Manzume ve Şiir
Manzume ve Şiir. Manzume ve Şiir Arasındaki Farklar
♦ Dilde biri nazım (şiir), diğeri nesir (düzyazı) olmak üzere iki anlatım yolu vardır.
♦ Duygu, düşünce, hayal ve istekleri ölçülü ve uyaklı olarak dizelerle anlatma yoluna nazım denir. Nazmın doğuşu, nesirden ve yazının bulunuşundan önce, sözlü edebiyat dönemindedir. Nazmın temelinde ahenk öğesi vardır.
♦ Manzum, “nazımla yazılmış, şiir biçiminde” anlamındadır. Manzum eser dendiğinde, nazımla yazılmış eser anlaşılır. Nazım yoluyla yazılmış esere manzume denir.
♦ Geleneksel edebiyatta nazımla şiir bir tutulmuş, birbirinin yerine kullanılmıştır. Ne var ki nazımla ölçülü, uyaklı yazılmış her sözün şiir sayılamayacağı görüşünün egemen olmasıyla, şiir ve manzume kavramları birbirinden ayrılmıştır.
♦ Buna göre her şiir nazımdır ama her nazım şiir değildir. Çünkü bir sözün şiir sayılabilmesi için nazımla yazılması yetmez. Nazım sadece bir anlatım yoludur. Bu anlatım yolunun sanatsal değer taşıyacak şekilde kullanılmasıyla şiire ulaşılır. O hâlde, manzumelerin sanat değeri taşıyanlarına “şiir” denir.
♦ Günümüzde manzume sözcüğü, nazımla yazılmış ancak imge ve sanat değeri taşımayan dil ürünleri için kullanılmaktadır.
Manzume ile Şiir Arasındaki Farklar:
♦ Manzumelerde yaşanmış ya da yaşanabilecek olaylar anlatılır. Olay örgüsü vardır. Şiirde olay yoktur, duygu ve çağrışım vardır.
♦ Manzume, öğretici özellik taşır. Şiirin öğretici yönü değil, sanat değeri ön plandadır.
♦ Manzumede anlatma ve gösterme ön plandadır. Şiirde bireysellik, duygu ve çağrışım ön plandadır.
♦ Manzume, gerçek anlam yönünden zengindir. Şiir ise mecaz anlam yönünden zengindir. Çok anlamlılık esastır.
♦ Manzumede söyleyiş güzelliği, sanat kaygısı yoktur. Şiirde ise söyleyiş güzelliği, sanat kaygısı vardır; imge ve çağrışım önemlidir.
♦ Manzumeler, estetik boyutu olmayan nazım parçalarıdır. Şiirin ise estetik boyutu ön plandadır, okura estetik zevk vermek amaçlanır.
♦ Manzumede anlatılanlar düzyazıyla ifade edilebilir. Manzume, düzyazıya çevrildiğinde anlam kaybı az olur. Şiirde anlatılanlar düzyazıyla İfade edilemez. Şiir düzyazıya çevrildiğinde anlam kaybı çok olur.
♦ Manzumede edebî sanatlara fazla yer verilmez. Şiirde ise edebî sanatlar geniş yer tutar.
Manzume Örneği:
Seyfi Baba – Mehmet Akif Ersoy
Geçen akşam eve geldim. Dediler:
– Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
– Nesi varmış acaba?
– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
– Keşki ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır…
– Daha a’lâ, kalınız
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;
‘Gel! ‘ diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum! müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, uryan,
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kaatil…
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre… Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de râhmet suyu nûş eyliyerek,
Hatm-i enfâs edivermez mi hemen ‘cız! ‘ diyerek?
O zaman sâmi’anın, lâmisenin sevkıyle
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi…
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet geldi.
Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor… Sapmıyarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından… Yolu buldum zâten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-ı kadîmin yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem… İyi amma kapı zâten aralık…
Gâlibâ bir çıkan olmuş… Neme lâzım, artık
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:
– Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun…
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın…
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,
Şâir olsam yine tasvîri otur bence muhâl:
O perîşanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfı Baba.
– Ihlamur verdi demin komşu… Bulaydık, şunu, bir…
– Sen otur, ben ararım…
– Olsa içerdik, iyidir…
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme…
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
– Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
– Mehmed Ağ’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktamıyayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iç yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez… Yalınızlık pek güç.
Ba’zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
– Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.
İhtiyar terliye dursun gömülüp yorganına…
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!
Şiir Örnekleri:
Âşık Veysel’in Son Şiiri
Selam saygı hepinize
Gelmez yola gidiyorum
Ne şehire ne de köye
Gelmez yola gidiyorum
Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum
Eşim dostum yavrularım
İşte benim sonbaharım
Veysel karanlık yollarım
Gelmez yola gidiyorum
DERDİM TÜRLÜ TÜRLÜ
Derdim türlü türlü yoktur ilacım,
Hiçbir türlü bulamadım dermanı
Bir dost bulup dem sürmekti amacım
Gam gasavet çevreledi her yanı
Kalemi kırılsın bunu yazanın
Söyler söyler derdi bitmez ozanın
Çağır bağır emir onun söz onun
Yazan katip böyle yazmış fermanı
Bir bahtı karayım gülmedi yüzüm
Neşeli görür, kan ağlar özüm
Kış misali geçti baharım yazım
Kaldırmadı başımdaki dumanı
Dünya dedikleri bir büyük handır
Veysel durmaz ağlar bunca zamandır
Az yaşar çok yaşar sonu verandır
Bir gün göçüm çeker ömür kervanı