17. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
17. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Temsilcileri
XVII. yüzyıl Türk edebiyatı; Osmanlı Imparatorluğu’nun siyasî ve ekonomik alanlarda gerilemeye başladığı bir dönemdir. Buna rağmen kültür, sanat ve edebiyat hayatı gelişmesini belirli ölçülerde devam ettirmiştir. Klasik Türk şiiri, ahenk ve incelik bakımından bu asırda biraz daha oturmuş ve güzelleşmiştir. Asrın divan şiiri asırlardan beri örnek alınan Iran şiirinden geri sayılamayacak bir olgunluğa erişmiş ve Iran edebiyatını ciddî bir şekilde geride bırakmıştır. Bu yüzyılda Türk şiir sanatı, asırlardan beri bilhassa Türkçe söyleyiş bakımından hayli yerli ve millî bir yol almıştır. Kullanılan Türkçe kelimelerin, Türkçe deyimlerin ve halk söyleyişlerinin bu arada Türk şiirine has bir seslendirilişin bu şiire verdiği çehre şüphesiz millî idi. Artık edebiyatımızda bir Fuzulî Mektebi, bir Bâkî Mektebi, hatta bir Rûhî Mektebi meydana gelmişti.
XVII. yüzyılda Osmanlı sahası halk edebiyatı büyük gelişme ve genişleme göstermiş, en parlak durumuna gelmiştir. Asker ocaklarında, kalelerde, serhadlerde, saray ve konaklarda, kasaba ve köylerde pek çok saz şairi yetişmiş, usta sanatkârlar çıkmıştır. Halk hikâyeciliği, meddahlık, halk tiyatrosu (orta oyunu) ve karagöz büyük rağbet kazanmış, bu sahalarda zengin eserler ortaya çıkmıştır. Halk edebiyatı ve sanatçı yüksek zümre arasında ilgi uyandırdığı gibi, saz şairleri de aruz vez-niyle eserler vermişlerdir. Böylece iki zümre edebiyatı arasında bir yakınlaşma görülmektedir. Halk şiirinin nazım şekilleri ve Halk edebiyatının nazım türleri bu asırda belirli kuralları tamamlandığı gibi, saz şiirinin en büyük şairleri de bu asırda yetişmiştir. Karacaoğlan, Aşık Ömer ve Gevherî yalnız bu asrın değil, bütün halk şiirinin yüksek ustaları olarak kabul edilmişlerdir.
XVII. yüzyılda, Iran ve Azerbaycan bölgelerinde, Türk edebiyatının nesir türlerinde çeşitli eserler veren şair ve yazarları da vardır. Ancak bunlar, geçen asırların büyük şöhretleriyle ölçüşecek seviyede değildirler. Bunlar arasında Azerî şair Sâib’in önemli bir yeri vardır. Fakat eserlerinin büyük bir kısmını Farsça yazmış olması Türkler arasında şöhret kazanmasını engellemiştir. Bu asrın Orta Asya Türk edebiyatına bakarken Özbek şairi Allah Yar’ı unutmamak gerekir. Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı mensupları arasında saygı ve ilgi gören bu sofî şairin tasavvuf) ve ahlakî şiirleri vardır. Bunlar arasında en tanınmış eseri, devrinin Özbek Türkçesiyle yazdığı Sebâtü’l-Acizîn adlı didaktik manzumesidir. Onun bu eserleri, Fars diliyle yazılan diğer eserlerden daha mükemmeldi. Hatta pek çok Türk dostu, Onun Fars diliyle yazdığı bu eserlerinden şikâyetçi de olmuşlardır. Çünkü bu eserlerin Türk dili ile yazılması suretiyle gönüller haz duyup ferahlayacak ve âdeta iman da tazelenecek. Işte bunlar öylesine Türkçe söyleyecek kadar, Türk dili şuuruna sahip bulunuyorlardı. Fakat Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, bu asırda pek fazla gelişme gösterememiştir.
XVII. yüzyıl Anadolu’sunda; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, gittikçe çoğalan tekkelerden Türk musikisiyle ahenkli, coşkun ve raksan ilâhîlerin yayıldığı bir hava içinde gelişmiştir. Bu ilâhîler, geçen asırda ilâhî söylemiş Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairlerinin kendi besteleriyle tekrarlanmak suretiyle söylenir. Bunlar Yunus Emre’den beri devam ede gelen Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatını daha geniş sahalara yayan ve sevdiren hareketlerdir. Yunus tarzı söyleyiş, yalnız Mevlevî tekkelerinde Mesnevî’nin, Divân-ı Kebir’in velhasıl ya Farisî ile yahut Divân tarzı söyleyişin yarattığı gelenek içinde bu asra kadar fazla rağbet görmemiştir. Fakat XVI-I. yüzyıldan başlayarak hece ile söylenen ilâhîlerin Mevlevî şairleri tarafından da itibar kazandığı bilinir. Meselâ bir Mevlevî olan Adem Dede, asrın Yunus tarzı söyleyişinden zevk alan simalar arasındadır.
17. Yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri;
- Adem Dede,
- Aziz Mahmud Hüdai,
- Niyâzî-i Mısrî,
- Zelilî,
- Adlî,
- Zakirî,
- Lâmekânî Hüseyin Derviş Osman,
- Sultan Ahmed,
- Ahîzâde Hüseyin,
- Şeyhî,
- Fakir Edna,
- Kul Budala,
- Kul Mustafa,
- Abdülahad Nûri,
- Akkirmanlı Nakşî,
- Oğlanlar Şeyhi Ibrâhim,
- Zâkirzâde Abdullah Bîçâre,
- Cahidî,
- Sarı Abdullah-Abdî,
- Elmalılı Sinan Ümmî,
- Geda Muslu,
- Yeşil Abdal,
- Dedemoğlu,
- Kul Hasan,
- Derviş Mehmed,
- Caferoğlu,
- Kul Nesimî,
- Ümmisinanzade-Hasan,
- Divitçizade Mehmet Tâlib,
- Derviş Himmet,
- Sunu’llah Gâybî,
- Abdülkerim Fethî,
- Şeyh Mehmed Nazmî,
- Abdülhay,
- Himmetzade,
- Abdullah Abdî,
- Hasan-Kenzi,
- Abdurrahman Vali,
- Ibrâhim Nakşî v.b.leridir.
Adem Dede
Ayrıca bakınız-> Âdem Dede Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Sinan Ümmi
Ayrıca bakınız->Sinan Ümmi Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Niyâzî-i Mısrî
Niyazî-i Mısrî‘nin asıl adı Mehmed’dir. Malatya’nın Soğanlı köyünde 12 Rebiu’l-ev-vel 1027/1617’de doğmuştur. Babası, Soğancızade lâkabıyla tanınan Ali Çelebi, başka bir yerden Malatya’ya gelmiş ve Nakşibendiye tarikatına intisap etmiş biridir. Mehmed Niyazi, kardeşi Ahmet ile birlikte medreseye devam eder ve Islamî konulardaki bilgisini ilerletir. Küçük yaştan itibaren tasavvufa ilgi duyar. Medreseden icazet alıp çıkınca, çeşitli camilerde verdiği vaazlar halkın büyük ilgisini çeker. Önce Malatya’da Halveti şeyhlerinden Hüseyin Efendi’ye intisap eder, onun nezaretinde halvete girer. Daha sonra şeyhi ile anne ve babasının da iznini alarak uzun bir seyahate çıkar. Bu sırada yirmi bir yaşlarındadır.
Diyarbekir, Bağdat ve Kerbelâ yoluyla ancak dört yılda Mısır’a gelebilir. Kahire’de bir Kadîrî şeyhine bağlanır. Burada iken gördüğü bir rüya üzerine Istanbul’a geri döner. Istanbul’da devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarıyla görüşür. Bir süre sonra Bursa’ya gider. Orada Ulu Câmi’nin yakınındaki medreselerden birine yerleşir ve riyazete devam eder. Bur-sa’dan Uşak’a geçer ve orada Elmalılı Şeyh Yûsuf Sinan’ın halifesi Şeyh Mehmed’in dergâhına yerleşir. Burada Ümmî Sinan’la tanışır ve bütün varlığıyla ona bağlanır. Birlikte Antalya’nın Elmalı kazasına giderek orada bir yandan vaazlar verir, bir yandan da dergâha hizmet eder. Daha sonra tekrar Uşak’a Mehmed Efendi’nin dergahına dönerler. Şehir dışında bulunan bir caminin minberinin altında çilesini tamamlar. Buradan da Çal’a ve Kütahya’ya gider; bu sırada şeyhi Ümmî Sinan’ın vefatını duyar ve Uşak’a geri döner, fakat üzüntüsünü bertaraf edemeyince tekrar Bursa’ya döner.
Bursa’da bir tanıdığının evinde zikir ve ibadetle meşgul olur. 47 yaşında iken evlenir. Artık şöhreti Bursa sınırlarını aşmış, bütün imparatorluğa yayılmıştı. Bundan sonra Bursa Ulu Câmi’de va’zlar vermeye başlar. Istanbul’da tekkeler aleyhine başlatılan bir kampanya üzerine, 1665’te sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın davetine uyarak Edirne’ye gider. Dönüşünde, Istanbul’da verdiği bir vaazdan sonra, tekkeler aleyhindeki faaliyet durdurulur. Tekrar Bursa’ya döner. Bu sırada şeyhi Uşaklı Mehmet Efendi’nin ölümü üzerine Halvetiye’nin Mısriyye kolunu kurarak irşada devam eder.
Sultan IV. Mehmed, Lehistan seferine çıkmadan önce, şöhretini duyduğu Niyâzî-i Mısrî’yi, ordunun manevî gücünü yükseltmek amacıyla Istanbul’a çağırtır. O da bu davete uyarak Istanbul’a gelir ve orduyla birlikte sefere katılır. Bu sırada aleyhinde ortaya çıkan bir iftira üzerine dervişleriyle birlikte tekrar Bursa’ya geri döner. Bir ara Edirne’de Eski Câmi’de va’zlar vermeye devam eder.
Bursa’da iken ikinci bir iftiraya daha uğrar ve 1673’te Rodos Adası’na sürgün olarak gönderilir. Bir süre sonra padişahın iradesiyle affedilir ve Bursa’ya geri döner. Bu sırada başlayan Rusya Harbi ile ilgili olmak üzere, halkı bu sefere hazırlamak üzere üç yüz kadar dervişle beraber Edirne’ye gider. Burada iken tekrar üçüncü bir iftiraya daha uğrar ve Rikab-ı Hümayun kaymakamı tarafından önce Gelibolu’ya, oradan da Limni Adası’na gönderilir. 1667’den başlayarak Ada’da tam on beş yıl süren çileli bir hayat yaşar. Ölümünden bir yıl kadar önce affedilerek Bursa’ya geri döndüyse de, Bursa kadısının Baltacı Mehmed Paşa’ya şikâyeti üzerine tekrar Limni’ye geri gönderilir. Ada’ya gelişinden iki ay kadar sonra da vefat eder ve oraya defnedilir.
Niyazi-i Mısrî’nin eserleri; Türkçe ve Arapça mensur ve manzum on ciltten fazla bulunmaktadır. O, edebiyatımızda daha çok mutasavvıf bir şair olarak tanınır. Aruzla yazdığı şiirlerde genellikle Nesimî ve Fuzulî, hece ile yazdıklarında ise Yûnus Emre’nin tesirleri açıkça görülür.
Birçok yazma nüshası bulunan Divân-ı Ilâhîyyat eski harflerle 1259’da Bulak’ta basıldığı gibi, birkaç defa da yeni harflerle Istanbul’da 1967, 1974’te yayımlandı.
Diğer eserleri ise; Risâletü’t-Tevhîd, Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, Sure-i Yûsuf Tefsiri, Es’ile ve Ecvibe-i Mutassavvıfâne (bu eser, A. Güzel tarafından yayınlandı), Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre, Risâle-i Eşrât-ı Saat, Tahirnâme, Risâle-i Haseneyn, Divân-ı Ilâhiyât (bu eser, Ali Yakıcı tarafından Yüksek Lisans tezi olarak hazırlandı), Mektubât, Ri-sâle-i Hızriye, Fâtiha Tefsiri, Risâle-i Hilye-i Hz. Hüseyn, Sure-i Nur Tefsiri, Risâle-i Belgrat, Risâle-i Vahdet-i Vücud, Risâle-i Devriye (bu eser, A. Güzel tarafından yayınlandı), Mevâidü’l-Irfân (Irfan Sofraları adıyla Dr. Süleyman Ateş tarafından tercüme edilerek yayınlandı) (Güzel 1985, Gölpınarlı 1970, Yakıcı 1989).
Kul Nesîmî
Kul Nesîmî‘nin hayatı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Ancak, hece vezni ile yazılmış şiirlerinin bulunduğu bazı defterlere bakarak onun; XVII. yüzyılda yaşadığını, iyi bir eğitim gördüğünü, kültürlü ve usta bir derviş-şair olduğunu öğreniyoruz. Burada şunu da belirtmekte fayda vardır ki o da; bu Alevî-Bektaşî şairi olan Kul Nesîmî’yi, 1404 tarihinde Bağdat’ta derisi yüzülerek öldürülen Azeri şairi Kul Nesimî ile karıştırmamalıyız. Bunların ikisi de aynı ismi taşımış olduklarını ve aralarında sadece bir isim benzerliğinin dışında başkaca bir benzerlik olmadığını bilmeliyiz ve araştırmalarımızı da buna göre yapmalıyız.
XVII. yüzyıl Anadolu sahası şairi olan Kul Nesîmî, Bektâşî tarikatındandır. Ama Câferi, Haydarî ve Hurufi tarikatları ile de ilgilenmiştir. Şiirlerini, hem aruz, hem de hece vezni ile yazmıştır, hatta aruzu daha çok kullanmıştır. Ama aruzda pek başarılı olamamıştır. Fuzûli’nin ve Nesîmî’nin tesirinde kalmıştır.
Âşık Virânî
Ayrıca bakınız-> Aşık Virani Kimdir Hayatı Eserleri Edebi Kişiliği
Kaynak: Prof.Dr. Abdurrahman GÜZEL, Türk Halk Şiiri