmış bize bu dünyada her şéyi
Bu dil – ecdadımızın bize miras vérdiyi
Giymetli xezinedir… onu gözlerimiztek
Goruyub, nesillere biz de hediyye vérek.
…
Prof. Dr. Efrasiyap GEMALMAZ